Ruh kütleşmesi

Başlığı Sabahattin Ali’nin “Isınmak İçin” adlı öyküsünden aldım. Fark ettim ki uzun süre uzak kaldığım, unutmaya bıraktığım araya mesafe koyduğum Sabahattin Ali, tüm görkemiyle ışıyor bulunduğu yerden.

Ama bir ağlama selidir alıyor beni. Uzun süredir böyle hissetmemiştim. Uzun süredir böylesine kontrolsüz, böylesine üzgün, böylesine tüm insanlığın kaderine için için, dışın dışın ağlamalarım olmamıştı.

Lafın gelişi değil, bu yazı yazılırken, yazarının yanaklarından gözyaşları dökülüyor. Burnum tıkanıyor, nefessiz kalıyorum. Dinmiyor, dindiremiyorum. Dindiremedim. Ağlayarak yazı yazmanın da başka türlü bir hazzı var demek ki… Başka türlü bir derdest ediciliği, kıyıcılığı… Sinirlerim bozuldu belki de... Öfkeye karışan çaresizlik, onun içinde eriyen isyan, merhametin yürekte bıraktığı ezinç, kendine kaçış isteği, dünyayı kucaklayacak güçte bir anaçlık hissine karışıyor. Şaşırıyorum. Tüm bu duygu geçişlerine, renk renk saçılmış, iç içe sarmalanmış yürek salınımlarına Sabahattin Ali’nin okuduğum iki öyküsü neden oluyor. Evet, hepi topu iki öykü…

Aslında Marko Paşa’dan girip, dönemin nesnelliğine, failinin karanlık eller diye yansıtıldığı ilk aydın cinayetine, faili meçhulden faili belli bir dizi hikâyenin tekinsizliğine ve Sabahattin Ali cinayetinin, dönemin aydınları üzerinde Demokles’in kılıcı gibi salınmasına değin pek çok  olay ve olgu uçuşuyordu kafamda. Ancak başka bir ırmakta yol alıyorum şimdi. Önce yine kitaplarım arasında aradığım bir kitabı bulamayarak, Mehmet Baydur’un “Markopaşa Gerçeği”, sonra bir çocuk işçinin yorgunluğunu anlatan, son derece çarpıcı bir öykünün adını çıkaramayarak ve dolayısıyla kendine ulaşamayarak ama bende bıraktığı izleri takip ederek bu öyküyü ararken iki farklı öykü okuyarak… Bütün bunlar mı ağlatmış olabilir beni?  Hayır, küçük işçinin sonsuz yorgunluğunu ve “helâ”nın köşesinde minicik bedenini dertop ederek derin bir uykuya daldığını anımsıyorum o öyküde, fabrikadaki korkunç makine sesleri arasında, melek gibi yüzünü kirli, kokulu taşlara yaslayarak derin uykulara kaçmasını.

Böyle miydi öykü, ben mi anımsadığıma bin bir ekleme yapıyorum derken, Sabahattin Ali öykücülüğünün ne kadar da güçlü olduğunu bir kez daha idrak ediyorum okuduğum öykülerde. Sarsılıyorum. Derinden kavrayıveriyor insanı. Nefessiz bırakıyor. Yakanızdan tutup anlattığı hikâyenin tüm tekinsiz dehlizlerinde gezdiriyor, yüzünüze yüzünüze vuruyor, konformistliğinizi Küçükhanfendiler, Küçükbeyfendiler!

Ezip geçiyor. Lokmalarınızı boğazınıza diziyor. Titretiyor. “Ruh kütleşmeniz”e ışık tutuyor, gözünüze gözünüze. Anılarınız, gündelik yaşamdaki kıyıcılığınız, kekemeliğiniz, hareketsizliğiniz, tembelliğiniz, suskunluğunuz, tepkisizliğiniz, yorgunluğunuz, ürpermeleriniz; tutulan bu ışık altında kamaşıyor, acıyor, utanıyor.

Geçen gün annemin bir arkadaşının yüreği burularak anlattığı bir olayın üzerine konuyor örneğin “Isıtmak İçin” öyküsü.

T… teyzem, birkaç yıl önce evlerini boyattıkları bir boya ustasını anlatıyor.

“Çok memnun kalmıştık. Eşiyle birlikte çalışıyorlardı. Adam boyuyor, eşi de ardından yerleri siliyordu. Pek de hoşumuza gitmişti bu birlikte çalışma biçimi eşlerin. Neyse evvelsi gün akşam üzeri kapı çaldı. Baktım boyacı ustası, son derece yorgun ve mutsuz, abla dedi, dara düştük, 50 lira verebilir misiniz?”

İnsanlığımızdan utanmak çok mu hafif kalır? Ekonomik kriz mi? Milyonlarca işsizden mi söz ediyoruz, edeceğiz?  Neredeyse 80 yıl öncesinin öyküleri bir hayalet gibi dolaşacak mı 2019’un Türkiyesi’nde? Sabahattin Ali alıyor sözü. “Isıtmak İçin” öyküsünde… Yaşını bilemediği bir çamaşırcı kadının hikâyesidir bu.

“Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş ayazda belki saatlerce beklemişti... İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu... Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime: -Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?- diyor, fakat yine kendim:

-Hiç olmazsa kaçmazdın... Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol... Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır... Hiç olmazsa bir tek sözü...- diye cevap veriyordum.”

“Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır.” diyor ya hani… “Mehtaplı Bir Gece” öyküsündeki düşkün kadının, öykü ilerledikçe perde perde ışımasını, yücelmesini, güzelleşmesini ve giderek bir meleğe dönüşmesini genç ve hasta işçi için…

“Erkek, şimdi ay ışığının tamamıyla aydınlattığı bu yüze hayretle baktı. Bu esmer ve yağlı çehrede çiçek belki en korkunç tahribatını yapmıştı. Derin çukurlar yer yer birleşmişler ve geniş sahaları kaplamışlardı. Dudakları ince ve beyaz iki çizgi halinde geriliyor ve yüzündeki çukurlara birçok da kırışıklar ilave eden yılışık ve yalancı bir gülüş, gözlerinin altına kadar uzanıyordu. Kesik ve yorgun nefes alan ve bulunduğu yerde yıkılıp kalmamak için elleriyle iki tarafını tutan hasta adam, kadının bu gülüşüyle ürperdi.”

Sabahattin Ali’nin öyküleri inanılmaz. Öylesine sıkı dokunmuş ki bir şeyleri çekip çıkarmak, öykünün yarattığı atmosferi ve çağıldayan ruh hallerini kuru bir yazıyla yansıtmak ise hiç mi hiç mümkün değil. Ancak nasıl bir insan sevgisi, ışıltılı kırılgan bir umut, şaşırtıcı bir öykü kurgusu, derin bir keder… 

“Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda  kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki  gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki  dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal  iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak... Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.”

Sabahattin Ali 25 Şubat’ta yeni yaşını kutlayacak. Öyküleri, romanları ve şiirleri sıcacık; insan.. Hani o kaybettiğimiz uzunca süredir, elimizdeki aynayla aradığımız. Kaçmak isteyip kaçamadığımız. Görmekten, duymaktan bitap düştüğümüz ya da ıstırap çekmekten kaçmak isteyip de gözlerimizi sıkıca yumduğumuz. Ruh kütleşmesin yeter.