Mevcut gidişata müdahale edebilecek, ona kısa devre yaptırabilecek tek şey, halkın denkleme kendi aklı ve gücüyle dâhil olmasıdır.

Altılı masa ve ötesi

İktidar partisinin yakın zamana kadar en başarılı olduğu işlerden biri karşı ittifakları dağıtmaktı; ancak muhalefet, 2018 yerel seçimlerinde kurulan fiili ittifakı yakın zamana kadar başarılı bir şekilde bir arda tutmayı başarmıştı. Hatta CHP ve İYİP’ten oluşan ittifak “altılı masa”ya doğru genişletilmiş, HDP ise doğrudan bu masanın içerisinde olmasa bile masadan çıkacak “doğru” bir adaya destek vereceğini açıklamıştı. 

Bu ittifakı dağıtmak için Oğuzhan Asiltürk üzerinden “zayıf halka” olarak gördüğü Saadet Partisi’ne oynayan ve bunun için İstanbul Sözleşmesi’ni bile yürürlükten kaldıran AKP’nin planları Asiltürk’ün ölümüyle bozulmuş, Karamollaoğlu ise uzatılan “zeytin dalı”nı kabul etmemişti. DEVA ve Gelecek Partisi için böyle bir girişimde bulunulmamış ve dolayısıyla o masadan Cumhur İttifakı’na bir transfer ihtimali de ortadan kalkmıştı. 

İşte tam da bu nedenle, karşı ittifakı dağıtmak için başka bir yol bulundu ve barajı yüzde yediye çekmeyi de içeren yeni seçim yasası çıkartıldı. Bu yasa, barajı yüzde yediye çekiyordu ama esas mesele bu değildi; esas mesele, ittifak içindeki bir partinin vekil çıkarabilmesi için il barajını geçmesi kuralının getirilmesiyle birlikte ittifaklar siyasetini fiili olarak neredeyse imkânsızlaştırılmasıydı.  

Bunu aşmanın yolu, başta liderleri olmak üzere, ittifak içindeki küçük partilerin gösterecekleri adayların partilerinden istifa ederek her ilde barajı hangi parti geçiyorsa –ki bu CHP ya da İYİP demektir- o partiden aday olmaları ya da Saadet, Gelecek ve DEVA’nın kendi aralarında –barajı geçebileceğine inandıkları- yeni bir ittifak oluşturmalarıydı. Bu ise kaçınılmaz olarak “ittifak içinde ittifak” gibi bir durumu ortaya çıkartacaktı.

Altılı masanın yeni seçim yasasına karşı yol haritası henüz netleşmedi ama iktidar partisinin sahiden de bu yasayla ittifak masasının ortasına bir el bombası bıraktığı görüldü. Çünkü dikkatle bakıldığında görüldüğü üzere masanın kırılganlığı, çıkarılan seçim yasasının ardından kristalize oldu, elle tutulur hale geldi. 

Bunun bir yanında cumhurbaşkanı adayının kim olacağı var elbette ama mesele sadece bununla sınırlı değil. Oluşturulacak listeler, masadan başka bir ittifakın çıkma ihtimali ve elbette ki partilerin siyaseti okuma biçimleri de kırılganlık işaretleri olarak somutlaşmaya başladı. Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu isimlerinin tekrar konuşulur hale gelmesi de bununla ilgiliydi, liderler arasındaki tekli görüşme trafiğinin yoğunlaşması da. 

Ancak masanın kırılganlığına dair biri daha çok biri daha az konuşulan ve çok önemli iki mesele daha vardı. Birincisi Demokrat Parti lideri Gültekin Uysal’ın cumhurbaşkanı adaylarıyla ilgili gündeme getirdiği “20 yıllık AKP döneminde sorumluluğa ortak olmamış olmak” kriteri, Davutoğlu ve Babacan tarafından ciddi bir tepkiyle karşılandı. Kılıçdaroğlu ve Akşener bu gerginliği azaltmak için ardı ardına girişimlerde bulunurken, Uysal da sözlerini “düzeltmek” zorunda kaldı.

İkinci ve daha az konuşulan meseleyi ise Fatih Altaylı yazdı ve bunun altılı masanın şimdiye kadar yaşadığı en büyük kriz başlığı olduğunu öne sürdü. Buna göre Babacan’ın Ergenekon süreciyle ilgili olarak yaptığı açıklamalar ve operasyonları savunması masada bir rahatsızlık yaratmıştı ve Kılıçdaroğlu da Babacan’ı ziyaret ederek bu rahatsızlığı iletmiş, hatta sonrasında Yarbay Ali Tatar’ın ailesini de ziyaret ederek mesajını güçlendirmişti. 

Örnekler daha da çoğaltılabilir ama çok net ama acı verici bir ironi olarak şunu söylemek mümkün: Krizin derinleşmesine paralel bir şekilde iktidarın gidişine dair umutların çoğalması gerekirken, tam tersi bir şekilde, örneğin altı ay öncesine nazaran “bunlar bu sefer de gitmeyecekler” kanaatinin toplumda yeniden güçlendiği görülebiliyor ve bu tam da altılı masanın topluma sahici bir seçenek oluşturamamasıyla doğrudan ilgili.

Bu masadaki partilerin hepsi elbette ki düzen partileri ve bizim onlara bakışımızı belirleyen esas şey de bu ama söz konusu partiler düzen muhalefetinin asgari düzeyde yapması gerekenleri dahi yapmaktan bilinçli bir şekilde kaçtıkları için, toplumdaki öfkeyi ve patlamaya hazır birikimi soğurup emdikleri için, buradan bir umut çıkması da, toplumun umudunu çoğaltacak bir kıpırdanış içerisine girmesi de adeta imkânsız hale geliyor. 

Oysa bugün Türkiye, tarihte eşine nadir rastlanır bir soygunla karşı karşıya. Kur korumalı mevduatla milyarlarca lira halkın cebinden alınıp milyonerlerin cebine konuluyor, bankaların kârları katlanarak artıyor, ballı ve hazine garantili ihalelerle müteahhitlere korkunç bir servet transferi yapılıyor; milyonlarca kişi ise bu esnada “açlık”la, bir metafor olarak değil, gerçek anlamda açlıkla yüzleşiyor, pazar yerlerinde artık taneyle domates, salatalık, biber satılıyor. Çocuklar yetersiz beslenme nedeniyle sağlıklı bir şekilde büyüyemiyor, zihinsel ve bedensel gelişmelerini tamamlayamıyor.

Tüm bunlar olurken, muhalefet hem sınıfsal karakteri hem de iktidarla cepheden bir yüzleşmeye cesareti olmadığı için yaşadığımız insanlık durumunu siyasete taşı(ya)mıyor, açlık ve yoksulluk bir türlü siyasetin merkezine yerleşmiyor, bunun üzerinden bir toplumsal hareketlenme ortaya çıkmıyor. Tüm bunların toplamı olarak hem muhalefetin seçmen nezdinde sahici bir seçenek haline gelemediği hem de sandık/seçim ekseninde patinaj yapan ama bu patinajın nihayetinde iktidara alan açtığı, zaman kazandırdığı bir tablo ortaya çıkıyor.

Biz seçimlerin her şey olmadığını hep söylüyoruz ama seçimler hiçbir şeydir de demiyoruz. Bugünkü konjonktür, bir yanıyla, ekonomik krizden kaynaklı olarak solun, sınıf hareketinin, toplumsal mücadelenin büyümesi için elverişli bir zemin sunuyor ama öte yandan düzen muhalefetinin sandık üzerinden ataleti beslemesi ve öfkeyi soğurması, düzen dışı bir siyasetin halk nezdinde görülür, duyulur hale gelmesinin önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor. 

Bir “nihai hesaplaşma” anlamında seçimlerin yaklaştığı ve dolayısıyla ülkenin her türlü seçeneğe açık olduğu bir dönemde, toplumun üzerindeki ölü toprağını kaldırmak ve yükselen öfkeyi politize etmek, ona sınıfsal bir kimlik kazandırmak, hiç beklenmedik sıçramaları, hiç tahmin edilmedik yükselişleri beraberinde getirebilir, rutini bozabilir. Mevcut gidişata müdahale edebilecek, ona kısa devre yaptırabilecek tek şey, halkın denkleme kendi aklı ve gücüyle dâhil olmasıdır; yüklenmemiz, omuz vermemiz gereken, bu dâhil oluş ihtimalini artırmak, güçlendirmektir.