Bireylerin kendi yaşamlarına dair beka, yani varoluş kaygılarıyla, milliyetçiliğin köpürttüğü beka söylemi birleşmekte ve bu da seküler milliyetçiliği köpürtmektedir.

Kriz, teyakkuz, infial: Seküler milliyetçilik

Perinçek iktidar destekçiliğiyle kendisini ve partisini bir siyasi mevta haline getirdiği için yüz bin imzaya ulaşamazken, Muharrem İnce ve Sinan Oğan Türkiye siyasetindeki yeni bir fenomene işaret edecek şekilde, gereken imzayı toplayarak cumhurbaşkanı adayı olmayı başardılar. İnce ve Oğan’ın 100 bin imzaya ulaşması kolay olmadı doğru ama bu durum onların siyasal alandaki yeni ve onları da aşan bir olguyu temsil ettikleri gerçeğini değiştirmiyor.

Peki bu yeni fenomen, bu yeni olgu nedir? Şimdilik eldeki en açıklayıcı kavram olduğu için bu yeni fenomene, yeni olguya “seküler milliyetçilik” adını verebiliriz. 14 Mayıs seçimlerini ister AKP kazansın, ister AKP-sonrası bir döneme geçilsin, 14 Mayıs sonrası yeniden şekillenecek olan siyasal alanda seküler milliyetçilik güçlü bir şekilde yer alacaktır. Bu nedenle de bu yeni akım üzerine düşünmek gerekmektedir.

Kuşkusuz seküler milliyetçilik iddiasına CHP’nin ya da İYİP’in söyleminde de rastlayabiliriz; hatta İYİP kurulurken “kentli, seküler, batılı milliyetçiliğin adresi” olarak gösterilmiştir. Ancak İYİP’in kendisini giderek merkez sağ bir parti olarak konumlandırması, partideki ülkücü kanadın sesinin kısılması ve daha “sakin” bir söyleme geçmesiyle birlikte, bir “teyakkuz ve infial hali”nin yansıması olan seküler milliyetçilik kendine yeni mecralar aramaya başlamıştır.

“Teyakkuz ve infial hali” derken neyi kast ediyoruz peki? Seküler milliyetçiliğin teyakkuz ve infial hali, Türkiye’ye ve Türklüğe yönelik yeni beka tehdidi iddiası üzerine kuruludur ve bu beka tehdidinin kaynağı göçmenler/sığınmacılar ya da yaygın kullanımıyla “Suriyeliler”dir. Buna göre Türkiye’ye yönelik göç dalgasının gerisinde Batı’nın Türkiye’de demografiyi değiştirme ve Anadolu’yu Türksüzleştirme planı vardır. Suriyeliler üzerinden çıkarılacak bir iç savaşla ülkenin bölünmesi ve Doğu ve Güneydoğu’da bir Kürt devletinin kurulması da planlar arasındadır.

Beka tehdidi böyle kodlandıktan sonra, özellikle sosyal medya çağında sözünü ettiğim teyakkuz ve infial halini yaratmak kolaydır. Orman yangınlarını kolaylıkla Suriyelilerin üzerine atabilirsiniz, bir sığınmacı kriminal bir vakaya bulaşmışsa, bunu bütün sığınmacılara teşmil edebilir ve suç oranlarındaki artışla sığınmacılar arasında aslında var olmayan ilişkiler kurabilirsiniz. Deprem bölgesinde yaşanan yağmalama hadiselerini kolaylıkla Suriyelilerin üzerine yıkabilir, “vur emri” çıkarılmasını isteyebilir ve gerçekliği kolaylıkla manipüle edebilirsiniz.

Peki bu teyakkuz ve infial hali toplumda neden karşılık bulmakta, seküler milliyetçilik dediğimiz akım neden özellikle gençler arasında yaygınlaşmaktadır?

Aslında yaşanan şey küresel eğilimlerden, dünyadaki genel gidişattan ayrı değildir. Özellikle kapitalizmin 2008’deki krizinden beri hem dünyada hem de batı ülkelerinde gelir dağılımı bozulmakta, eşitsizlik ve adaletsizlikler artmakta, bu da beraberinde yeni toplumsal tepkileri getirmektedir. İşte “radikal sağ” olarak adlandırdığımız sağ popülist/neo-faşist akımlar bu zeminde güçlenmekte, kapitalizme doğrudan yönelemeyen öfke, elitlere, dünyayı yönettiği ileri sürülen gizli örgütlere, göçmenlere, LGBT bireylere, kısmen Yahudilere vs. yönelmektedir.

Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmakta, Türkiye toplumu çok derinleşmiş bir yoksullaşma yaşamakta, bölüşüm ve gelir adaletsizliği gün geçtikçe derinleşmekte, bu da beraberinde özellikle gençler arasında geleceksizlik ve umutsuzluk hissini çoğaltmaktadır. Ayrıca, Cumhuriyet tarihinde ilk kez böylesi bir göç dalgasıyla karşılaşılmakta, milyonlarca sığınmacı Türkiye’de yaşamaktadır.

İşte ekonomik krizin yarattığı geleceksizlik ve umutsuzluk hissi sığınmacıların varlığıyla ve aslında krizin müsebbibi oldukları iddiasıyla birleşmekte ve ortaya sözünü ettiğimiz o teyakkuz ve infial hali çıkmaktadır. Bireylerin kendi yaşamlarına dair beka, yani varoluş kaygılarıyla, milliyetçiliğin köpürttüğü beka söylemi birleşmekte ve bu da seküler milliyetçiliği köpürtmektedir.

Özellikle 2000’li yıllarda dünyaya gelen, AKP iktidarından öncesini hatırlamayan ve bugün en büyüğü 23 yaşında olan genç kuşak, darbe, pandemi, ekonomik kriz ve şimdilerde deprem derken, kendisini büyük bir karanlığın, çıkmazın içerisinde bulmuş durumdadır ve buradan politize olmaktadır.

Ancak bu politikleşme hali bütünüyle tepkiseldir, dört başı mamur bir siyasal ideolojiye, bir fikir akımına yaslanmamakta, yüzergezer ve amorf bir nitelik taşımakta ve daha çok internetten/sosyal medyadan beslenmektedir.

Bu politikleşme halinin tartışılmaz figürü Atatürk’tür ama hamasi, Atatürk’ü derinliğine kavramaktan uzak, devrimciliğini görmezden gelen ve onu basitçe ırkçı milliyetçilikle ilişkilendiren bir bakış açısı vardır ortada. Atsızcılık, İttihatçılık, Enver Paşacılık gibi seküler milliyetçiliğin (çelişkili ama) güncel ve moda görünümleri için Atatürk, kendilerini haklılaştıracak bir figür olmanın ötesinde başka bir anlam taşımaz.

Öte yandan 20 yıllık AKP iktidarına verilen tepki, seküler milliyetçilikte hiçbir zaman bütünlüklü bir şekilde siyasal İslam’a, tarikat ve cemaatlere, izlenen dinselleşme politikalarına yönelmez. Buradaki esas mesele “Araplaşma” iddiasıdır. Seküler milliyetçilik geride kalan 20 yıla baktığında siyasal İslam’ı ve onun bu topraklardaki kaynağını görmek yerine işin kolayına kaçarak meseleyi “Araplaşma”ya havale eder. İslamcılığın bizzat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasındaki yaygınlığını sorgulamak yerine meseleyi göçmenlere, sığınmacılara havale etmeye çalışır.

Seküler milliyetçilik, yükselişinin gerisinde o olsa da, bütün milliyetçilikler gibi ekonomi-politikten, ekonomi-politiğin hakikatinden kaçar, çünkü en zayıf olduğu yerin orası olduğunu bilir. Seküler milliyetçiler açısından AKP’nin 70 milyar dolarlık kamu varlığını satmış olması pek önemli değildir, izlenen neoliberal politikalar, ücretlerin sermaye adına aşağıya çekilmesi, orman arazilerinin talana açılması, ırmakların, derelerin üzerine kurulan HES’ler vs. sorun olarak görülmez.

Bunun yerine örneğin sadece Araplara yapılan arazi ya da ev satışları seküler milliyetçiliğin gündemindedir. Bütün sermaye biçimleri gibi Arap sermayesi de yıkıcı ve talancıdır ama seküler milliyetçiliğin gözü diğer sermayeye kapalıdır, çünkü onlar için esas mesele Türkiye ekonomisinin bağımlı karakteri değil, “Araplaşma” diye okudukları süreçtir.

Seküler milliyetçilik, CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na partiyi Kürtlere ve liberallere açtığı, farklı toplumsal kesimlere yönelik özgürlükçü bir söylemi benimsediği, yani CHP’yi milliyetçi bir parti olmaktan uzaklaştırdığı gibi gerekçelerle yüklenir. Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Dersimli olması, Kürt siyasetiyle diyalog zemini kurması vs. bunların hepsi seküler milliyetçiliğin CHP’ye yönelik bakışını belirler.

İşte İnce ve Oğan olgusunu, daha doğrusu Oğan’ı aday gösteren Özdağ ve Zafer Partisi olgusunu buraya, seküler milliyetçiliğin yükselişi zemini üzerine yerleştirmek, buradan anlamak gerekmektedir. İnce’nin siyasal söyleminde sığınmacılar, göçmenler merkezi bir yer tutmaz belki ama özellikle bir dönem Özdağ ile ittifak görüşmeleri yapmaya varan ilişkiler, Memleket Partisi ile Zafer Partisi’ni seçmenini birbirine yakınlaştırmış, Özdağ’ın milliyetçilik anlayışı İnce’ninkine galip gelmiş ve İnce’nin tabanındaki gençler de bu yeni milliyetçi dalganın bir parçası olmuşlardır.

Kriz zamanları merkez siyasetin zayıfladığı ve kitlelerin, özellikle de gençlerin radikal ideolojilere, akımlara meylettikleri dönemlerdir. Türkiye’de çoklu bir kriz hali yaşanmakta, bu da toplumu ve gençleri, bir teyakkuz ve infial halinde yeni arayışlara yönlendirmektedir. AKP iş başında kalsa da iktidar değişse de Türkiye siyasetindeki varlığını devam ettirecek olan seküler milliyetçilik, düzene yönelik öfkeyi alıp başka yerlere yönlendirdiği, bu öfkeyi manipüle ettiği, toplumun yaşadığı sefaletin gerisindeki hakikati görmesini engellediği, ırkçılığı ve faşizmi yükselttiği için son derece tehlikeli bir akımdır ve bununla mutlaka mücadele edilmesi gerekmektedir.

Bu mücadele ise ancak laikliğin, bağımsızlığın, kamuculuğun siyasetin merkezine taşınmasıyla, sermaye düzeni ile yaşanan sefalet arasındaki ilişkinin gösterilmesiyle, geleceksizliğin ve umutsuzluğun panzehrinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı, faşizm değil eşitlik ve adalet arayışı olduğunun doğru bir şekilde anlatılmasıyla mümkün olabilecektir. Bu aynı zamanda sözcüğün gerçek anlamında “radikal” olanın ne olduğunun ortaya konulması ve gerçek bir radikalizmin işaret edilmesi demektir.