Adettendir, yazı öncesi şöyle bir tarama yaptım neler yazılmış acaba diye, detaylı değildi ancak baktığım yazılarda gördüm ki kapitalizm eleştirisi zinhar denmemiş.
O piti piti, karamela sepeti, terazi lastik jimnastik, biz size geldik bitlendik. Portakalı soydum başucuma koydum, ben bir oyun uydurdum. Duma duma dum. Kırmızı mum…
Böyle devam edebilir, çocukluğumuzdaki keyifli, heyecanlı ve öğretici tekerlemeleri uç uca ekleyerek, uydurarak, sonsuza dek uzatabilirim. Hatta bunu bir kriz anından kaçmak için ellerim kulaklarımda, dışarıdaki hiçbir sesi duymadan, dışarıyla olabildiğince bağlantımı kopararak ve dünyaya küserek yapabilirim. Bir öfke, hayal kırıklığı, bıkkınlık, bezginlik, yorgunluk işareti olarak, bir filmden araklanmış bir sahnede küçük bir çocuğun kendi içine kapanmasını, dehşetli korkmasını ve üzülmesini bu yolla betimleyebilirim.
İzlediğim dizi bu imgeyi çaktı kafama. Nihayetinde hepimiz büyümüş çocuklar değil miyiz? Hepimiz bebek değil miydik en başta? Hepimiz çocuk değil miydik daha sonra? Yetişkin olmadan önce ve yetişkin olunca büyümüş oluyor muyuz hakikaten? Ya da büyümesi ne anlama geliyor bir çocuğun? Eylemlerinin sorumluluğunu alabiliyor olması, kendi başına yaşayabiliyor, hayatını döndürebiliyor olması bu cangılda, kendine yetebiliyor olması, hayatı ciddiye alıyor olması, kendi gücüne güveniyor olması, yalnızlıkla başa çıkabiliyor olması, bir başına ayakta kalabiliyor olması, bir başına kendini çaresiz hissetmiyor olması.
Güvende hissetmesi, bir bütünün parçası olarak biricik ve değerli hissetmesi midir yoksa yetişkin olmak? Doğalgaz ve elektrik zammını düşünüp dertlenmekle yetişkin olmak arasında bir bağ var mıdır mesela? İşini kaybetmiş bir Güney Koreli işçinin, fabrikayı işgal etmesi, eylem yapması, tıpkı Tekel Direnişi gibi, eylemin toplumsal hafızada iz bırakması ve sonra bastırılması ve sonra işsiz kalması, kurduğu ufak tefek işleri batırması, işsiz kalırsam diye diye, orada Kore’de, Güney’de işsiz, sefil, perişan biçimde, iyice iyice öğütülmesi, ezilmesi, horlanması ve yıpranması…
Uzak mı Güney Kore?
“Squid Game” den söz edeceğim. Hürriyet Gazetesi’nin deyimiyle “son dönemin en büyük kültürel olayı.”imiş. Sert bir Güney Kore dizisi deyorlar. Hayat kadar sert, kapitalizm kadar acımasız. (Burada bir sır vereceğim size, ben diktatörlerden daha fazla kapitalizme sinir oluyorum, o kadar yani, çok fena, bitmiyor, bitmiyor kapitalizme öfkem ve nefretim bitmiyor.) Bir sistem, kapitalist sistem hani, her şeyin alınıp satılabilir olduğunu beyinlere kazıyıp duran. Böbrekler, gözler, karaciğer buna dâhil, her tür mafya yaşam alanı bulabilir içinde, farklı dönemlerde farklı kıvamlarda. Sürekli insan öğüten, ümit öğüten, çocuk ve genç öğüten bir sistemde çemberin dışına sistem tarafından itilmiş 456 kişi zorunlu tercihleriyle bir oyunölüm kampında kapana kısılırlarsa ne olur bu içeride?
Çok fena olur.
Dışarısı mı içerisi mi daha fena? Değersizlik hissi, çöp olma hali, tükürülüp atılmış onca yetişkin çocukların kaygıdan, güvenliksizlikten, öfkeden, yetersizlikten, geleceksizlikten, bugünsüzlüktün, korkudan gaddarlaşmış, yozlaşmış, şaşkınlaşmış, zalimleşmiş bir 456 kişi, hem kaçıp hem de sistemin çeperlerinde parayı ve babayı bulmak sevdasındadırlar.
Adettendir, yazı öncesi şöyle bir tarama yaptım neler yazılmış acaba diye, detaylı değildi ancak baktığım yazılarda gördüm ki kapitalizm eleştirisi zinhar denmemiş. Oysa bana çok sıkı eleştiriliyor geldi “Squid Ğame”de zehir zıkkım kapitalizm. Kahrolsun kapitalizm, bin batsın, yok olsun, yıkılsın kapitalizm. (Nevzat Evrim Önal’ın soL’da bir yazısı vardı geçen yalnız. Bağlantısı burada dursun) Garip geldi. Oldukça garip. Oysa yoksulluk en büyük insan hakkı ihlalidir diye çığlık atmak geliyor içimden bir süredir.
Dizi yaman. Yarattığı tiplemeler keskin, ölümüne gerçek değil mi kapitalizmin doğrudan ve dolaylı yollardan insanların hayatlarına kastetmesi?
Ölüm oyunlarında kimler izleyici peki? “Çok Önemli Kişiler” başka deyişle VIP’ler. Ensesi kalınlar, patron takımı, paraya tapanlar, paranın gücüyle muktedir olduğunu sananlar, baylar bayanlar merdivenden kayanlar.
Pis huy oldu bende bu ille bir şeyi başka şeye bağlıyorum, nereden geldiği bilinmez çağrışımlarla. Auschwitz Toplama Kampı geliyor aklıma mesela, kamptaki binlerce vesikalık fotoğraftan bana bakan yüzler. “Çalışmak özgürleştirir.” diye diye VIP’lerin fabrikalarında köle işçi olarak çalıştırılan esirler… Bugüne doğru sayalım mı mesela ÎI. Savaştan? Ya da bu kadar trajik olmasa da olur derseniz, gündelik yaşantıdan, sağlıklı barınamamaktan, sarı benizli çocuklardan, duvardaki nemden, ulaşılamayan sağlık hizmetlerinden, borca batmış milyonlardan, geleceği ipotek altında “tüyü bitmemiş yetimlerden”, solup giden hayatlardan, başka türlüsü mümkün olabilecekken hem de… Mümkün olmayanlardan.
Yankı Yazgan ben homur homur saydırırken enfes söylemiş empati ile ilgili, sosyal medyada, denk geldi. Dizinin etkisiyle söylenenler nasıl çakıştı ve bütünleşti bir bilseniz. Hani dizide de öyle güvensiz, öyle kötü, öyle güvenilmez, öyle yoz karakterler var ki. Mayın tarlası adeta her yer. (Nasıl bu kadar geriye, nasıl bu kadar ilkele alıp götürülüverdik bu kapitalizm çılgınlığıyla akıl alır gibi değil.) Uzatmayayım, zaman zaman sinir olduğum “empatik ol bebeğim” çağrılarına ne güzel bir çerçeveden yanıt vermiş Yazgan. Şöyle diyor mealen:
“Empati becerisi yaklaşık 3-4 yaş civarında filizlenmeye başlıyor ve geliştirilebilir bir refleks gibi ancak devreye girmesi pek çok faktöre bağlı. Temel yaşamsal kaynakların sınırlılığı ya da yokluğunda devreye girmesi çok zor. Güvenebileceğiniz bazı şeyleri birilerinin sizin için yaptığına inanabilmeniz gerekiyor. Çocuk için anne baba, vatandaş için devlet gibi. Mesela yoksulluk, eşitsizlik, savaş, şiddet bu gibi şeyler ev içi şiddet başta, istismar, ihmal bunların hepsi empati gelişimini kökünden kurutuyor. Endişe arttıkça empatinin devreye girmesi de azalıyor. Endişeyi azaltan verdiğimiz güven duygusu. O güven duygusunu verebilecek insanlara ve yapılara ihtiyacımız var.”
Yankı Yazgan’ın söyledikleri ile dizideki karakterleri tekrardan düşünüyorum, sonra dizi setinden çıkıp gerçek hayata bakıyorum. Yönetmenin gördüğünü görüyorum. Siyah ve beyaz bir dünya bu. Ölüm ile yaşam kadar karşıt birbirine. Ya bu tarafa ya da o tarafa davet eden…
Oyun bitmiş, şenlik dağılmış, hava kararmış. Bilmiyorum nasıl olacak?