Bugünkü iktidarın izlediği politikaların bir kısmına bakarak o politikaların tersinin mutlak olarak doğru olduğunu söylemek, doğru olduğunu savunmak bilimsel değil ideolojiktir.

Genel kabul görmüş iktisat bilimi kuralları?

Kılıçdaroğlu’nun TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski ile görüşüp “konuşun” çağrısı yapmasının ertesi günü TÜSİAD bir açıklama yapmış ve iktidara “genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına dönüş” çağrısında bulunmuştu. 

Peki acaba sahiden de böyle bir şey var mıdır, yani “genel kabul görmüş iktisat bilimi kuralları” derken yerçekimi yasası benzeri değişmez ve evrensel yasalardan bahsedebilir miyiz? 

Aslında bu sorunun yanıtı TÜSİAD başkanının kurduğu cümlenin başında bulunabilir. Kaslowski tam olarak şöyle demektedir: “Son dönemde ekonomide oluşan hasarın tespitini yapıp öncelikle serbest piyasa işleyişi çerçevesinde, tüm paydaşların desteğinin alındığı, genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına hızla dönülmesinin gereği açıktır.”

Buradaki anahtar kavram “serbest piyasa”dır ve “genel kabul görmüş iktisat bilimi kuralları” da serbest piyasacılığın kurallarıdır, yani söz konusu olan şey bilim değil ideolojidir, bilimsel olarak sunulan şey de ideolojiktir. Sermaye örgütü, aslında kapitalizmin bekasının tehdit altında olduğunu düşünmekte ve buna uygun bir şekilde kapitalist rasyonaliteyi “bilimsel” ilan etmekte, buna dönüş çağrısında bulunmaktadır.   

Bu çağrıya damgasını vuran aklı, bugün Türkiye’de yürütülen ekonomi tartışmalarının hemen hepsinde görebiliriz; iktidara yapılan çağrıların hemen hepsi kapitalizmin bekası adına yapılmakta, iktidara kapitalist rasyonaliteye dönüş çağrısı yapılmakta, çözüm olarak toplumun önüne bu dönüş konulmaktadır. 

Bunun ideolojik altyapısı ise “iktidarın yaptığı her şeyin tersi doğrudur” diyebileceğimiz bir söylem üzerinden kurulmakta, toplumun muhalif kesimlerinin iktidara yönelik öfkesi, açıkça manipüle edilmektedir.

Örneğin iktidarın Merkez Bankası’nı bir çiftlik gibi kullanması, sürekli başkanını değiştirmesi, rezervleri eritmesi gibi olgulara bakarak buradan varılan sonuç “Merkez Bankası bağımsızlığı” olmakta ve bu “bağımsızlığın” anlamı üzerine düşünülmemektedir. Oysa “bağımsız” Merkez Bankası fikri, neoliberalizmin bir icadıdır ve amaç da siyasetle ekonomi arasındaki bağı koparıp, piyasayı “özgür” bırakmak ve ekonomiyi teknik bir meseleye indirgemektir. Ekonomi teknik bir mesele olarak görülüp siyasetle bağı koparıldığında karşımıza çıkan şey ise “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunun devre dışı kalması, yani ekonomik taleplerin siyasal alandan dışlanması olmaktadır. Buna göre, nasıl olsa piyasa kendi rasyonalitesi ile işleyecek ve herkes için ortaya “adil” bir sonuç çıkacaktır, siyaset buraya müdahale etmemelidir. 

Halkçı-kamucu ekonomi politikaları izleyecek bir iktidar iş başına geldiğinde Merkez Bankası “bağımsız” olabilir mi peki? 

Kesin bir şekilde söylenebilir ki olamaz. Böyle bir iktidarda Merkez Bankası, o iktidarın ekonomi politikalarına uygun bir şekilde hareket etmek, kalkınma, sanayileşme, gelir dağılımında adalet vb. başlıklarda ekonomi yönetimine yardımcı olmak, izlenecek ekonomi politikalarının ana ayaklarından birini oluşturmak zorundadır. 

Sözünü ettiğim duruma “bağımsız” Merkez Bankası fetişizmi dışında da örnekler verilebilir. Örneğin bugün iktidarın yapay bir şekilde faizleri indiriyor olması, yüksek faizin iyi olduğu, ekonomik krizden çıkış için faizlerin yüksek olmasının şart olduğu anlamına gelir mi? 

Bu sorunun yanıtı da net bir şekilde “hayır”dır. Çünkü faiz politikası da tıpkı diğer ekonomi politikaları gibi sınıfsaldır ve değişmeyen, sorgulanamayan evrensel fizik kuralları gibi ele alınamaz. Bir iktidarın faiz politikasını onun sınıfsal karakteri belirler. Yüksek faiz, finansal sermayenin egemenliği, halkın cebinden alınan paraların finansal araçlarla sermayenin cebine konulması demektir. 

Halkçı-kamucu bir iktidar ise kendi ekonomi politikalarına en uygun faiz politikalarını izleyecek, halkın zenginliğini finansal sermayenin kumar kasasına aktarmayacak, izlediği ekonomi politikalarının temelinde hem toplumsal refahı ve zenginliği artırmak hem de yaratılan refah ve zenginliği topluma eşit bir şekilde dağıtmak hedefi olacaktır. 

Asgari ücret tartışmalarında da benzer bir durum söz konusudur. Holding iktisatçıları halkın tepkisinden çekindikleri için doğrudan “asgari ücreti çok artırmayın” diyemediklerinden, patronlarının çıkarlarını savunmak adına meseleyi enflasyona bağlayıp “asgari ücretteki artış enflasyonu artıracak” şeklinde dâhiyane tespitlerde bulunmaktadırlar. 

Oysa Türkiye’de enflasyonun nedeni emekçilerin ücretleri değil Türkiye kapitalizminin ithalata bağımlı yapısıdır ve Türkiye sermaye sınıfının bu bağımlılığı değiştirmek gibi ciddi bir girişimi hiç olmamıştır. Aynı şekilde, iktidarın eninde sonunda enflasyona yol açacağı belli olan politikalarına patronlar kendi sınıfsal çıkarları adına yirmi yıl boyunca tek bir gerçek itiraz geliştirmemişlerdir. 

Örnekler çoğaltılabilir ama dediğim anlaşılmış olmalı. Bugünkü iktidarın izlediği politikaların bir kısmına bakarak o politikaların tersinin mutlak olarak doğru olduğunu söylemek, doğru olduğunu savunmak bilimsel değil ideolojiktir, kapitalizmin ideolojisi burada da iş başındadır. 

“Muhalif” ekranları, gazeteleri, internet sitelerini dolduran “muhalif” ekonomistlerin önemlice bir bölümü, işte bu ideolojinin ve onun dilinin içerisinden konuşmakta, alternatif olarak bugünkü sermaye düzeninin restore edilmesi dışında bir seçenek sunmamakta, “ne yapmalı” sorusuna verdikleri yanıt ise “demokrasi gelirse ekonomi düzelir”le “yapısal reform şart”tan öteye gitmemektedir. 

Tüm bunlar elbette ki düzen muhalefeti için de geçerlidir, düzen muhalefetinin de bu soruya verdiği yanıt aynıdır ve bu nedenle de toplumun önüne alternatif diye konulan şey Kemal Derviş’in başlatıp Babacan’ın devam ettirdiği programın ötesine geçmemekte, 2002-2013 arasının AKP’si kurtuluş reçetesi olarak gösterilmektedir. 

Hal böyle olunca, kimse temel sektörler başta olmak üzere geniş kapsamlı bir kamulaştırmanın gerekliliğinden, uzun vadeli bir kalkınma ve sanayileşme programının hazırlanmasından, planlı ekonominden, servetten ve zenginlikten alınması gereken vergilerden vs. söz etmemekte, bırakın düzen dışı bir seçeneği, düzen içi radikal birtakım değişimler bile gündeme gelmemektedir.   

Ekonomi sınıflar mücadelesinin gerçekleştiği temel alandır ve ekonomi politikaları da bu mücadele tarafından belirlenir. 22 Aralık tarihli yazımda da belirttiğim üzere bugün Türkiye’de emekçi halka yönelik bir “tepeden sınıf mücadelesi” verilmekte, iktidar ve sermaye emekçi halka yönelik planlı programlı bir yoksullaştırma politikası izlemektedir. Bunun karşısına konulacak alternatif ise restore edilmiş bir kapitalizm ve neoliberal politikalara sadakat olamaz, “hepimiz aynı gemideyiz” sözü üzerine kurulu politikalarla buradan çıkılamaz. 

Yapılması gereken, sermayenin tepeden sınıf savaşına karşı, aşağıdan bir sınıf savaşının yükseltilmesi gerektiği fikrini toplumla buluşturabilmektir. Bunun bir boyutunda da ekonomi politikaları üzerine yürütülecek tartışma vardır. Ekonomi politikaları üzerine yürütülen tartışmaların sınıfsal karakterini ve emekçilerin çıkarlarına uygun ekonomi politikalarının neler olduğunu topluma göstermek, halkın önüne gerçek bir alternatif koymak ve onu duyulur, görülür, konuşulur hale getirmek öncelikli görevimizdir.