Ölümün ekonomi politiğinin karşısına yaşamın ekonomi-politiğini koymak, yeniden toplum haline gelmenin yolunu bulmak, hayatlarımızı yaşanmaya değmez olmaktan, çalınabilir olmaktan çıkarmak zorundayız.

Ölümün ekonomi-politiği ve beka meselemiz

Nazım “Ölüme Dair” adlı şiirinde “ölüm adildir, aynı haşmetle vurur şahı fakiri” diyen “bir eski Acem şairi”nden bahsettikten sonra “herhangi bir şahın bir gemi ambarında/bir kömür küfesiyle öldüğünü” duyup duymadığımızı sorar. Duymamışızdır elbette; çünkü ölüm de tıpkı yaşam gibi sınıfsaldır ve yine Nazım’ın dediği gibi “ölümün adil olması için, hayatın adil olması lazım”dır. 

Depremde on binlerce insanımızı yitirdik, hiçbirinin ölümü adil değildi, çünkü hayat adil değildi. Onların hayatları yaşanmaya değer görülmedi, ölümleri cinayetten sayılmadı, kimse hesap vermedi, çünkü ölümleri sınıfsaldı, paraya ve sermaye düzenine kurban edildiler.  

İnşaata dayalı ekonomi, semirtilen müteahhitler, imar rantı, ihale, rüşvet, komisyon, çimento-demir şirketleri, konut kredileri, bankalar, dönmesi gereken çarklar… Evet, on binlerin beton blokların altında can vermesinin bir ekonomi-politiği vardı, Türkiye’nin sermaye düzeni onlarının ölümlerinin ekonomi-politiğiydi. 

On binleri beton bloklara gömdüler, üç gün sahipsiz bıraktılar, darbe olur diye askeri kışlasından çıkartıp arama kurtarma çalışmalarına göndermediler, binlerce madenciyi ilk 24 saatin içerisinde uçaklarla bölgeye taşımadılar, televizyondan halka parmak salladılar, insanlara kendi selalarını dinlettiler, temiz su veremediler, çadır sattılar, evet çadır sattılar, yara sarmadılar, yas tutmadılar. 

On binlerin ölüp gitmesinin gerisinde piyasacılıkla gericiliğin ölümcül işbirliği vardı. Akıl, bilim ve halk düşmanlığı ülkeyi koskoca bir mezarlığa çevirdi. Neşeyi, sevinci, ümidi çaldılar.

***

Türk sağının fetiş kavramı “devletin beka”sıdır; “beka” deyince akan sular durur, “beka”yı her türlü hırsızlığın, yolsuzluğun, hukuksuzluğun, yoksulluğun üzerini örtmek için kullanabilirsiniz. 

Ülkede toplumsal bir uyanış mı başladı, işçi, memur, öğrenci hakkını aramaya mı çıktı, grev, boykot, miting mi yapıldı, eşitlik, özgürlük, adalet mi istendi, hemen “beka” söylemi devreye girer. 

Beka adına katliamlar yapılır, cinayetler işlenir, provokasyonlar, siyasi suikastlar tertiplenir, eli kalem tutanlar öldürülür, halk çocukları gözaltında kaybedilir, işkencede katledilir; çünkü bu ülkede “devletin bekası” denilen şeyle halkın bekası, halkın var oluşu birbirine zıt olarak konumlanmıştır. 

Bugün örneğin Türkiye’nin, üzerinde yaşayan insanlarıyla birlikte bu toprakların en büyük beka meselesi, yani burada yaşamaya devam edip etmeyeceğimize dair temel meselemiz, beklenen İstanbul depremi değil midir?

O deprem gerçekleştiğinde yitireceğimiz yüz binlerce insan, çökecek olan bir ekonomi, yaşanabilecek kaos, insanların bir dilim ekmek, bir yudum su için birbirlerini kesebilecek bir duruma gelecek olmaları, yabancı güçlerin işgali… On yıllarca altından çıkılamayacak bir enkaz hali yani. 

Bunların hepsi ihtimal dâhilinde değil midir ve bir ülkenin bundan büyük bir beka problemi olabilir mi?

Peki beka fetişisti Türk sağı, tüm bunlar ortadayken bu ülkenin bekası adına hangi adımları atmıştır? Menderes’ten bugüne İstanbul’un başına gelenler kimlerdir, İstanbul nasıl yönetilmiştir? 

1994’den 2019’a tam 25 yıl belediyeleri yönetenler, 2002’den 2024’e kesintisiz bir şekilde 22 yıldır iktidarda olanlar bu en büyük beka meselesini çözmek adına ne yapmıştır? 

Bu sorunun yanıtını biliyoruz: Hiçbir şey. Hiçbir şey yapmadılar çünkü beka dedikleri şey aslında sermaye düzeninin, sömürünün, rantın, patron sınıfının bekasıydı. İmar aflarıyla, kanun değişiklikleriyle, kupon arazileriyle, rüşvet çarkıyla İstanbul’u kaderine terk ettiler, kendi ölümünü bekler hale getirdiler, milyonlarca insanı potansiyel kurban yaptılar.

Beka sorunu mu dediniz? Bir var oluş-yok oluş ikileminin tam ortasında değil miyiz şu an? 

***

Bir süredir bu ülkede yaşanan derin çürümeden ve toplumsal çözülmeden, toplum olma niteliğini yitirmekten söz ediyoruz. Türkiye toplumu kendi trajedisine gözünü kapayan, kendi hakikatini görmezden gelen, kendi kaderinin efendisi olmaktan kaçan, pelteleşmiş bir yığına dönüşüyor giderek.

Acıda ve sevinçte ortaklaşamayan, birbirinin elinden tutmayan, omuz vermeyen, ölülerine yas tutamayan, ağıt yakamayan, öfkelenmeyen, öfkesini politize etmeyen, bu nedenle de toplum olmaktan çıkan, sessiz, tepkisiz yığınlar… 

Oysa kelimenin en sahici anlamıyla bir beka sorunuyla karşı karşıyayız, kelimenin en sahici anlamıyla hayatta kalmamızın yolu yeniden toplum haline gelmekten geçiyor.

Eğer kolektif bir aklı, kolektif bir iradeyi örgütleyemezsek, toplumsal reflekslerimiz daha da körelirse, toplumsal dinamikler harekete geçmezse, yaşayan ölülere, zombilere dönüşeceğiz hepimiz.

Ekmeğin giderek küçüldüğü, sürekli aşağılandığımız, her gece sabaha çıkar mıyım sorusuyla mezar misali evlerimize girdiğimiz, yaşam enerjimizin çalındığı bu kâbustan uyanmanın yolu beraber yas tutmayı öğrenmekten, beraber öfkelenmeyi öğrenmekten, beraber direnmeyi öğrenmekten geçiyor.

Bakın 5 Şubat’ı 6 Şubat’a bağlayan gece Hatay halkı nasıl yeniden bir toplum olabileceğimizi gösterdi. Yasını tuttu, ölenleri unutmadı, sorumluları unutmadı, acısını unutmadı, öfkesini bastırmadı, ağlamayı, bağırmayı, haykırmayı seçti. Yan yana durdu, birbirine omuz verdi, birbirinin omzunda ağladı, birbirinin adımına adımını, yumruğuna yumruğunu uydurdu. 

Ölümün bir ekonomi-politiği var Türkiye’de, adil değil, canımızı kolayca alıyor, hayat ise sudan ucuz. Ölümün ekonomi politiğinin karşısına yaşamın ekonomi-politiğini koymak, yeniden toplum haline gelmenin yolunu yordamını bulmak, hayatlarımızı yaşanmaya değmez olmaktan, sudan ucuz olmaktan, gasp edilebilir, çalınabilir olmaktan çıkarmak zorundayız. 

Ya emeğiyle geçinenler, dünyayı omuzlarında taşıyanlar olarak kendimizi toplum olarak yeniden inşa edeceğiz ve eşit ve özgür bir Türkiye’de bir arada yaşamak için dövüşeceğiz ya da burası yaşayan ölülerle dolu koskocaman bir mezarlığa dönüşecek.