'En güzeli, sosyalizmi akıllardan, düşlerden, kitaplardan yeryüzüne indirmek; onu şu canına okuyup durduğumuz dünyanın düzenine dönüştürmek...'

Mutlu bir rastlantı

Yok Hulusi Bey aday olduğu Kayseri’de iki rakip partinin il merkezlerini ziyaret edip aslında hepimiz biriz diyesiymiş de “bize şeref verdiniz” denilerek karşılanmışmış; yok aynı Hulusi Bey, başka bir gün, kendisini dinleyenlerden yükselen “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganlarını “durun bakalım, onun da zamanı gelecek” diye karşılamış; yok Nebati Bey TOGG’unu sürerek gelmiş de dinleyenlere “şimdi bunlar beğenmezlik ediyorlar ya, alın bir tur atın desek bayıla bayıla gelirler, ama vermeyiz, yağma yok” demiş; yok Akşener’in danışmanı aday gösterilmeyince AKP’ye geçip bir gün önceki yoldaşlarına ver yansın etmiş, ötekiler de onun hakkında Fetöcü diye suç duyurusunda bulunmuşlar; yok Kılıçdaroğlu ziyarete gittiği Bulgaristan’ın Kırcaali’sinde rakipleri için “bunlar memleketi Sovyet rejimine çevirdiler” demiş… Daha neler neler…

Bunlardan daha farklı olarak, epeydir moda olmuş sokak röportajlarının birinde bir yurttaş bugüne kadar verdiği oyunu değiştirmeyeceğini söylerken gerekçesini şöyle açıklamış: “Bunlar yemişler yiyecekleri kadar, daha ne yiyecekler. Şimdi gelecekler aç.” Çok eski zamanlarda da söylenirdi, ilk kez işitiyor değiliz. Şanlı Türk demokrasisinin halkımızca algılanışının özlü anlatımlarından biri olduğunu biliyoruz.

Daha da önemli bir konu, deprem bölgesindeki birkaç milyonla anlatılabilecek sayıda seçmen yurttaşın oy kullanmalarının zora sokulması olarak ortaya çıkıyor.

Bunların her biri ya da birkaçı birlikte yazı konusu olabilirdi. Biraz kararsızlık yaşadım. Ama sonunda benim için gerçekten mutluluk verici bir rastlantıyı anlatmaya karar verdim.

***

Aradan iki haftaya yakın bir süre geçti. Birkaç kişiye anlattım, o kadar. Ancak, o kadarı kesmemiş olacak ki, şimdi birçok kişiye anlatmak yerine geçsin diye yazıya döküyorum.

Yazının yaygınlaşma ve kalıcılaşma gücüne güvenerek yazmaya niyetlendiğim, kesinlikle bir yaşanmışlığın öyküsü, kurmaca bir yanı yok. Ankara’da, 9 Nisan günü gerçekleşti. Öykünün kahramanı ile ilgili tanıtıcı bilgileri vermeyeceğim; çünkü kendisinden izin almış değilim, adıyla sanıyla böyle uluorta anlatılmasından hoşlanmayabilir.

Bizim Parti’nin aday tanıtım toplantısına gidiyordum. Metroda karşılaştığım birkaç arkadaşla birlikte. Şimdi yıktıkları, ne anılar barındıran 19 Mayıs Stadyumu yönündeki caddeden toplantı yerinin önündeki fazla büyük olmayan alana girdim. Yıllar önce bu spor salonunda da birçok basketbol maçı seyretmişliğim vardır. Salonun girişindeki turnikelere doğru yönelmiştim ki, uzun boylu, yapılı bir genç, pek de genç sayılmayabilir, ama bana göre genç, uzun boylu dediysem o da bana göre işte, önümü kesti.

“Merhaba abi” dedi.

“Merhaba” dedim. Bakışlarımdan kendisini çıkaramadığımı anlamamış olamazdı. Nereden olduğunu, benimle nerede tanıştığını söyledi.

Ayak üstü birkaç nirengi noktasını bir araya getirerek ulaştığımız sonuca göre, on beş yıl kadar önceydi. Bir Anadolu ilindeki Parti örgütüne, eğitim çalışmasında görevli olarak gitmiştim. Oradaki eğitime katılanlardan biriydi. Ama ben hâlâ o günkü yüzler arasından bu çocuğun yüzünü çıkaramıyordum.

O konuşmaya devam ediyordu. Şimdi oradaki il örgütünün sekreteriymiş, eşi de milletvekili adaylarımız arasındaymış, yanındaydı, tanıştırdı. İki de ufaklık var, çocuklarıymış, cingoloz bakışlı keratalar, orada beklemekten sıkıldıkları da besbelli.

“O eğitimde söylediklerinizden birini hiç unutmadım abi, yaşadıklarım da sizi doğruladı” diye devam etti.

Hatırlattığına göre, dinle ilgili konular açılmış. Sorular sorulmuş. Ben de bazılarını yanıtlamakla birlikte, şunları söylemişim: “Arkadaşlar, aklınıza soruların takılması hem doğaldır, hem de bunda bir kötülük yoktur. Ama bütün sorularınıza hemencecik yanıt bulacağınızı düşünmeyin. Hele bir Partiye gelin, çalışın. Okuyun, böyle toplantılara katılın, tartışın, düşünün, sorularınızın yanıtlarını bulursunuz.”

Bunlara benzer sözler etmişim. Çok mu iyimsermişim? Hiç sanmam. Ayrıca, öyle insanlarla birlikte olmak, onların ağzınızdan çıkanları anlamak için dikkat kesilip sizi dinlemeleri, her an karalara bağlamaya hazır bir kötümserin bile yüzünde güller açtırır.

Neyse. Devam edeyim.

O böyle anlatıp durdukça, benim de o günden hatırladıklarım ortaya çıkmaya başlıyordu. Onlardan birini hep merak edip durmuştum zaten.

“Sana birini soracağım” diyerek araya girdim: “O gün bir arkadaş vardı toplantımızda. Şöyle boylu poslu, genç bir arkadaş. Dindar bir insan olduğu belliydi, sık sık konuşmayı oraya çekecek sorular soruyordu. Daha sonra öteki arkadaşlarımızdan biri anlatmıştı bana, mahallesinde siyasi olmayan bir kavgaya karışmış ve kısa bir süre hapis yattıktan sonra daha yenice çıkıp gelmişti. O çocuk ne oldu? Hâlâ Partide mi?”

Şöyle bir durakladı. Sanki iyice bir bak der gibi bir adım geri çekildi, “O benim işte abi!” dedi.

Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Bir yanda zavallı belleğimin en son kalleşçe oyununun sonucu olan ve herhalde o anda yüzümü kırmızıya boyamış utanma duygusu, bir yanda yapıp ettiklerimizin boşa gitmediğini gösteren küçük bir işaretin yarattığı sevinç…

Ellerine mi yoksa boynuna mı sarıldım, şimdi hatırlamıyorum. Ardından kusura bakma diye ağzımın içinde biraz geveledikten sonra kurtuluşu ona yüklenmekte buldum:

“Sen de çok değişmişsin be kardeşim. Bu kadar mı olur!”

Yine de, belleğime çok haksızlık etmeyelim, aklı değişip gelişirken, bedeni de değişmişti doğal olarak.

Ayrıldık sonra. Afacanlar yerlerinde duramaz olmuşlardı zaten. O kalabalıkta bir daha da görüşemedik.

***

Diyeceğim şu: Sosyalizmi öğrenmekten güzel ne olabilir? Belki, bir de, onu öğretmek. Ama öğrenmenin sona erdiği bir yer bulunmadığına göre, önce öğrenelim sonra öğretiriz biçiminde değil, ikisi birlikte yürüyecek demektir. Bunlardan güzeli var mı?

Olmaz olur mu, var. En güzeli, sosyalizmi akıllardan, düşlerden, kitaplardan yeryüzüne indirmek; onu şu canına okuyup durduğumuz dünyanın düzenine dönüştürmek... Bunu tek başına gerçekleştirmek mümkün olmadığına göre, onun için yola çıkıp uğraşanlara katılmak…