'Kılıçdaroğlu'dan hem cumhurbaşkanlığına hem başbakanlığa ülkücülerin/milliyetçilerin sahip olacağı bir Türkiye için gereken son adımlardan birini atması ve Yavaş’ı aday olarak göstermesi isteniyor.'

İtalya’dan Türkiye’ye, Meloni’den seküler milliyetçiliğe

Bundan tam 100 yıl önce, Ekim 1922’de, İtalya’da faşizm “Roma üzerine yürüyüş” neticesinde ve Mussolini’nin öncülüğünde iktidara gelmişti. Bugün, tam 100 yıl sonra, faşizm elbette ki yenilenmiş, makyajlanmış haliyle, seçim sandığı aracılığıyla ve hem son derece trajik hem de son derece ironik bir şekilde, bir kadının, Giorgia Meloni’nin liderliğinde İtalya’da bir kez daha iktidarda.

“Trajik ve ironik” dedik; çünkü faşizm, başta komünizm olmak üzere başka bir sürü şeye düşmanlığının yanı sıra, çok net bir şekilde kadın düşmanı bir ideolojiydi. Mussolini’ye göre modern zamanlarda da kadının yeri geçmişte olduğu gibi aile ocağı, esas görevi de annelik olmalıydı; çalışmak ise kadını kadın yapan niteliklerin kaybına yol açıyor, aileyi yıkıyor ve nüfus artışını engelliyordu.

Tam da bu bakış açısından kaynaklı bir şekilde, faşist İtalya’da ardı ardına kadınların çalışma yaşamına katılmasını engelleyecek ve onları eve hapsedecek düzenlemeler yapıldı. 1927’de kadın işçilerin aldığı ücret eşdeğer erkek ücretlerinin yarısına indirildi. Yine aynı yıl kadınlara lisede edebiyat ve felsefe öğretmenliği, 1928’de ise orta öğretim kurumlarında müdürlük yapmak yasaklandı. Kız öğrencilere ise ortaöğretim ve üniversitede iki kat harç ödeme yükümlülüğü getirildi. 1933 yılında kamu kurumlarına kurum sınavlarında kadınları dışarıda tutacak koşullar getirme hakkı tanınırken, 1938 yılında kamudaki kadın memur sayısının toplam memur sayısının yüzde onunu geçmemesi yönünde bir karar alındı.

Yine de Mussolini, karizmatik kişiliğini, güçlü hitabetini ve elindeki ideolojik aygıtları kullanarak İtalyan kadınların ciddi bir bölümünün sevgisini kazanmış ve onları bu politikalara ikna edebilmişti. Faşist devlet kadının anneliğini yücelten mitingler yapıyor, Mussolini o mitinglerde kadınları balkondan selamlarken onlar da “Duçe’ye” havaya kaldırdıkları bebeklerini gösteriyorlar ve adeta ondan bebeklerini kutsamasını istiyorlardı.

İşte “Roma’ya Yürüyüş”ün yüzüncü yılında, Mussolini’den “tüm yaptıklarını İtalya için yaptı, onun gibi bir lider halen gelmedi” diye bahseden ve üstelik “anneyim, Hristiyanım, İtalyan’ım” diyerek Mussolini’nin kadınlara biçtiği rolü –elbette ki siyaset dışında- kabul eden bir kadının liderliğinde, faşizm bir kez daha iktidara gelmiş bulunuyor İtalya’da.

Meloni’nin 2018 seçimlerinde yüzde 4 oy alan partisinin sadece dört yıl sonra oylarını katlayarak yüzde 26’lara ulaşmasının gerisindeki en temel faktör İtalyan kapitalizminin uzun yıllardır yaşadığı derin kriz ve bunun geniş halk kitleleri üzerindeki yıkıcı etkisi elbette. Bu krizi çözmesi için Draghi’nin başbakanlığında 2021’de kurulan ve hem teknokratların hem de siyasetçilerin içerisinde yer aldığı “büyük uzlaşı” kabinesi başarılı olamayınca bu yılın temmuz ayında Draghi istifa etmiş ve erken seçim kararı alınmıştı.

Meloni ise elbette ki kapitalizme karşı sahici bir alternatif sunmuyor ama bütün faşist hareketler gibi hem sözde düzen karşıtı bir söylemi dillendiriyor hem de dost-düşman ikiliği üzerine kurulu siyaseti yükseltip halkın önüne sahte düşmanlar atıyor.

Faşist lider küresel elitleri, Avrupa Birliği’ni, finansal sermayeyi hedef tahtasına yerleştirerek güya anti-kapitalist bir pozisyon alıyor ama aslında ulusal bir kapitalizmi, “kötü kapitalizm”e karşı “iyi kapitalizm”i savunuyor. Dahası seçimin hemen öncesinde küresel elitlere zeytin dalı sunma olarak görebileceğimiz bir şekilde, hem Avrupa Birlikçi hem de NATO’cu tutumunu teyit ettiğini, Rusya’ya yönelik yaptırımların artırılmasını savunduğunu biliyoruz.

Meloni, aile, din, etnik kölen ve annelik üzerinden meseleyi sınıfsal düzlemden kültürel/kimliksel düzleme çekiyor ve bütün faşizmler gibi kitlelerin düzene yönelik öfkelerini manipüle ediyor. Komünistleri, feministleri, göçmenleri, LGBTİ bireyleri yaşanan krizin ana sorumluları olarak gösterip toplumsal öfkeyi bunlara yöneltmeye çalışıyor, Hıristiyan-İslam ikiliğine dayalı kutuplaşmayı derinleştirmek ve “medeniyetler çatışması”ndan nemalanmak istiyor, bu ise yaşanan ekonomik krizin üzerini örtmek ve böylelikle düzene hizmet etmekten başka bir anlama gelmiyor. Daha önceleri de çokça söylediğimiz üzere neoliberaller ve sağ popülist/neo-faşist akımlar birbirini besliyor, birbirinden besleniyor ve her ikisi de “düşman kardeşler” olarak düzeni besliyorlar.

Tüm bunlar ise esas olarak sınıf demekten kaçınan, siyaseti kültüre ve kimliğe indirgeyen, devrim yapma ve iktidarı alma perspektifinden yoksun, kapitalizmle uzlaşmış batı solu sayesinde mümkün olabiliyor. Solun ve emek hareketinin geri çekildiği, sahici bir düzen karşıtlığının gündemde olmadığı bir konjonktürde kitleler de yüzlerini kolayca sağ popülizme ve neo-faşizme dönebiliyor, bunların sözde düzen karşıtlıklarından medet umar hale gelebiliyor, insanlığın en ilkel yanlarına ve korkularına seslenen demagojik söylemlerden kolaylıkla etkilenebiliyorlar.

***

Yüksek enflasyon, giderek derinleşen yoksulluk ve sefalet, siyasal İslam’a yönelik biriken öfke, göçmen meselesi, solun yokluğu, kolektif depresyon hali ve olan bitenin kitleler nezdinde beslediği aşağılanma hissi… Aslında Türkiye’de de sağ popülist/neo-faşist akımın iktidara gelmesi için zemin müsait, şartlar uygun.

Uygun ama batıdan farklı olarak bizde İslami-sağ popülist bir parti, hem de devletleşmiş bir şekilde zaten iktidarda. Dahası içerideki ve dışarıdaki sıkışmışlığı nedeniyle giderek batıdaki sağ popülist akımlarla yakınlaşan, onları daha fazla taklit eden, örneğin LGBTİ meselesini kaşıyıp yeni düşman olarak toplumun önüne atan bir iktidar var karşımızda.

Ama bu yine de konjonktürel somutlaşması “seküler milliyetçilik” olan ve batıdakilere benzeyen bir sağ popülizmin/neo-faşizmin ayak seslerini duymadığımız anlamına gelmiyor. Yirmi yıllık AKP iktidarına yönelik öfke, güçlü bir sınıf hareketinin ve solun olmadığı bir siyasal alanda, başka faktörlerle de birleşerek seküler milliyetçiliğin mecrasına doğru akıyor ve onu güçlendiriyor.

Son günlerde cumhurbaşkanlığı adaylığı için Mansur Yavaş isminin giderek daha yüksek sesle dillendirilmesini de bunun üzerinden okumak gerekiyor. Evet özellikle apolitik bir şekilde politize olan “Z kuşağı”nda, “ılımlı, kapsayıcı, devlet adamı özelliklerine sahip” imajıyla Yavaş’ın bir karşılığı var, Yavaş’ın matematiksel olarak seçimi kazanma ihtimali de yüksek ama mesele bu kadar basit değil. Esas mesele, milliyetçiliğin/ülkücülüğün muhalefetteki bileşenlerinin gelmekte olanı görmeleri ve buna uygun bir pozisyon almaları.

Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanı olduğu, partiler üstü ve kapsayıcı bir imajla Türkiye’yi parlamenter sisteme götürdüğü, parlamenter sisteme dönüşün ardından yapılacak ilk seçimde Meral Akşener’in başbakan seçildiği, alınacak ağır bir yenilgi sonrası Bahçeli’nin istifasıyla İYİP-MHP birleşmesinin hesaplarının yapıldığı, Ümit Özdağ ve Sinan Oğan’ın da buraya eklemlendiği, hatta Muharrem İnce ve Tanju Özcan gibilerin bile kendisine yer bulabildiği bir büyük koalisyonun kurulmasının, devlet aygıtının kontrolünün ele alınmasının ve 12 Eylül öncesi MHP’nin sloganını hatırlayarak söyleyecek olursak “milliyetçi Türkiye”nin hayalleri görülüyor milliyetçi/ülkücü cenahta ve bu hiç de uzak bir hayal değil şu atmosferde.

Kılıçdaroğlu yönetimi kendi siyasal stratejisi doğrultusunda Akşener’i ve İYİP’i kendi elleriyle yarattı, büyüttü, güçlendirdi. Merkez sağdaki boşluğu bu partinin dolduracağı ve AKP’den CHP’ye gitmeyecek oyların buraya gideceği varsayıldı. Bugün gelinen noktada ise bizzat Kılıçdaroğlu’ndan hem cumhurbaşkanlığına hem başbakanlığa ülkücülerin/milliyetçilerin sahip olacağı bir Türkiye için gereken son adımlardan birini atması ve Yavaş’ı aday olarak göstermesi isteniyor, gayet örgütlü bir basınç uygulanıyor. Kılıçdaroğlu ise kendi adaylığını güçlendirmek için Yavaş’ta ve elbette ki İmamoğlu’nda da göremeyeceğimiz bir şekilde çubuğu “sol popülizm”e büküyor, 12 Eylül öncesinin Ecevit tarzı halkçılığının biraz daha “light” bir versiyonunu giderek güçlendiriyor, oyunu buradan kurmaya çalışıyor.

Her ne olursa olsun, Türkiye siyasetindeki bütün kurgular, emekçi sınıfların ve halkın siyasi denklemin dışında bırakılması üzerinden ve Türkiye kapitalizminin bekası adına yapılıyor. Tıpkı batıda olduğu gibi kitlelerin düzene yönelik öfkesinin manipüle edilmesi ve böylece düzenin bekasının garanti altına alınması düzen siyasetinin bütün aktörlerinin temel stratejisini oluşturuyor.

Tam da bu nedenle emekçilerin, yoksulların, halkın siyasi bir aktör olarak sahneye çıkması, kendi sözünü söylemesi, “buradayım” demesi, sınıf siyasetinin siyasal alanın asli unsurlarından biri haline gelmesi gerekiyor. Çünkü bu tablonun başka türlü değiştirilme ihtimali bulunmuyor.