Oysa halk belediyeyi bir örgütlenme pratiği, sömürü düzenine karşı bir mevzi olarak görebilir. Sömürü düzeninin bir parçasının, sömürenlerin elinden kopartılıp alınması zordur, ama mümkündür.
Türkiye’de Meclis’in ve dolayısıyla milletvekilliğinin önemsizleşmesi, başkanlık rejimine geçmeden önce başladı. Hangi görevde olursa olsun, Erdoğan’ın yetkileri fiilen arttıkça burjuva siyasetçileri de yüzlerini belediye başkanlığına döndü. Vekillikten belediyeciliğe…
Bunun politik açıdan ters bir durum olduğunu düşünebiliriz. Zira TBMM deyince, “Ankara” deyince bütün ülkenin yönetilmesine işaret etmiş olursunuz. En büyük belediye bile, eninde sonunda bir yerelliktir. Erdoğan da İstanbul denen devasa yerellikten merkezdeki Meclise geçmemiş miydi?
Ama o “eski Türkiye” idi. Artık milletvekilinin iyi bir aylık almak dışında ne işe yaradığını bilene pek rastlanmıyor. Eskiden bakanlar Meclis’in içinden çıkardı. Hatta 1920’de kurulduğunda mebuslar bakanları oylarmış… Şimdi iktidar için kararname diye bir maymuncuk var; onunla Meclis sollanıveriyor. Muhalefetin halini ise, bir keresinde Kılıçdaroğlu “oylamaya katılsak ne olacak, çoğunluk iktidarın elinde” gibisinden sözlerle tarif etmişti!
Eh; belediye başkanlığı tabii daha cazip gelir... Üstelik “başkanlık rejimi” ilk önce Cumhurbaşkanlığında değil belediyelerde hayata geçirildi. Öyle ki belediye, başkanın tasarrufunda bir büyük ekonomidir. Ne de olsa, ekonomi veya para da mülkün temelidir…
* * *
Evet, yerel yönetim için seçime gidiyoruz. Yani söz konusu iktidar gücünün ele geçirilmesi için adayın yeterince oy toplaması gerekiyor.
Bu noktada Kılıçdaroğlu’nu bir kez daha anmak durumundayız. AKP ve diğer sağ partiler, seçmene çocuk kandırır gibi yaklaşır, parlak projelerle göz boyamaya bakarlar. Sağın dilinde “hizmet” vardır. Kemal Beyse belediyeciliğe oy isterken kalktı “rant” sözcüğünü devreye soktu. Buna göre CHP “kentin rantını” arttıracaktı; ama dikkat, bu rantın adil dağılımı gözetilecekti!
Hizmet projeleri mi daha demagojik, kent rantını paylaşmak saçmalığı mı, karar veremiyorum! Ama neoliberalizmin ve piyasacılığın sakil kavramlarını alenen kullananlara teşekkür için acele etmeyin. Önce yapılması gereken, sakaletin karşısına emekçi halkın alternatifini çıkarmaktır. Ondan sonra teşekküre sıra gelebilir...
Halkın alternatifi ortaya konamazsa “muteber aday kriterleri” de piyasaya esir düşer. Örneğin belediye dediğin kurumun kasasında para bırakılmamalı, bütün kaynaklar harcanmalı, hatta bol bol kredi kullanıp borçlanılmalıdır. Nasılsa para kamunun, toplumun, halkın parasıdır! Adalet, olsa olsa parababaları sınıfının içinde tartışılabilir. Kentin rantı çoğalacaksa, fiyatlar, kiralar yükselmelidir. Daha fazla ticaret yapılmalı, yeni AVM’nin hesabı tutulmamalıdır. Belediyenin, işlerini kendi kadrolu çalışanlarıyla ve dayanışmayla yapması kentsel rantı çoğaltmaz ki! Öyleyse her iş taşerona verilmeli, taşeronlar kârlarına kâr katmalıdır. O paralar yerel ekonomiyi hızlandıracak, belediye sınırları içinde banknotlar havada uçuşacaktır. Uçurtma değil ki, kentin yeşil alanlarının üstünde uçabilsin o kâğıtlar. Kamusal işlevler, tanım gereği piyasa dışıdır. Dayanışma diyene “kaç paran var” diye sorulmalıdır!
Bütün bunlar bir distopya değil gerçek. Olmuştur ve olmaktadır. Örneğin pandemi döneminde, sinemalar, tiyatrolar kapatılınca, müzisyenler açıkta, daha doğrusu intiharın eşiğinde kalınca, belediyenin en azından bir görevinin o yerellikteki sanat kurumlarının ayakta kalmasına yardım etmek olduğunu düşünenler çıkmıştı. Piyasacı belediye başkanları buna çok şaşırdı. İnsan para kazanamadığı bir işi yapmakta niye ısrar ederdi ki? Neden tiyatro zarar ediyorsa tiyatrocu kalınırdı? Nitekim inşaatçı vardır, kazanmayacaksa yolu yapmaz. Belediye başkanı da, belediye meclisi üyesi de bedavaya bu sıfatları sırtlanmaz. Sonuç olarak, pandemi döneminde gerçekten de, belediye başkanları sanatçılara “bana mı sordunuz” diyebilmiştir! Böylesi çok daha verimli sayılır. Kültür turistikleşirse piyasanın kabulüdür.
Buraya kadarı iktidar yanlısıymış, muhalifmiş dinlememektedir. Buraya kadarı, yerel yönetimin içinde yaşadığımız sömürü düzeninin bir parçası olduğu acı gerçeğidir.
Devam edelim…
* * *
İstisnaların kuralı bozmadığı bu rant - piyasa belediyeciliğinin içinden bir kritik çizgi daha geçmektedir. O da yerel yönetime siyasetin bulaşıyor olmasıdır.
Bazı yerelliklerde çoğunluk muhafazakâr, başkalarında sosyal-demokrat, berikinde milliyetçi vb. olabilir. Keşke belediye başkanlığına seçilme kriteri, ne kadar belediye gelirinin, yani kamu kaynağının taşeronlara dağıtıldığı olsaydı! O zaman ideoloji, siyaset, parti bir kenara bırakılır, topluca “tüccar siyasetin” egemenliği altına girilirdi. Para da başlı başına objektif bir ölçü birimi olurdu.
Lakin durum bu değildir ve memleket coğrafyası partiler arasında bölüşülmektedir. Örnek olsun, benim de oyumu kullanacağım Kadıköy’ü AKP’nin kazanma olasılığı sıfırdır ve hayli uzun süredir CHP yerel iktidar partisidir. Ancak piyasa işbaşındadır ve Kadıköy’de de AVM’ler, marinalar yayılmalı, binaların boyu arşa çıkmalıdır. Asfalt ve betonun zaferi en büyük şehrin en önemli ilçelerinden birinde ilan edilmeyecekse, piyasanın hali nice olur? Unutmayalım ki sistem bir bütündür. Yerel yönetimler partilere pay edilebilir, ama piyasa tanrısı merkezi ve yerel yönetim arasında tercihte bulunmaz. Bunlar birbirini dışlamamalı, işbirliği içinde rantı çoğaltmalıdırlar. Bu durumda muhalif belediyecilik birçok örnekte AKP’nin merkezi iktidarı ile CHP’nin yerel iktidarı arasında piyasacı bir ittifakın kurulması şeklinde somutlanmaktadır.
Az önce dediğim gibi elbette istisnaları vardır. Kadıköy’de bile 2019’da önce olabilmiştir…
* * *
Seçime daha var. Gelecek haftalarda burada yazmaya devam ederim. Ama artık bugünkü yazıyı bir sonuca bağlamanın zamanıdır.
Yerel yönetimin, çantasında hizmet projeleriyle podyuma çıkan “başkanın” iktidarı olması reddedilmelidir. Böylesi kabul gördüğünde seçmen çoğunluğu da “çöpümü kim daha iyi toplayacak” sorusuna yanıt arama durumuna düşer. Ahmaklaştırılan yoksullar çöplere bakarken, rant genişleyecek, zenginler arasında paylaşılmaya devam edilecektir!
Oysa halk belediyeyi bir örgütlenme pratiği, sömürü düzenine karşı bir mevzi olarak görebilir. Sömürü düzeninin bir parçasının, sömürenlerin elinden kopartılıp alınması zordur, ama mümkündür. Bu, düzenin yıkılması anlamında bir devrim sayılmaz. Ama halkın örgütlenme yönünde atacağı her bir adım, devrimci bir değişimin hazırlığı demek değil midir?
Yerel yönetim seçimlerine mi gidiyoruz, madem öyle, emekçi halkın örgütlenmesinin zamanıdır. Komünist belediyeciliğin en büyük projesi budur.