Durmanın şiddeti

Musibet Kasım geçti geçiyor. Her yıl, yıl bitişleri böylesi bir ivecenlik gelir üstüme. İçimde büyük bir saat, durmadan “hadi, hadi, hadi” der. Biliyorum, yıllardır böyledir bu bende. Sanki bankacıyım da yıllık bilançoyu teslim edeceğim. Cızırtılı bir ses, karanlık bir bakış tepemde dönenir durur. Bir filmin sonuna geliyorum da, tavsamış, sıkmış, sarkmış bir an önce bitsin isterim. Bitsin de yenisi başlasın. Erken inen akşamlar, bitmek bilmeyen geceler, bir köşede sırasını bekleyen işler güçler, üzeri bir parmak toz tutmuş beklentiler yorar, yıpratır beni.

Hem bir koşturma, hem bir durma isteği; ikisi arasında bir oraya bir buraya çekiştirilen kukla gibi şaşkın ve telaşlı bendeniz. Kasım sonu iyidir. Aralık daha daha iyidir. Bir kapıdır, geçtikçe bıraktığı aralıktan adımımı atma, ışıklı bir güne uyanma isteğini kamçılar da kamçılar bende. Karanlık, rutubetli bir odayım da, yer yer eprimiş koyu vişne rengi kadife perdeleri açacağımı, güneş ışıklarının gözlerimi kamaştırma anını bekler gibi; temiz hava, bol güneş, ışık gelsin, yeşil gelsin, kuş cıvıltıları bir de…

Oysa orada, o öbür kıyıda / karanlık bakışı altında mağaranın / gözlerinde güneşler, omuzlarında kuşlar / oradaydın, acısını çekiyordun / aşkın, o öbür çilenin / varlığın, o öbür şafağın / dirilişin, o öbür doğuşun; / oysa sen, orada yeniden yaratılıyordun / zamanın sonsuz uzanışında / sakız gibi, sarkıtlar ve dikitler gibi her an.

Seferis’in Sahnede’sinde benzer imgelerin salındığını görürüm belli belirsiz. “Sus, aman ürkütme puhuyu” diyesim gelir. Şimdi şu Kasım da geçsin örneğin Aralık zaten kurtuluş vaadiyle gelir; rengârenk ışıklar, yeni yıl şarkıları, ince ince sızar incelmiş yerlerimden. Şu yıpranmış abayı üstümden atmanın, kemikleşmiş adeta zırhım olmuş paçavralardan soyunmamın zamanı gelmedi mi daha?

Selim Işık’a “Bana bugün ne yapmalı diye soracak olurlarsa, ancak önce, kendini düzeltmelisin diyebilirim. Bir temel ilkeden çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir; kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.” dedirtir Oğuz Atay Tutunamayanlar’da. Haklıdır da üstelik. Kendimi çözmem lazım ki büyük ötekine sıra gelsin. Ancak değil mi ki aslında hiçbir mesele bir diğerinden ayrık değildir. Yekpare bir anın parçalanmaz akışında gibi: Zaman, mekân, sen, ben, hepimiz.

Beni bu kadar söyletiyorsa belki de iyidir Kasım. Yaratıcılığa yol veriyordur. Mesele çarpıştırır, zamanı didiklemek iyidir, zamansızlık iyidir, anda donmak iyidir;  Kim bilir…

Enteresan bir kitap vermişti arkadaşlarım, ilgimi çeker diye. Arada derede baktım zamansızlıktan: Yürümenin Felsefesi. Yavaşlıktan söz ediyor bir yerinde. “Yavaşlık, saniyelerin, bozuk bir musluktan pıt pıt düşen su damlaları gibi teker teker, damla damla aktığı o noktada zamanla hemhal olmaktır. Zamanın esnemesi mekânı derinleştirir. Yürümenin sırlarından biridir bu: Manzaraya, onu her adımda biraz daha tanıdık kılan bir yavaşlıkla yaklaşmak. Tıpkı dostluğu derinleştiren düzenli görüşmeler gibi.” Ne hoş, ancak “Sadece bir yayayım” diyen Rimbaud keşke o kadar yürümeyeymiş. Gencecik ölmüş gitmiş yersiz yurtsuz, huzursuz, âsi ruh…

Kafkaesk bu Kasım, bu Aralık da sanki öyle olacak. Car car böcekleri durmadan usanmadan tepemde tepiniyor. Ben yoruluyorum, ben usanıyorum, ben tiksiniyorum. Korku, güvensizlik, kuşku, kaygı, yalnızlık, anlamsızlık, umutsuzluk, terör, dehşet, bıkkınlık, çaresizlik, kayıtsızlık; üstüme silkelemeye çalıştıkları bu…

Kanmam, düşmem, inanmam.

Gorgolar: Çok kötüleri, az kötüleri, dost gibi görünen kandırıkçılar, kaypaklar, amansızlar, şirretler, arsızlar, uğursuzlar, açgözlüler, fesatlar, işbirlikçiler, çıngıraklar, yılanlar, çiyanlar, kör kuyu bekçileri, cehennem zebanileri…

Yarın 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü. Mirabel Kardeşler hatırlanacak ve mücadeleci tüm kadınların kulaklarına tılsımlı sözcükler fısıldayacaklar.

Duyuyor musun?

Kanıksamadan, sineye çekmeden, razı olmadan, boyun eğmeden sormak gerek, toz ve gaz bulutundan başlayarak: Ne acayip, niye şiddet var? Neden kadınlar bu şiddetin en önemli nesnesi? Fiziksel, ekonomik, cinsel, psikolojik şiddet de neyin nesi? İnsan insandır. İnsan insan olmalı değil midir? Cinsel kimliğinden ötürü bir tür neden daha fazla ezilsin, sömürülsün ve şiddetin her türlüsüne maruz kalsın ki? Ne münasebet? Peki, bunu kim ya da kimler; ne ya da neler besliyor?

Yanıt veriyorum: örtük gorgolar, açık gorgolar, çirkin gorgolar, karanlık gorgolar ve elbette gorgo üreten ve içinde her türlü arkaik geri ideolojiyi barındıran kapitalist sistem.

Sizi biliyorum: Soraya’yı Taşlamak’tan tutun da Roza Lüxemburg’a, Şule Çet’ten, Emine Bulut’a, her ölüm gölgesinde adınız gizli... İyi niyet taşlarıyla, kötü niyet taşlarıyla, yobazlıkla, sapkınlıkla, kız çocuklarını aşağılayarak, kadınları şeytanlaştırarak ettiğiniz her kelamda, görmezden geldiğiniz her meczupta döşendi yollar.

Dedim size, Kasım musibet; çünkü hiçbir konu ötekinden kesin çizgilerle ayrılmaz.  “Sorgusuz sualsiz kabulün bedeli sessizliktir.” demiş Ursula Le Guin Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar’da. Kocaman bir sessizlik sarmalı içinde yaşıyormuşuz gibi geliyor bazen. “Konformizme geri çekilme” ve “siyasal uyuşukluk çağı”ndan silkelenelim biraz “çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur.”diye yazmış Engels İngiltere’deki İşçi Sınıfının Durumu’nda.

Sükût ikrardan mı gelir?

Nereden bakarsak bakalım, yeni yıl göz kırpmada ve kış zorlu geçecek. Diyeyim mi şöyle mesela: Toplanın kızlar

Hadi gidelim!

Tam yol ileri!