Nihai bir kırılmaya doğru gidilirken, iktidarı içeride ve dışarıda sıkıştıracak ve eskisi gibi öyle kolay kolay oyun kurmasına izin vermeyecek çoklu bir kriz konjonktürüne de girmiş durumdayız.

ABD’den Rusya’ya, dostum Biden’dan dostum Putin’e

14 Haziran’daki NATO zirvesinde, iktidarın Biden yönetimine karşı elindeki son pazarlık kozlarından biri olan Kabil Havalimanı’nı koruma ve işletme talebini masaya sürdüğünü görmüştük. Ancak Taliban’ın tahmin edilenden çok daha hızlı bir şekilde Kabil’e girmesi ve kendi dışındaki silahlı güçlere ülkeyi kapaması nedeniyle bu koz ansızın boşa düşmüş oldu.

Diğer bir koz Kırım ve Ukrayna meselesiydi ve Erdoğan BM toplantısı için New York’a gitmeden hemen önce, Dışişleri Bakanlığı buna uygun bir şekilde Rusya Parlamentosu alt kanadı Duma seçimlerinin Kırım ayağının Türkiye açısından hukuki bir geçerliliği olmadığını, yani Türkiye’nin Kırım’daki seçim sonuçlarını tanımadığını açıkladı. Erdoğan ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında “ilhakını tanımadığımız Kırım dâhil, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin korunmasına önem veriyoruz” dedi. 

BM zirvesi esnasında Biden’ın Erdoğan’la birebir görüşeceğine dair beklentiyle Hulusi Akar da yakın zamanda ABD-Türkiye ilişkilerine dair bir açıklama yapmış ve “Türkiye bölgesinde ABD için güçlü, etkin ve güvenilir bir müttefiktir. Eğer ABD Ortadoğu coğrafyasında bulunacaksa Türkiye ile işbirliği yapması lazım. ABD’nin bölgede işbirliği yapacağı ülke biziz” demişti.

Erdoğan da ABD ziyareti öncesinde aynı beklentiyle “dostum Biden’la” 14 Haziran’da NATO zirvesinde yaptıkları “samimi ve kapsamlı” görüşmeyi hatırlatmış ve ortaya çıkan “ortak irade”den bahsetmiş, böylelikle bir görüşme kapısı aralayabileceğini düşünmüştü. 

Ancak tüm bunlar bir işe yaramadı ve daha alt düzeylerde kimi toplantı ve görüşmeler yapılsa da Erdoğan-Biden görüşmesi ya da en azından yan yana bir fotoğraf verilmesi söz konusu olmadı.

Hal böyle olunca, üç gün önce ABD’ye giderken “dostum Biden” diyerek Rusya karşıtlığını masaya koyan dış politika, üç gün sonra ABD’den dönerken “dostum Putin” diyerek ABD karşıtlığını masaya koymak ve umutlarını 29 Eylül’de, yani bugün Soçi’de Putin’le “baş başa” yapılacak görüşmeye bağlamak zorunda kaldı. 

Peki iktidar Erdoğan’ın ziyareti öncesi Kırım ve Ukrayna üzerinden Rusya karşıtlığını masaya koyarken Rusya ne yapıyordu? 

Rusya Dışişleri sözcüsü Peskov başta olmak üzere birçok isim özellikle 29 Eylül görüşmesi öncesi bu tür açıklamalar yapılmasına bir anlam veremediklerini söylerken, Rus medyasında da çok sert yazılar yayınlandı, Kırım’ın Rusya açısından kapanmış bir mesele olduğu, bunun tartışmaya dahi açılamayacağı belirtildi. 

Ancak mesele burada kalmadı; çünkü aynı günlerde Rusya, Türkiye’nin İdlib’deki sözlerini tutmadığına dair yapılan açıklamalara eşlik edecek bir şekilde ve uzun bir süre sonra, doğrudan Türkiye destekli olanlar da dâhil olmak üzere İdlib’deki cihatçılara yönelik yoğun bir bombardıman başlattı ve Suriye ordusu da hareketliliğiyle yeni bir operasyonun sinyallerini verdi. Reuters’ın geçtiği habere göre ise TSK da bu hareketliliğe karşılık olarak savaş durumuna geçti, cihatçılar da bir askeri geçit töreni düzenleyerek Rusya ve Suriye’ye meydan okudular. 

Peki ABD’ye giderken masaya Rusya karşıtlığı kartını koyan dış politika, Rusya’ya giderken masaya neyi koymayı planlıyor, elinde herhangi bir koz var mı? 

Aslında iktidarın en büyük kozu, ironik bir şekilde iktidarın elinde değil. Mesele, Putin yönetiminin güvenilmeyeceğini bildiği ve ilişkilerini de buna göre belirlemeye çalıştığı bu iktidarı bütünüyle ABD’nin kucağına itmek istememesi, NATO üyesi bir ülkeyle kurduğu pragmatizme dayalı ve geçici bu ilişki üzerinden Batı ittifakında çatlaklar yaratabileceğini düşünmeye devam etmesi. 

Her ne kadar kutusundan çıkarılmamış olsa da, NATO üyesi bir ülkeye Rus yapımı hava savunma sistemlerinin satılabilmiş olması Rusya tarafından bunun en büyük kanıtı olarak görülüyor ve bu politikaya devam edileceği de anlaşılıyor. Tam da bu nedenle Rusya’nın ikinci bir S-400 paketini Türkiye’ye satmak istemesi ve Erdoğan’ın da Putin’e yönelik bir jest olarak yeni bir anlaşma imzalaması mümkün.   

Suriye meselesine gelince, Erdoğan ABD dönüşü Putin’den “farklı beklentileri” olduğunu söylese ve “rejim”e karşı birlikte hareket etme çağrısı yapsa da bunun herhangi bir karşılığının olması mümkün değil. Erdoğan’ın elinde Rusya’nın Suriye politikasında radikal bir değişiklik yapması için ikna edici tek bir koz bile yok çünkü.  

Masada kazanılabilecek herhangi bir şey var mı peki, buradan nasıl bir kazanım çıkabilir iktidar adına? Masadaki kısa vadeli tek kazanç, Suriye’nin yapılması için Rusya’ya bastırdığı operasyonun kapsamının daraltılması ya da ertelenmesi olabilir sadece. Fırat’ın doğusu söz konusu olduğunda ise basitçe şu söylenebilir: ABD’nin varlığı zaten herhangi bir operasyonu imkânsız kılarken, Rusya’nın Suriye Kürtleri ile Şam’ı anlaştırma hedefi de böyle bir operasyona cevaz vermeyecektir.  

Bunun ötesindeki asıl beklentinin ise uluslararası arenada giderek tecrit edilmiş bir duruma düşülmüşken ve bu da kaçınılmaz olarak iç politikaya yansıyorken, Putin’le verilecek samimi pozlarla bu tecridin üstünün örtülmeye çalışılması ve iktidarın ömrünün uzatılmasına böylelikle bir katkı yapılması olduğu söylenebilir. 

Peki buradan iç politikaya tahvil edilebilecek bir sonuç çıkar mı, Putin tek başına iktidarı kurtarabilir, onun ömrünü uzatabilir mi? 

Bu soruya “evet” demek pek mümkün görünmüyor. Ortada sıcak para akımlarıyla, finansal sistemiyle ithalatı ve ihracatıyla göbekten Batıya bağlı bir Türkiye kapitalizmi varken ve o kapitalizm çok şiddetli bir kriz yaşıyorken, Rusya ile sınırları zaten belli olan bir yakınlaşmanın iktidarın derdine derman olması pek mümkün görünmüyor.

Biden’la arayı düzelterek Türkiye’ye sıcak parayı çekmek ve yatırımcılar için cazip hale getirmek, böylece döviz kurunu aşağıya çekmek, bunun üzerinden de faizleri ve enflasyonu düşürerek toplumun tüketim olanaklarını artırmak diye özetleyebileceğimiz plan şu an itibariyle geçersiz hale gelmiş durumda. Rusya’nın ise Türkiye’ye mali olarak verebileceği hiçbir destek yok; bilakis, yeni bir S-400 anlaşmasının ekonominin üzerindeki yükü daha da artıracağı biliniyor.

Petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki uluslararası ölçekteki artış ve son faiz indirimiyle tekrar yükselişe geçen kur akla getirildiğinde, ekonomik krizin daha da derinleşeceği bir sürece girdiğimiz, çok sert bir kış yaşayacağımız görülebiliyor. Batıyla arayı düzeltemeyen İktidarın ise herhangi bir şekilde bu krizi hafifletebilme ihtimali görünmüyor, üstelik Türkiye seçim sathı mailine de çoktan girmiş bulunuyor. 

Dolayısıyla, nihai bir kırılmaya doğru gidilirken, iktidarı içeride ve dışarıda sıkıştıracak, çok zorlayacak ve eskisi gibi öyle kolay kolay oyun kurmasına izin vermeyecek çoklu bir kriz konjonktürüne de girmiş durumdayız.

İktidarın bu konjonktürü kırmak için nelere kalkışabileceğini de restorasyoncu muhalefetin buna vereceği yanıtların sınırlarını da hep beraber göreceğiz. Bu kaotik ve kriz yüklü tablonun içerisinden gerçek bir halk hareketi çıkarmak ve emekçilerin sözünü siyaset sahnesine taşımak ise bizim asıl ödevimiz olacak.