'Bu deprem, yaşayıp kahrını çekmekte olduğumuz şu çürümüş, aslında çürümekle kalmayıp çöküşe de geçmiş düzenin enkazını herkesin gözleri önüne seriyor.'

Neyin enkazı?

Yakamızı bırakmayacağı bir kez daha ortaya çıkan korkunç depremlerin sonuncusunun üçüncü günü sabahında, bir Yunanistan televizyonu programına, bizim buraların unutulmayacak çocuklarından Kazım Koyuncu’nun sesinden dinlemeye doyamadığımız türküyle başlamış: “Ben seni sevdiğimi/ Dünyalara bildirdim/ İndirdin kaşlarını/ Babanı mı öldürdüm”…

Bunu duyunca, yirmi yıl kadar önceye gittim, Yunanistan Komünist Partisi'nin (KKE) yayın organı Rizospastis’in genel yayın yönetmeni, sadece bir günde nasıl can dost olduğumuzu hâlâ hayranlıkla andığım, şimdi aramızdan göçük yoldaşım Athanas’ı hatırladım. Bizim ülkemizin tarihinde ilk kez yasal olarak seçimlere giren partimizin kampanyasını izlemek üzere Ankara’ya gelmişti ve ülkesine döndükten birkaç gün sonra da bu dünyadan ayrılmıştı. Onun, partisinin ve halkının bize duydukları yakınlığı, başka herhangi bir yaşantıya gerek kalmadan, o bir tek günde anlamıştım. Şimdi sağ olsaydı, nasıl gerçek bir acı duyar, koşar buralara gelirdi kim bilir!

***

Bu deprem ve henüz pek eksikli olarak karşı karşıya kaldığımız sonuçları, yaşayıp kahrını çekmekte olduğumuz şu çürümüş, aslında çürümekle kalmayıp çöküşe de geçmiş düzenin enkazını herkesin gözleri önüne seriyor. Burada herkes derken anlatılmak istenen enkazın altında kalıp ölen insanların şu ya da bu anlamda yakınlarını ve geride kalanların tümünü kapsıyor. Dolayısıyla, bu çok büyük kalabalığın arasında o enkazdan değişik ölçülerde sorumlu olanlar da bulunuyor.

Örnek olsun, tanınmış deprem uzmanı profesörlerden biri, iki üç gün önce anlatıyordu. Anlattığı, 1970’deki Gediz depremi ile ilgiliydi. O zaman kendisi üniversitede konuyla ilgili dersin asistanıymış. Deprem bölgesinde zamanın başbakanı ile karşılaşmışlar. Daha o günlerde yeterince ünlü politikacı, bir yandan elini öptürürken bir yandan da “Deprem takdir-i ilahidir” diye nutuklar atıyormuş. Aynı uzman, bu kez profesör olmuşken, aynı politikacıyla, bu kez cumhurbaşkanı olmuşken, 1999 depreminde de karşılaşmış. Aynı “takdir-i ilahi” söylevlerini yine işitmiş. Biraz değişiklik olsun diye ben kendim “nutuk” yerine “söylev” sözcüğünü kullandım; yoksa, ne o 1970 yılından sonra geçen 29 yılda, ne oradan bu güne geçen 24 yılda kayda değer bir değişiklik olmuş.

Ad vermeden geçtiklerim sıradan politikacılar sanılmasın. Aktardığım öyküdeki politikacının yanı sıra 1999 depreminde başbakanlık koltuğunda oturanı da eklersek, o ikisiyle ilgili olarak, Türkiye burjuvazisinin son dönemde, daha somut olarak, altmışlı yıllardan bu yana yetiştirdiği en önemli iki siyaset adamıdır, yollu değerlendirmeleri birden çok kez söze ve yazıya dökmüşlüğüm vardır. Söz gider yazı kalır denilirse, bizim soL Meclis’in 2002 yılının Nisan ayında İstanbul’da düzenlediği ilk kamuya açık toplantısında sunduğum ve daha sonra basılmış yayınında yer almış bildiride yazmış, izleyen yıllarda birkaç kez de tekrarlamışımdır.

Onlar epey eskide kaldı. Daha yakınlara gelmek iyi olabilir. Önümüzdeki günlerde sayısız örnek ortaya çıkacaktır gerçi, ama ben çok taze bir örnekten söz edeceğim. Deprem konusu ile uğraşan uzmanların bir tür slogana dönüştürdükleri söz var ya, “Deprem değil, bina öldürür” diye, işte onunla polemiğe giren bir kişi olmuş geçen gün. Aynı camiadan. Aynı derken akademia’yı anlatmak istiyorum. “Ne deprem, ne binalar öldürür” diyesiymiş. Bunu söyleyen, herhangi biri değil, bir fizik profesörü. Üstelik, orada bırakmayıp devam ediyor: "Öldüren Allah’tır." Bu inanılmaz “bilim adamı”ndan ayrı olarak, aralarında madenlerdekinin de bulunduğu iş cinayetlerinin ve başka kötülüklerin bir “kader planı” uyarınca başımıza geldiğini daha önce dinlemiştik zaten.

Bunları okuyan, bir yerden duyan, daha doğrudan yollarla tanık olanlar içinden, haklı bir kızgınlık ve öfke ile, “Hiçbiri değil, böyle profesörler öldürür” diyenler çıkacaktır. Ancak, biraz daha sakin olunmalıdır. İlle de o kızgınlık ve öfkeyi yatıştırmak gerekecekse, “Böyle profesörleri ve başka mesleklerden insanları yetiştiren düzen öldürür.” denebilir. Bu kadarında büyük bir sakınca yoktur.

Kısaca diyeceğim, sorun, asıl sorumlunun ya da sorumluların falan kişi ya da filan kişiler olmadığını anlamaktır. Bize acı çektiren her türlü kötülüğün sorumlusu, ya birincil sorumlusu ya içinden çıkılmaz duruma getireni, her nasılsa başımıza musallat olmuş üç beş kişi değil, onları büyüten bataklıktır. Doğrusu, o bataklığın doğuşundaki sorumluluktan kurtarabiliriz kendimizi, ama ömrünü bu kadar uzatıp vıcık vıcık her yana yayılmasına yol açan biz olmasak bile, bu sonuçta bizim etkisiz kalışımızın da payı yok mudur?

Şimdi acısını çekerken konuştuğumuz felaketi düşünerek şunu söylemek mümkün: Eğer uygun düşen doğa koşulları varsa, bu düzen sadece sömürmekle ezmekle, yok yoksul bırakmakla kalmaz, ayrıca, insancıklar hayat akıp gidiyor işte derlerken onları nasıl olduklarını anlayamadan, kitleler halinde ve eziyet ederek öldürür.

Başlıktaki sorunun yanıtı yeterince açık olmalıdır: Enkaz dediğimiz, insanın insanı ve doğayı sınır tanımadan sömürmesine dayanan bir toplumsal-iktisadi düzenin orta derecede gelişmiş örneği olarak Türkiye kapitalizminin yıkılmaya yüz tutmuş görüntüsü, çöküntüsü, döküntüsüdür.

***

Yıl 1939 idi. Aralık ayının son günlerinde Erzincan en büyük depremle yıkıldı. O sırada Nâzım Hikmet 1950’ye kadar sürecek cezaevi yıllarını yaşıyordu. Altına N.H. imzasını attığı “Kesemde verecek şeyim yok. Yüreğimden verdim.” notunu düşerek şu şiiri yazdı:

KARA HABER

Erzincan’da bir kuş var
kanadında gümüş yok.
Gitti yârim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy, dağlar, dağlar, dağlar…
Aldı ellerine kanlı başını
karın ortasında Erzincan ağlar…
O ağlamasın da kimler ağlasın…

Kar yağar lapa lapa
tipidir gelir geçer…
Yan yana sırtüstü yatan ölüler
       akşam olur tandıramaz
       ateşini yandıramaz…

Gün ağarır şafak söker
kimsecikler gitmez suya.
Ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya.

Ses edip geceye beyaz taşından
kışlanın saati çaldı ikiyi.
Ne çabuk, lahzada bitti yaşamak.
Kimisi altı aylık,
kiminin sakalı ak,
kimi on üç, on dört yaşında;
kimi yola gidecek,
kimisi mektup bekler
      yan yana sırtüstü yatan ölüler…

Yayıkta yağ vardı, dövülemedi,
ak peynir torbaya koyulamadı,
hasret gitti ölüler
dünyaya doyulamadı…


Uyanıp kaçamadılar,
kuş olup uçamadılar,
açıldı kuyular kimseler inemez.
Erzincan beygiri rahvandır amma
ölüler ata binemez
      yan yana sırtüstü yatan ölüler…

Büyük şairinin 1940’ta yazdığı bilinen bu şiirle, seksen üç yıl sonra, halkımıza bugünün baş sağlığı dileğini sunmak istedik. Bir daha böyle güzel şiirlerin buna benzer esinlenmelerle yazılmaması için ne gerekiyorsa yapmak, hepimizin işi olsun.