1 Mayıs, Yalnız O Günle Sınırlı Olmayan

Gün olur, bir duygudur yoklayan yüreğinizi. Öncesi o duygunun, gözle görünemeyecek kadar derinlere iner. Sonrası ise, belki bir coşku tohumuyla bir fırtına hazırlığına yönelecektir.

Gün olur, okuduğunuz bir kitabın sayfaları çevrilir belleğinizde. Her satırı o kitabın, bir çağrışımla buluşturur sizi yaşananlardan bir kesiti getirir karşınıza.

Gün olur, bir film sahnesiyle, bir resim ayrıntısıyla, bir ezgi tınısıyla açılır gözleriniz. Her birinde koskoca bir mozayik saklıdır. O mozayiğin tümüne ulaşmanız için günler, haftalar, aylar yetmez kanıtlar aramanız, karşılaştırmalarda bulunmanız, çözümlemeler yapmanız gerekir.

Gün olur, sevgiyle anacağınız bir dünyaya gelişin, acıyla burkulacağınız bir ölümün yıldönümüne denk düşer. Bastıramadığınız bir öfke uç verir içinizde, susturamadığınız bir başkaldırıyla sarsılır yüreğiniz.

Gün olur, o günle sınırlı değildir yalnız.

1 Mayıs, öyle günlerden biri. Öyle olduğu için de, hem uzak yıllardan getirip insanlık tarihinden bir kesit taşımış oluyor günümüze, hem yakın yılların birikimiyle yüz yüze getiriyor bizi.

Bu birikimde benim ilk yüz yüze geldiğim, 1976. Beşiktaş Barbaros Parkı'nda toplanmıştık o sabah. Türkiye Yazarlar Sendikası kurulalı iki yıl olmuştu, ama yalnız üyeler değildi orada bir araya gelen. Üye sayısının çok üstünde bir kalabalıkla yola çıktığımızı duyumsamıştık hepimiz. Yaşayan yaşamayan bütün edebiyatçılar ailesi oradaydı çünkü. Bunu, yola çıktıktan sonra, çeşitli iş kollarından yürüyenlerle birlikte Taksim'e doğru ilerlerken daha çok duyumsamıştık. Gün, yalnız o günle sınırlı olmadığı gibi, biz de yalnız orada bulunanlarla sınırlı değildik. Attığımız her adım bizi biraz daha çoğaltıyordu.

Dolmabahçe yokuşunu tırmandığımız sırada, Taksim Alanı'na bizden önce girenlerin uğultusunu, ardından da belirginleşen seslerini duydukça, bu çoğalma sayısal sınırların ötesine geçmeye başladı. Önümüzdekilerin yerini alacaktık birazdan, onların izlerine basacaktı bizim de ayaklarımız, geçtikleri yoldan yürüyecektik. Bu bizim heyecanımızı her adımda biraz daha kanatlandırıyordu. Aynı zamanda bizim yerimizi almak üzere arkamızdan gelenler de vardı. Çift yönlü olduğunu kavrıyorduk bu heyecanın. Ardından yürüdüklerimizle bizim arkamızdan gelenlerin yalnız o anla, içinde bulunduğumuz zaman dilimiyle sınırlı olmadığını, geride kalan yıllar kadar önümüzde yaşanacak yılları da kapsadığını sezmeye başlamıştık. Gölgelerin yavaş yavaş azalacağı güneşli bir alana doğru ilerlediğimizi düşündürüyordu bu bize. Taksim Alanı, güneşli bir doruğa tırmanışımızın sonunda bizi kuşatacak, kucaklayacak, zaman ve sınır tanımayan bir aydınlığın içine alacaktı.

Heyecanımız, bu kavuşmanın belirtileri arttıkça sabırsızlığa dönüşmüştü. Taksim Alanı'na bir ucundan girdiğimizde, bizden öncekilerin iri bir gövde gibi her yanı doldurduğunu, o gövdenin içinde yer alabilmek için erimemiz gerektiğini, yürüyüşümüzün ancak böylelikle amacına ulaşacağını ayırt ettik.

Zaten alanı dolduran gövde, güneş altında kıpırdayan kopkoyu bir eriyik gibiydi. Durağan olmadığını, yürüyüşü sürdürdüğünü anlıyordunuz ama çok uzun sürede çok az ilerleyebiliyordu. Yürüyüşlerini sona erdirenler ise alanı sarmış, bir süre önce doruğa çıkan heyecanlarını, alana yeni girenlerin çevresinde dalgalanarak onların coşkularına katmayı sürdürüyorlardı.

Taksim Alanı'nda, çevremizi saran, bizi kuşatan heyecan, bizi oraya getiren heyecanla birleşmişti. Altında bir araya geldiğimiz iki güneş olduğunu, bizi içine alan aydınlığın o iki güneşten geldiğini anlamak, bu heyecanı doruğa taşıdı. Biri o günün güneşiydi, biri de o gün bizi oraya toplayan, iki emekçi elin avuçlarında tutup arkamızdaki yapının damından aşağıya sarkıtarak alana bıraktığı güneşti. O günün şiirini yazdığımda, bana "ve bayraklaşıyor dünya avuçlarımızın içinde" dizesini yazdıran.

Alanı dolduran o bir tek gövdeye biz de katıldığımızda, çok daha geniş bir dünyanın oraya ayak bastığını, görünen bayraklar kadar görünmeyen bayrakların da ellerimizde yükseldiğini, dar duvarları zorlayan bir rüzgârın kanımıza karışarak bizi oraya ulaştırdığını biliyorduk artık. Biz oradaydık, ama kendimizle sınırlı değildik hiçbirimiz. Hem oradaydık, hem orada değildik çünkü. Duygularımızla, düşüncelerimizle, tepkilerimizle, özlemlerimizle, isteklerimizle hem kendimizi dile getiriyorduk, hem içinden geçip geldiğimiz dünyayı. Sözlerle, şarkılarla, belgilerle o gün orada yaşananlar bizi kendimizden aldı, bulunduğumuz zaman diliminden çıkardı, hepimizin içinde tek tek soluduğu, orada bulunmanın o ortaklaşa coşkusuna dönüştürdü.

1977'de, bu birikimle ikinci kez yüz yüze gelemedim. Çünkü İzmir'deydim, o yılın 1 Mayıs'ı için. O gün İstanbul'da yaşananları acıyla, ama uzaktan izlerken, korkulanın ne olduğu çok açık görünmüştü. Bizi kendimizden alan, bulunduğumuz zaman diliminden çıkaran o ortaklaşa coşkudan korkulmuştu. İçinden geçip geldiğimiz dünyanın bizi bir tek gövdede buluşturmasından. Bu coşkuya kucak açan, bu coşkunun çağrışımlarıyla ayrı bir anlam kazanan, bu coşkunun seslerini, belgilerini, ezgilerini, anılarını her bir araya gelişte kulaklarımıza, gözlerimize, yüreklerimize taşıyacak olan, ne kadar değişime uğratılırsa uğratılsın o coşkuyu anımsatmaya her an hazır bekleyen Taksim Alanı da korkulanlar arasına girdi.

1 Mayıs 2007, hâlâ korkuluyor Taksim Alanı'ndan. 1 Mayıs, yalnız o günle sınırlı olmadığı gibi, Taksim Alanı da yalnız kendisiyle sınırlı değil çünkü. 1977'nin suçuna, 30 yıl sonra hâlâ "cinayeti gördüm" demeyi sürdürüyor.

O ortaklaşa coşku için 1 Mayıs'a! Suçun sorgulanması için Taksim Alanı'na!