'Türkiye’de siyaset Marquez’in 'Kırmızı Pazartesi' romanı gibi akıyor...'

Bitmeyen Kırmızı Pazartesi’ler

Türkiye’de siyaset Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanı gibi akıyor, yani bir “cinayet”in gerçekleşeceğini herkes biliyor ama kimse onun gerçekleşmesini engelleyecek bir şey yapmıyor ve bu neredeyse hiç değişmiyor.

Bundan iki hafta önce bu köşede yayınlanan “Rejimin doğası ve seçimler” adlı yazıda, polis bandosunun Polis Akademisi mezuniyet töreninde AKP’nin seçim şarkısını okumasından yola çıkarak “rejimin doğası”ndan bahsetmiş ve “Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birine fiili bir parti-devleti rejimiyle gidiliyor, yarışın fiili parti-devleti rejimine karşı verileceği görülüyor” demiştik.

Devamında sorduğumuz soru ise şöyleydi: “Peki düzen muhalefeti olsa bile majestelerinin muhalefeti olmaması gereken muhalefet bunun ne kadar farkında, seçim stratejisini bu ‘olağanüstü durum’u göz önüne alarak, seçimlerde fiili parti-devleti rejimiyle mücadele edeceğini merkeze koyarak mı kuruyor?”

Bu soruya verdiğimiz “hayır” yanıtının sağlamasının yapılacağı bir sürece hızlı bir giriş yapmış olduğumuzu geçen haftaki İstiklal Caddesi saldırısına bakarak söyleyebiliriz. Önce karanlık bir saldırı, arkasından sınır ötesine yapılan operasyonlar, devamında sınır ötesinden gelen misillemeler, buna yanıt olarak daha da derinleştirilen operasyonlar, buradan milliyetçilik dalgasının yükseltilmesi, muhalefetin hizaya getirilmesi, halkın güvenlik endişeleriyle ve bir korku iklimiyle sandığa götürülmesi…

Son yedi yıldır neredeyse sürekli tekrarlanan bu döngünün içerisine yeniden girmiş olabilir miyiz? Girdiğimize dair işaretler çoğalıyor. “Kırmızı Pazartesi” benzetmesinden devam edelim. Geçtiğimiz haftaki “İstiklal’den sonra bir kez daha: 'Aman oyuna gelmeyelim'cilik” adlı yazıda “muhalefetin iktidar tarafından kendisine çizilen oyun alanının dışına çıkmaya dair isteksizliği ya da yeteneksizliği bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor” demiş ve şöyle devam etmiştik:

“İktidar, siyasetin şiddet aracılığıyla dizayn edildiği zamanlarda, muhalefetin buna ses çıkarmayacağını, arkasında hizalanacağını, ‘milli birlik beraberlik korosu’na aykırı bir ses çıkarmayacağını, sorumluların istifasını istemeyeceğini, kendisine çizilen oyun alanının dışına çıkmayacağını ve hatta iktidarın ağzıyla konuşacağını bilir.”

İstiklal saldırısı sonrası yaşananlar bu bilme halini bir kez daha teyit ediyor. Kendi yurttaşlarının güvenliğini sağlamakla sorumlu olanların bu sorumluluğu yerine getirememelerine dair güçlü bir vurgu yok, sorumluları istifaya zorlayıcı bir siyaset yok, saldırının karanlık noktalarını açığa çıkarmaya girişmek yok. Peki ne var? Hizaya geçme var, sıraya dizilme var, milli birlik beraberlik korosunda hep beraber hamaset şarkıları söylemek var.

Yine “Kırmızı Pazartesi”yle devam edelim. Halkın yaşadığı derin ekonomik krizin siyasal sonuçlarının olacağını, krizin sandığa yansıyacağını, iktidarın ekonomideki kötü gidişi öyle kolay kolay durduramayacağını ya da tersine tersine çeviremeyeceğini ve başka şeylere girişeceğini hepimiz biliyoruz, söylüyoruz ya da yazıp çiziyoruz.

Biraz geriye gidelim ve yine bu köşede yayınlanan başka bir yazıyı, 25 Mayıs tarihli “Kriz Hali, savaş hali, seçim hali” isimli yazıyı hatırlayalım. O yazıda iktidarın ekonomik krizi öyle kolay kolay bertaraf edemeyeceği söylendikten sonra “ama can havliyle bütünüyle enflasyonist politikalara dönülebilir ve kamu çalışanlarının maaşlarında, emekli maaşlarında ve asgari ücrette ciddi denilebilecek ölçüde artışlar yapılabilir” denilmişti. Aralık ayında o artışlara tanıklık edeceğimizi son birkaç aydaki gelişmelerden anlayabiliyoruz sahiden de. Ancak yazının devamında bunun da tek başına mevcut tabloyu değiştirmeye kolay kolay yetmeyeceği, bu nedenle de başka planlar üzerinde çalışıldığı bir tahmin olarak dile getirilmiş ve o planlardan birinin ülkeyi bir “savaş hali”nde seçime götürmek olduğu belirtilmişti. O “savaş hali” için en uygun yerin Yunanistan’dan ziyade Suriye olduğu ise şöyle anlatılıyordu:

"Bir ‘savaş hali’yle seçime gitme planı hayata geçirilecekse Suriye bunun için daha ‘uygun’ bir zemin niteliğine sahiptir. Çünkü iktidar, NATO’yla yürüttüğü İsveç ve Finlandiya pazarlıklarının kendisine Suriye’de yeni bir hareket serbestisi yarattığına inanmaktadır. Ama mesele sadece bununla sınırlı değildir; iktidar cenahında, Rusya-Ukrayna savaşında katıksız bir Amerikancılık yapmak yerine izlenen görece dengeli siyasetin ve NATO içerisinde yaratılan çatlağın Rusya’nın Suriye’deki yeni bir operasyona cevaz vermesini sağlayacağına dair hesaplar yapılmaktadır. Yani yapılan hesaplara göre hem ABD/Batı hem de Rusya yeni bir askeri harekâta sesini çıkarmayacaktır."

Suriye ve Irak’a düzenlenen son hava saldırılarının iki tarafın bilgi ve onayı dahilinde olduğu anlaşılıyor; öte yandan bir kara harekâtına cevaz verilecek mi ya da cevaz alınamasa bile göz karartılıp “Fırat’ın doğusu”nda bir harekata girişilecek mi henüz bilemiyoruz ama Erdoğan’ın “kara harekâtı da gelecek” sözünün basitçe bir blöf olmadığını, seçimleri kazanmak için böylesi bir göz karartmanın mümkün olabileceğini söyleyebiliyoruz.

İktidar önümüzdeki süreçte bir karar verecek ya da belki de verdi. Birkaç hafta öncesine kadar öne sürüldüğü üzere “pozitif” bir seçim kampanyası ile mi yoksa 7 Haziran-1 Kasım arasındaki gibi bir atmosferle mi seçime gidileceği sorusunun yanıtı belki de İstiklal saldırısıyla belli oldu. Eğer öyleyse hem yeni saldırıların hem yeni operasyonların söz konusu olacağını, HDP’yi kapatmak, Altılı Masa’yı dağıtmak, siyasi yasaklamalar, topluma daha çok sopa göstermek ve muhalefeti ses çıkaramaz hale getirmek gibi birtakım işlere girişileceğini ve ülkenin sandığa böyle bir atmosferde götürüleceğini tahmin edebiliriz. 7 Haziran-1 Kasım arasından çıkarılan derslerle buna karşı siyasal ve toplumsal bir direnç oluşturulup oluşturulmayacağı ise sonucu tayin edici esas faktör olacaktır.