'Zamanında AKP’yi iktidara taşıyan bu 'muhalif ama hegemonik' perspektif, aradan geçen 23 yılın ardından bugün AKP muhalifliğinin merkezinde yer alıyor.'

'Muhalif ama hegemonik': Vehbi Koç ödülleri, Kemal Derviş, 14 Mayıs

Dostlar Tiyatrosu “görkemli 60’lı yıllar”ın sonlarına doğru ortaya çıktı. Genco Erkal ve arkadaşları Brecht’in hem oyunlarını hem de tiyatro anlayışını Türkiye’ye taşıyacak, kendi belirttikleri üzere “ilerici-toplumcu sanat doğrultusunda” benimsedikleri ilkelerle hareket edecek ve “işçi sınıfı için tiyatro” yapma iddiasını üstlenecekti. Erkal ve Dostlar Tiyatrosu, uzun yıllar boyunca Brecht’i, Nazım’ı, Gorki’yi, Steinbeck’i ve sanatını sömürünün olmadığı bir dünyanın kurulması mücadelesine adayan nice ismi sahneye taşıdı, Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihine sanat ve tiyatro cephesinden büyük katkılar yaptı.

Aradan uzun yıllar geçti, yıl 2023 oldu, Genco Erkal tüm bunları unutmuşçasına gitti Türkiye sermaye sınıfının en tepesindeki grubun, Türkiye sermaye sınıfının en sembolik ismi olan kişi adına verdiği ödülü, Vehbi Koç Vakfı’nın verdiği Vehbi Koç ödülünü aldı. Türkiye toplumuna ve hatta Türkiye solcusuna tarih unutturulduğu için, Türkiye aydını sınıf şirazesini bütünüyle yitirdiği için, sınıfsal bakış siyasetten uzaklaştırıldığı için hemen hiç kimse bu ödülün alınmasına yüksek sesle karşı çıkmadı, “işçi sınıfı için tiyatro” diyerek çıkılan yolun Koç Holding’in ödül törenine varmasını neredeyse kimse mesele etmedi.

Erkal ödül töreninde yaptığı konuşmada 14 Mayıs’a işaret etti, demokrasi vurgusu yaptı ama Koç’un hem 12 Mart hem 12 Eylül darbelerinde oynadığı rolü unutmuştu. Oysa Koç, 12 Eylül sonrası Kenan Evren’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmaldır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, bir takım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıâlilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.”

Koç’un mektubu “gülme sırası bizde”nin ne anlama geldiğinin, 12 Eylül’ün bir sermaye/TÜSİAD/Koç darbesi olduğunun en açık, en net ifadesidir. Türkiye’nin IMF/Dünya Bankası orijinli 24 Ocak Kararları doğrultusunda neoliberal talana açılması Türkiye kapitalizmi açısından bir zaruretti ama işçi sınıfının o kadar örgütlü, solun o kadar güçlü olduğu bir ülkede bunun imkânı yoktu. Geldiler, darbeyi yaptılar ve hem işçi hareketinin hem solun üzerinden silindir gibi geçtiler; neoliberalizm Türkiye’ye asker postalıyla ve örgütlü emeğin tasfiyesiyle yerleştirildi.

Özal, Demirel, Çiller, Mesut Yılmaz, Ecevit, bu isimlerin hepsi 24 Ocak Kararları’nda çizilen çerçeveye hep sadık kaldılar, piyasacı zihniyetin taşıyıcılığını üstlendiler; ancak Türkiye kapitalizminin krizlerden kurtuluşu mümkün olmadı. Öyle ki 2001 krizi bütün bir siyaseti darmaduman etti ve işte o hengâmenin içerisinden Türkiye’de düzenin ihtiyacı olan yeni bir parti, AKP çıktı.

AKP iktidarına giden yolun taşıyıcılarından biri olan Kemal Derviş pazartesi günü yaşamını yitirdi. Bizim ortalama muhalifimiz, pek rastlamadığı için kibar, nezaketli, beyefendi insanları siyasette görmeyi sever, onlara hayranlık besler; Kemal Derviş de böyle bir insandı ama tüm bunlar onun bir yıkım uzmanı olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

Bir Dünya Bankası çalışanı olan Derviş Türkiye kapitalizmi krizden kendi olanaklarıyla çıkamayınca ABD’den çağırılmış/gönderilmiş ve DSP-MHP-ANAP koalisyonunun dördüncü ortağı olmuştu. Geldi, acı reçeteyi hazırladı, “15 günde 15 yasa”yı çıkardı ve 24 Ocak Kararları’nın yarım bıraktığı işi tamamladı. Türkiye’nin neoliberalizme entegrasyonunun altyapısı çıkartılan bu yasalarla büyük ölçüde tamamlanmış olacaktı.

Bu süreçte klasik IMF programlarına uygun bir şekilde krizin faturası kemer sıkma politikaları aracılığıyla emekçilere, çalışanlara, halka çıkartıldı. Tarım, “doğrudan destekleme” adı altında uluslararası gıda tekellerin çıkarları doğrultusunda dönüştürüldü. Şeker fabrikalarından TÜPRAŞ’a özelleştirmelerin önü açıldı böyle açıldı ve sermayenin kendisinin asla kuramayacağı büyüklükteki kamuya ait olan büyük şirketler son derece cüzi fiyatlarla sermayeye peşkeş çekildi.

Tüm bu sürecin sonunda makroekonomik dengeler yeniden tesis edildi, devlet borçları ve enflasyon aşağıya çekildi belki ama bunun bedeli halkın daha da yoksullaşması, sanayileşme/kalkınma perspektifinin tamamen yitirilmesi, piyasacılığın saltanatını ilan etmesi ve Türkiye ekonomisinin daha da bağımlı hale gelmesi oldu. Dahası, AKP Derviş’in yarattığı enkazın üzerinde yükseldi, o enkaza verilen tepkiyle iktidar oldu ve üstelik Derviş’in programını devam ettirdi.

Genco Erkal’ın Vehbi Koç ödülünü almasına benzer bir hafızasızlaşmayı, sınıf şirazesi kaydığında neler olabileceğini Kemal Derviş’in ölümünün ardından da gördük. Derviş programının ne olduğunu, kime hizmet ettiğini, emekçiler için bir felaket anlamına geldiğini genç bir üniversite öğrencisiyken kendilerinden öğrendiğimiz kimi Marksist hocalarımız bile Derviş’i hayırla anmayı tercih ettiler, Derviş’in yarattığı yıkımın bugünlerin taşlarını döşediğini genç kuşaklara anlatmak varken, onun nezaketine, beyefendiliğine vurgu yaptılar.

Galip Yalman yıllar önce Praksis dergisinde yayınlanan bir makalesinde Türkiye liberalizmi için “muhalif ama hegemonik” tabirini kullanmıştı. Galip hoca liberalizmin Türkiye tarihini devlet-toplum ikiliği üzerinden okuduğunu, devleti sınıflar üstü gören bu okuma biçiminin devlet-sermaye ilişkisini görünmez kıldığını, “ceberut devlet”e karşı durduğu için “muhalif” gibi göründüğünü, çözüm olarak sunduğu piyasacılığın geniş kesimler tarafından kabullenilmesi nedeniyle de “hegemonik” olduğunu söylüyordu.

Buna göre siyaset ve ekonomi birbirinden ayrıştırılırsa, devlet küçültülürse, piyasanın kendiliğinden işleyişine müdahale edilmezse, bu beraberinde demokratikleşmeyi de getirecekti. Yani ne kadar az devlet, ne kadar çok piyasa varsa o kadar da demokrasi vardı. İşte AKP, Derviş’in ve destekçilerinin de benimsediği bu anlayışın sonucu olarak iktidara geldi. Demokratikleşmeyi hem piyasacılığının hem de kendi rejimini inşa etmenin makyajı olarak kullandı. Türkiye’nin neoliberal yıkımıyla AKP’nin demokrasi adına devletleşmesi iç içe geçti ve bu sürece liberaller “muhalif ama hegemonik” pozisyonlarıyla destek verdiler.

Seçime dört gün kalmışken bu yazdıklarım garipsenebilir ama bu yazı tam da seçimlerle ilgili aslında. Çünkü ortada son derece ironik ve bizim açımızdan trajik bir durum var: Zamanında AKP’yi iktidara taşıyan bu “muhalif ama hegemonik” perspektif, aradan geçen 23 yılın ardından bugün AKP muhalifliğinin merkezinde yer alıyor. AKP “kurallı piyasa ekonomisi”nden saptığı için bir kriz yaşadığımız iddiası, “ortodoks politikalara” dönüş yapılması halinde bu krizden çıkılacağı iddiasıyla birleştiriliyor. Piyasa ekonomisi ile demokratikleşme arasında doğrusal bir ilişki olduğu yönündeki ideolojik varsayım yeniden tedavüle sokuluyor, bir kurtuluş reçetesi olarak sunuluyor. AKP iktidarından kurtuluşun bedeli olarak karşımıza 24 Ocak Kararları’nın ve Derviş programının çizdiği çerçeveye dönüş konuluyor. Bu ise hem AKP’nin bir sermaye partisi olduğu hem de AKP-sonrası Türkiye’nin sermaye düzeninin restorasyonunu ana hedef olarak gördüğü gerçeğinin üzerini örtmeye yarıyor.

15 Mayıs sabahında ister AKP gitmiş, ister AKP-sonrası bir Türkiye’nin önü açılmış olsun bizim bize unutturulmak isteneni yeniden hatırlamamız, siyasete sınıfı, sınıfa siyaseti taşımanın yeni yollarını bulmamız, siyasal arenayı sadece sermaye programlarının mücadele ettiği bir yer olmaktan çıkarmamız, sol değerleri yeniden toplumla buluşturmamız, emek merkezli bir siyasi hareketi özne, aktör haline getirmemiz gerekiyor. Karşımızda bunun dışında sahici bir çözüm bulunmuyor.