Parazit

Yoksulluk niye var? Açlık, evet açlık neden var? Yiyecek yok mu şu mavi yeryüzünde? Hepimize yetip artacak kadar var oysa toprak ananın sundukları… Çeşit çeşit yemiş, bin bir türlü ekmek, et, yumurta, süt…  Ama bunları alacak parası olmadığından bir bölümü aç insanların ya da yeterince gıdaya erişemiyor insanlar, çocuklar… Reklamlar mutlu oysa. Gülen, sevinç içinde pazarlamacılar rengarenk ambalajlardaki pırıl pırıl parlayan, göz kırpan abur cuburu satmaya, bizleri bunları almaya ikna etmeye çalışıyorlar.  Temel gereksinimlerimiz beslenme, sonrasında barınma. Modern hayatın içinde elbette bunlardan fazlası gerekmekte ama biz en azda, en sınırda  yalnızca ikisini alalım örneğin. Bu en temel gereksinmelerinin peşinde insanlar, cangılın içinde adeta önlerini görmeye, günü geçirmeye tam bir “survivor” yani hayatta kalan olmaya çalışıyorlar. Bitmeyen, yorucu, bezdirici, bıktırıcı; bir o kadar da son derece ilkel olarak çoktan insanlığın aşması gereken bir durum.

Tüm bu hallerimize şaşar, öfkelenir, anlayamazken geçtiğimiz günlerde bir haber düştü önümüze. İngiliz mültimilyoneriymiş. Adı Peter Dawe’miş. Britanya’da ünlü bir teknoloji girişimcisiymiş. Ve elbette bundan dolayı Brexit Partisi tarafından son seçimlerde Cambridge adayı da gösterilmiş. Sevgili Peter, muhtemelen kendini pek önemseyerek ve muhtemelen tam bir şövalye edasıyla mucidi olduğu evsizler için uyku kutusunu takdim etti bize, tüm dünyaya ve muhtemelen aferin bekleyerek, alkış duymak isteyerek.

Tanıttığı ürünün rengi kırmızıydı. İki plastik çöp kutusunun açılan yerlerindeki deliklerden sopa geçirerek açılır kapanır bir evsiz evi tasarlamış. Bu “ev”e nasıl girileceğini ve nasıl uyunulacağını uygulamalı anlatıyordu videoda. Hani, evsiz evi deyip geçmeyin bizim paramızla 776 lira, öyle pek ucuz da değil. Onu da satacak Mister Peter Dawe evsizlere, kapiş? Ne sandınız evlenmek kolay değil tabii. Elbette girişimci olmak da, mültimilyoner olmak da kolay değil.  Üstelik vicdanlı, sorumluluk sahibi, sosyal sorumlu ve dahi sosyal sorumluluk projesi geliştirmiş, kim ne diyebilir? Der ki Mister Dawe:

"Televizyonda sokakta uyuyanların tekmelendiklerinden, üzerilerine işendiğinden yakındığını gördüm. Sokakta uyku tulumunda yatmak, saldırılara açık olmak demek. Bu kesinlikle uyku tulumunda, çadırda yatmaktan çok daha güvenli ve rahat. Kesinlikle su geçirmez, fırtına geçirmez, çok rahat, sıcak ve kuru."

Ah mine’l aşk!

Peki, n’apıcaz bunu? Kırmızı evin deliğinden bana göz kırpıyor ya? N’apıcaz bunu? Bana bakmasın öfkeleniyorum. Benimle konuşmasın tüm ilkel güdülerim ortaya çıkıyor. N’apıcaz bunu?

Nefes egzersizi yap, yapıyorum. Bir, iki, üç… Nefes al, nefes ver… Bir, iki. Bir iki. Ama bakmasın bana!

Ekmek yoksa pasta yesinler aymazlığı mı yoksa yarım akıllılığı mı? Marie Antoinette yarım akıllı olabilir, peki… Küstah mı Mr. Dawe, muhtemelen. Kibir? Evet. Ya da sorunları hafifletmeye çalıştığını söyleyen onca politikacı gibi madrabaz ama kendilerince akılcı, peh.!

Oradan geçiyorum Güney Kore’ye. Parazit’e. Madem yoksulluktan söz ediyoruz. “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana, bilmem söylesem mi söylemesem mi?” diyerek yerel bir renk de katalım o zaman. Ama yoksulluğu, sınıf karşıtlığını anlatmak evrensel değil mi? Kore nere, Türkiye nere? Ama hikâye muhtelif.

Güney Koreli yönetmen Bong Joon Ho’nun Parazit adlı filmi Oscar Ödülleri’nin 92 yıllık tarihinde ilki gerçekleştiriyor.  İngilizce dışındaki bir dilde çekilen bir film en iyi film ödülünü kazanıyor. En iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi uluslararası film kategorisinde ödülleri topluyor. Alkış… Peki, Mister Oscar’ın Parazit’e ödülleri yağdırması tesadüf olabilir mi dostlar? Düşünelim tabii.

Parazit ne? Asalak demek. Bir canlıya bağımlı olarak yaşayabilen ve üzerinde yaşadığı organizmaya zarar verebilen organizmaya deniyor. Film ise, iki aileyi anlatıyor. Fakir Kim ailesi ve zengin Park ailesi. Yukarısı aşağısı, üstü altı, burjuvası işçisi, üreteni, sömüreni, işlisi, işsizi…

Rutubet kokan evde bodrum penceresinden sarhoş işemelerini (burada da işemek fiili çıkıyor karşımıza) izlemek zorunda kalan Kim ailesi ve iki çocuğu, şehrin en müstesna semtinde cennet bahçelerinde bir malikânede yaşayan Park ailesi ve iki çocuğu. Yoksulluğun rutubete bulanmış ımzık ve ter kokusu; en pahalı parfümlere, sabun köpüklerine yatırılmış steril kibir kokusu. Doğa ananın bereketi yağmur bile üsttekilerde ne hoş manzara, alttakilerde seller, lağım fışkırmaları… Çok katmanlı çok okumalı, çok metaforlu bir film…

Acımasızlık, sertlik, vandallık, kibir, riya, yoksulluk, yoksunluk, zekâ, aptallık, haksızlık, zengin evi, yoksul evi… Gemi su almada fakat seller üçüncü mevkiyi yerle yeksân ederken. Peki, n’apıcaz?

Nitekim iyi film. İzlenesi.