Elektrifikasyonun, o tarihsel dönemde ve o coğrafyada, üretici güçlerin gelişmesinin simgesi ve temeli olarak vurgulanışıdır. Böyle anlamak yerindedir.

Elektrifikatzia üzerine çeşitlemeler

Elektrikten daha güncel ne olabilir şu sıralar? Dolayısıyla bu haftaki yazıyı buna ayırmak o kadar da güncelin dışında sayılmaz. Güncelin “o kadar da dışında sayılmaz” olsa bile, elektrik işinin bugününe girmeyeceğine göre, o kadar içinde de sayılmaz; biraz sonra görülecek. Neyse ki, Çarşamba günü Fatih Yaşlı’nın yazdıklarını okuduktan sonra, tamam dedim, Ahlatlıbel’deki toplantıdan sonra yazılması gerekenlerin özünü yazmış Fatih, ben daha önce kafamda kurmuş olduğumu yazabilirim. 

Başlıktaki, sözcüğün Rusçadaki kullanımı. Türkçede elektriklendirme diyebiliyoruz. Uluslar ya da diller arası bir nitelik kazanmış olduğu düşünülebilir. Diller arasında böyle alışverişler, ortaklaşmalar olur. 

Elektrik yüzünden başımıza gelenlerin herkes farkında olmakla birlikte, son zamanlarda burada yer alan aydınlatıcı yazılardan ikisine göndermede bulunacağım. İşim kolaylaşsın, ben de az biraz başka tellerden çalayım diye. Birini, Burçak Özoğlu, 21 Ocak günü; öbürünü, Serdal Bahçe, 11 Şubat’ta yazdı. 

Bu elektrik işinin aslı faslı nedir diye merak edip okumak isteyenlere ısrarla önereceğim iki yazıyı yazanların birtakım ortak özellikleri var. Birincisi, burada, aynı günde yazıyoruz, aynı gün ve yan yana; ikisi de benim sütun arkadaşlarım denebilir. İkinci ortak yanları, her ikisinin de akademiden olmaları. İkisinin de bizim mektepten çocuklar olması ise üçüncü ortak özellikleri.

İnsan sadece konuşurken değil yazarken de sözün nereye gideceğine dikkat etmeli. Hatta, konuşurken dinleyenler atlayabilir de, yazarken öyle değil; söz gider yazı kalır, dememişler boşuna. Bu iki önceki cümle de en azından iki açıklamayı gerekli kılıyor. Biri, bizim mektep nereden çıktı, ikincisi çocuklar demek neyin nesi? 

Bizim mektep, benim okurlarım açısından malum olmalı, ODTÜ kısaltmasıyla bilinen okuldur. Peki, mektep demek ne oluyor? O da eskiyi anmaktan vazgeçmemekle, geçmiş zamanın ağız alışkanlıklarıyla ilgilidir, diyelim. 

Çocuk sözcüğüne gelince, benim çok sevdiğim, çok kullandığım sözcüklerden biridir. Ayrıca, elektrik üzerine yazdıklarından övgüyle söz edip okunmalarını önerdiğim bu yazarlar, aşağı yukarı benim çocuğum olabilecek yaştadırlar. Dolayısıyla, bu sözcüğü kullanmamda bir densizlik yoktur.

Şimdi o çalmaktan söz ettiğim başka tellere gelebilirim. Aslında çok farklı sayılmaz. Yine elektrikten devam edeceğim elbette. Serdal’ın yazısında değinip geçtiği yüz yıl önceye giderek.

Ama, elli yıldan biraz daha uzun bir süre önceden başlayabiliriz, madem okulumuzdan falan söz ettik,  onunla bağlantılı olsun. “İktisadi planlamanın ilkeleri” dersinde olabilir ya da bir dönem sonraki “Sovyet ekonomisinin gelişimi” adlı derste, Lenin’in bütün Rusya’nın elektrifikasyonu sorununu birincil önemdeki konular arasına almasından konuşurduk. Hocamız anlatır, biz de dinler, sorar, tartışırdık. Hocamız Yalçın Küçük. “Dersimiz matematik, hocamız otomatik” diye bir tekerleme vardı çocukluğumuzda, hoşlanarak söylerdik, ona benzedi biraz. Neyse, çocukluk da geçmişe dair değil mi zaten?

***

Lenin bu konuyu önce partiye sonra halka benimsetmek için çırpınıyor. Değişik kapsamlarda toplantılar düzenliyor. Onlardan birinde Bolşevik önderlere konuyu anlatmak için birtakım elektrikli tablolar hazırlatmış. Heyecanla konuşuyor. Toplantıda bulunanlardan biri, “buna elektrifikatzia değil, eletrifikzia demek gerekir” diye söyleniyor. Troçki’nin yakın arkadaşlarından biriymiş bu esprili sataşmanın sahibi. Yapılan sözcük oyunu “elektrikli hayalcilik” anlamına geliyor. 

Ancak, Lenin çok kararlıdır; bu ve benzeri itirazları aşarak atılımı sürdürüyor. Mart 1920’de Rusya’nın Elektrifikasyonu için Devlet Komisyonu (Goelro) kuruluyor; başına getirilense, eski bir Bolşevik, Gleb Maksimilyanoviç Krijijanovskiy. Bir elektrik mühendisi olan Krijijanovskiy , Lenin’den sadece iki yaş küçük ve onun 1890’lardan beri, yakınlıkları Sibirya’daki sürgün günlerinde de kesilmemiş bir arkadaşı.

Goelro, Sovyet iktisat tarihindeki ilk planlama örgütü sayılır. Daha sonra kurulup Nisan 1921’de çalışmaya başlayan Devlet Genel Planlama Komisyonu’na (Gosplan) bağlanmıştır. Krijijanovskiy Gosplan’ın da ilk başkanıdır.

Lenin’in bu konudaki ünlü formülasyonunu kalabalıklar önünde ilk dile getirişi, benim bildiğim, Kasım 1920’de Kremlin’de yapılan Moskova Bölgesi Parti Konferansı’na rastlar. Aslında, konferansın en hararetli gündem maddesi sendikalarla ilgili tartışmalar olmakla birlikte, Lenin 21 Kasım 1920’de orada yaptığı, sonradan “Dışarıda ve İçeride Durumumuz ve Partinin Görevleri” başlığı verilen konuşmasında şöyle der: “Komünizm, Sovyet iktidarı artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur.” Hemen ardından, bunun çok büyük sayıda uzmanın katılımını sağlamak koşuluyla, en az 10 yıl sürecek uzun erimli bir görev olduğunu ekler. 

Bundan bir ay sonra toplanan 8. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’nde 22 Aralık günü yaptığı konuşmasında Lenin’in aynı formülasyonu yinelerken, bir adım daha atarak, Krijijanovskiy başkanlığındaki komisyonun sunduğu elektrifikasyon raporu için “Bence bu partimizin ikinci programıdır.” dediğini görüyoruz. Arkasından da asıl parti programının büyük kongre kararı olmadan değiştirilemeyeceğini, ama bu ikinci programın her işlikte, her fabrikada, her çalışma yerinde onu uygulayacak olanlar tarafından değerlendirilmeye, iyileştirilmeye, mükemmelleştirilmeye açık olduğunu vurguluyor. “Ancak ülke elektriklendirildiğinde ve sanayi, tarım ve ulaştırma, modern büyük ölçekli sanayiin teknik temeli üzerine yerleştirildiğinde, ancak o zaman tümüyle zafere ulaşmış olacağız.” diyor. Konuşmasının sonunda ise her fabrikanın ve her elektrik üretim kuruluşunun bir aydınlanma merkezine dönüşeceğini söylüyor ve Rusya’nın yoğun bir elektrik üretim istasyonları ve teknik tesisler ağı ile kaplanması durumunda bu komünist iktisadi kalkınmanın geleceğin sosyalist Avrupa ve Asya’sı için bir model olacağını ekliyor. Elektrifikasyonun, o tarihsel dönemde ve o coğrafyada, üretici güçlerin gelişmesinin simgesi ve temeli olarak vurgulanışıdır. Böyle anlamak yerindedir.

Bu planın, çok önemli hedefleri gerçekleştirerek, o arada birçok güçlük, engelleme ve yetersizliklerle kesintilere uğrayarak bütün ekonomiyi kapsayan beş yıllık planlara ulaştığı söylenebilir. En gelişmişleri de içinde olmak üzere bütün kapitalist ülkeler 1929 yılı ile simgeleştirilerek tarihe geçmiş büyük bunalımını yaşarken, Sovyet ekonomisi, artık başlangıç sıkıntılarını geride bırakıp birinci beş yıllık planın hedeflerini aşarak gerçekleştirme uğraşı içindedir. Ancak, 1937’de tamamlanan ikinci beş yıllık plandan sonra üçüncü plan dönemine girilmişken, genç işçi devletinin kapitalist dünyanın azgın silahlı güçlerinin saldırısına uğradığı biliniyor. Sonunda, görülmemiş bir yıkım yaşanıyor. Ayrıntıya gerek yok, sadece insan kayıplarına bakmak yetebilir: Sovyet ülkesi, savaş resmen bittiğinde, Türkiye’nin 1945 yılı sayım sonuçlarına göre toplam nüfusunun 1.5 katı kadar insanını yitirmiş durumdadır.

Ekim Devrimi’nden sonraki yaklaşık 30 yıllık Sovyet ekonomik gelişmesine ilişkin klasikleşmiş bir çalışmanın sahibi olan Cambridge Üniversitesi’nin tanınmış akademisyenlerinden Maurice Dobb, şöyle yazıyor, serbest bir çeviriyle, bu yüzden tırnak içine almadan aktarıyorum:

Sovyet rejiminin kuruluşundan bu yana, Sovyet halkı bizim ülkemiz halkının gördüğünden çok daha korkunç, çok daha öldürücü iki düşman saldırısıyla karşı karşıya kalmıştır. Açlıktan ve yokluktan güçsüzleşmiş omuzlarına iki kez dağılmış, parçalanmış ekonomilerini kalkındırmanın ağırlığı yüklenmiştir. Onlar bunu başardılar ve daha ileri planlarla yola koyuldular. Bütün bunları başaran bu insan topluluğunun, o ağır işlerin altından kalkmasını dünya şaşkınlık ve hayranlıkla izledi. Demirden bir el ya da yoğun bir propaganda ile değil, ancak tarihinin verdiği bir ruh ve gelecekte elde edeceği başarılar ile kendi yeteneğine sonsuz güveni olan Sovyet halkı gibi bir halk bu dayanıklılığa ve mücadele gücüne sahip olabilirdi. Artık bütün dünya halkları yeni bir savaş istemiyor. 

Bizim eskilerin deyişiyle, ne hazin bir tecellidir ki, sözü edilen iki saldırının ikisinde de farklı biçimlerde baş rolü oynamış bir ülkede yetişen büyük iktisatçı söylediğinde haklıdır. İnsanların büyük çoğunluğu savaş görmek, hele savaşmak istemez. Bunda kuşku yok. Ancak, aynı büyük çoğunluk, daha eskiler bir yana, çok uzun zamandır tutsak olduğu kapitalizmin egemenliği altında ne savaşı görmekten kurtulabilmiştir, ne de savaşlarda ölüp öldürmekten.

*** 

Umarım, bu çeşitlemeler, gözlere mi kulaklara mı demeli, bilmiyorum, yazı bittiği için yeni bir başlık açmak da olmaz, hoş gelen tınılara yol açmıştır.

İbrahim Çayır Abimiz de aramızdan göçtü.  Ankara’nın bizim olan sokaklarından, alanlarından, salonlarından hiç eksik olmayan bir insandı. Onu kırmızı yeleği ile kırmızı kravatı ve üstlerinde onları süsleyen parti rozetleriyle devrim simgeleri olmadan gören yoktur herhalde, ben görmedim. Birkaç kez yarı şaka yarı ciddi takılmışlığım vardır “Abi bu kılık kıyafetinle her yere girip çıkıyorsun. Sataşan falan olmuyor mu?” diye. “Yok canım,” derdi, “Kim karışabilir bana, kolay mı?” Cemal Süreya Darphane müdürüyken orada çalışan bir emekçiymiş, bilirdim. Ara sıra anlatırdı bana o günlerden aklında kalanları. Devrime saygısıyla bağlılığı kılığına sinmiş, pos bıyıkları bembeyaz, ufak tefek, çelimsiz bir adamdı. Çelimli ve çalımlı olan  inancıydı, bir de inadı. Kalanlara bu ikisini bırakıp gitti.