Derinden duygulu, biraz da gururlu...

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, vermekte olduğu Uluslararası Nâzım Hikmet Ödülü'ne bu yıl Danimarkalı Erik Stinus'u değer buldu. Önceki yazımda gerek ödülle, gerek bu yılki sonuçla ilgili düşüncelerimi belirtmiştim. Ödülün veriliş töreni bu akşam Aya İrini'de yapılıyor. Ama ülkemizde de tanınan, şiirleri Türkçeye çevrilen Erik Stinus, sağlık sorunları yüzünden ne yazık ki törene katılamıyor. Kendisini iki kızı temsil edecek ve tören için hazırladığı konuşmayı onların sesiyle iletmiş olacak.

Nâzım Hikmet ve şiiriyle, "usta" olarak seçebileceği ozanları aradığı sanat yolunun başında karşılaşmış, bir yandan kendi şiirini geliştirirken Türkiye'ye ve Türkiye şiirine de sevgi ve ilgi gösteren, iki ülke ozanları arasında karşılıklı etkinliklerle son 15 yılda kurulan sanat köprüsünün kurucularından biri olan Stinus, ödülden dolayı bütün bu geçmişin kendisinde canlandırdığı anıları paylaşarak, olanca alçakgönüllüyle duygularını şöyle dile getiriyor:

"Yaşamımın sonuna yaklaşırken bana Nâzım Hikmet Ödülü vermek istemenizin beni ne kadar mutlu ettiğini anlatmam doğrusu çok zor. Ancak içimde canlanan anıları anlatmayı başarabilirim sanırım. Şimdi dönüp geriye baktığımda, Nâzım Hikmet ve şiiri hakkında öğrendiklerimin yalnızca bir rastlantı olmadığını görüyorum. 1950 yılında, Danimarka'da daha 16 yaşında bir lise öğrencisiyken, dünyanın dört bir yanından, kendi ülkeleri ve halkları hakkında anlattıklarından yola çıkıp "usta" olarak seçebileceğim ozanlar arıyordum. Bir yıl sonra, 1951'de, Berlin'de Gençlik Festivali'ne katıldım. İşte orada, epey uzaktan da olsa, Nâzım Hikmet'i ve Şilili Pablo Neruda'yı gördüm. Her ikisi de o dönemde sürgündeydi. Onları gördüm ama henüz kim olduklarını bilmiyordum. Ancak Danimarka'ya, evime döndükten ve Dancaya çevrilmiş az sayıdaki şiirlerini bir dergide gördükten sonra, ayırdına vardım. Böylece Nâzım Hikmet'i, 18 yıl süren bir hapislik döneminin ardından görmüş olduğumu anladım.

1956'da çalışmalarımı tamamladıktan sonra, üç Danimarkalı arkadaşımla birlikte eski bir arabaya binip Hindistan'a doğru yola koyulduk. Yolumuzun üzerinde yer alan Türkiye'ye gelince Ankara'da konakladık. Kuzenlerimden biri burada yaşıyor, kocası bir bira fabrikasında müdürlük yapıyordu. Beni bir Türk ailesiyle tanıştırdılar ve onların evinde Nâzım Hikmet'in bir şiir kitabını buldum. Çok şaşırdım, çünkü onun kitaplarının Türkiye'de yasak olduğunu, elinizde bir kitabı bulunursa ceza göreceğinizi de biliyordum. Ev sahibesi odaya girdiğinde ben, içinde hangi şiirlerin bulunduğunu elbette bilmediğim bu kitap elimde, oturuyordum. Bana o kitabın, kendisi ve kocası için sahip oldukları en değerli şeylerden biri olduğunu söyledi. Aynı gece, her ikisi de bu kitaptaki şiirleri yüksek sesle bana okudular ve içlerinden birini İngilizce'ye çevirdiler. O evden ayrılmadan önce, Nâzım Hikmet'in şiirlerinin Dancaya çevrilmesini sağlamam konusunda da bana söz verdirdiler.

Ankara'dan Adana'ya doğru giderken pek çok köyden geçtik. Otellerde kalmıyorduk, yanımızda bir çadır vardı. Bazen yerleşim merkezlerinden çok uzak yerlerde, ovalarda kamp kuruyorduk. Bir gece, yaktığımız küçük ateşin çevresine oturup ekmek, zeytinyağ, domates ve konservelerden oluşan akşam yemeğimizi yiyorduk. Karanlığın içinden üç delikanlı çıkıp geldi. Belli ki köylüydüler ve anlamadığımız sözcüklerle, el kol işaretleriyle bize o gece çok üşüyeceğimizi anlatmaya çalıştılar. Bizi köylerine davet ediyorlardı sanki. Yüzlerinde yalnız dostça duygular yansıtan bir ifade vardı, ama niyetleri konusunda biraz şüphelendiğimiz için önerilerini kabul etmedik. Geldikleri yöne dönüp gittiler. Az sonra gözden silindiler. Ve biz geceyi geçirmek üzere hazırlandık. Yaklaşık yarım saat sonra üçü karanlığın içinden yine belirdiler. Bu sefer ellerinde iki koyun postu ve büyük bir battaniye vardı. Bunları çadırımızın önüne serdiler. Ellerindeki torbadan irice bir peynir topağı çıkarıp battaniyenin kenarına koydular. Artık niyetleri konusunda herhangi bir tereddütümüz kalmamıştı. Ovada bizi konuk etmek, verebilecekleri ne varsa paylaşmak istediler. Çay demlemek için ateşe kuru saman attık. Delikanlılar yanımıza oturdu biri peyniri dört büyük üç küçük dilim halinde kesti. Büyük dilimler, konuk olduğumuzdan dolayı bizeydi. Bizim için ek, ama onlar için belki de tek yiyecek olan peyniri bitirdikten sonra, bizim için şarkı söylediler. Bizleri de şarkı söylemeye özendirdiler. O ânın kutsallığından esinlenerek (gerçekten kutsal olduğunu duyumsuyorduk) Danimarkalıların pek beceremediği bir şey yaptık, birkaç Danimarka şarkısı söyledik. Ondan sonra yeniden ayrıldılar, battaniyeyi bize bırakarak karanlığa karıştılar.

Ertesi sabah, iri bir parça başka peynir, bir somun ekmek ve birkaç salkım üzümle geri geldiler. Bize ödünç verdikleri ve gece boyunca sıcak tutan battaniyeleri topladılar. En sonunda her biriyle tek tek el sıkışarak vedalaştık. Herhalde tarlalardaki işlerinin başına döndüler biz de dünyayı ve halkları keşfe çıkan ilkel kâşifler olarak güneye doğru yolumuza devam ettik.

Şimdi biliyorum ki, Ankara'da benim için çevrilen şiir, hem o yolculuğumda hem de gelecekte Türkiye'ye yapacağım öteki yolculuklarda kılavuzluk etti bana. Bu sırada, çıplak tepeler üzerinde güneşin ağarttığı kayalara yazılı "Ağaçlar ülkemizi varsıl kılacak" cümlesi de içinde, birçok görünümle karşılaştım. Köylerin yoksulluğunu, ne kadar yalıtılmış olduklarını, dertlerini ayırt ettim ve yarı aç, gözleri hüzünlü inekleriyle katırlarını gördüm. Köylülerin gözüpek savaşımlarını, zar zor geçinebilmek uğruna birkaç başak buğdayı inatçı topraktan elde etmek için kara sabanlarıyla nasıl uğraştıklarını gördüm. Hepsinin ötesinde, Türk halkının konukseververliğini, Türk kültürünün değişik zenginliklerini gördüm ve duyumsadım.

Değerli meslektaşlarım, bu ülkede, bir parça da benim ülkem olduğunu duyumsadığım bu ülkede, -yazık ki şu an için sizin ellerinizden almaya gelemesem de- o mükemmel şairiniz Nâzım Hikmet'in adını taşıyan bir ödül almak beni çok derinden duygulandırdı ve biraz da gururlandırdı."

[email protected]

www.blogcu.com/kemalozer

www.kemalozer.net