'Avrupa kurgusu çözülüyor. Büyük İtalyan Rönesansı sıradan bir faşizme teslim oldu. Soruyu güncelliyoruz öyleyse: Avrupa’yı ne yapacağız?'

Terra incognita

“Türkiye’ye ne yapacağız?” 19. yüzyılın ortalarında Marx “Doğu Sorunu” üzerine yazılarında soruyu böyle formüle etmişti. Sadece Marx değil, bütün Avrupa 19. yüzyıl boyunca Türkiye’yi ne yapacağını tartışmıştı. Sonunda onu bölüşmeye karar verip, imparatorluk topraklarını didiklemeye başladıklarında, sorunun da artık ortadan kalkacağı sonucuna vardılar. Türkiye köksüzdü ve yıkılınca silinecekti. Cevabı bu kadar basittir.

Ama soru 150 yıl sonra, 21. yüzyılın başında, tarihe meydan okurcasına güncelliğini korumaktadır. Batı, Türkiye’yi ne yapacak? Yeterince terbiye edip “uygar kolları” ile saracak mı, yoksa Asya’nın ve Afrika’nın yoksul ülkeleri arasına mı itecek? 

Hatırlatalım, Batı “Türkiye’yi ne yapacağız” diye düşünürken Türkiye çoktan Batılı olma yoluna girmişti. Osmanlı İmparatorluğu Batılı olma çabası uğruna acılar içinde kıvranarak yok olduktan sonra, yerine kurulan Cumhuriyetin yöneticileri de çarenin Batılı olmada yattığından hiç kuşku duymadılar. Bugünden bakıyoruz; iki yüzyıllık umarsız bir çaba görüyoruz. 

Osmanlı'dan sonra cumhuriyetin de ipini çektiler, İslamcıları, ölüyü kaldırması için görev çağırdılar. Gövdesi Batı'da aklı Doğu'da yeni Türkiye böyle ortaya çıktı. Şimdi ölü de soru da ortada: Batı Türkiye’yi ne yapacak?

***

Marx, “Türkiye’yi ne yapacağız?” diye sorduğunda Avrupa’nın Türkiye hakkında hiçbir bilgisi yoktu. “Yunan isyanına kadar, Türkiye, niyet ve amaç ne olursa olsun, bir terra incognita (bilinmeyen toprak) idi ve halk arasındaki alelade bilgiler, tarihsel gerçeklerden çok, Arap usulü gece eğlentilerine dayanmaktaydı…” Marx, şöyle devam ediyor; “Türkiye’nin ilerleme yoluna engeller koymanın dışında bir rolü yoktur... Gerçek şu ki çarelerine bakılmalıdır.” Demek ki Türkiye’nin silinmesinde Marx açısından da bir sakınca yoktur, öyle anlaşılıyor. 

Yine de daha soğukkanlı olduğu yerler var ve soğukkanlı olduğu yerde değerlendirmesi daha gerçekçidir. “İstanbul, Batı ile Doğu arasına kurulmuş altın bir köprüdür” diyor, “Batı uygarlığı, bu köprüden geçmeksizin dünyanın çevresini güneş gibi dolaşamaz; bu köprüyü de Rusya ile mücadele etmeksizin geçemez…” Çok açık, önemli olduğunda bile bir Rus barajı var. Hâlâ böyledir. 

Fakat o tarihte “devrim kelebeği” Doğu'nun üzerinde uçuşmaktadır. Marx da yazısında bu varsayıma dayanarak ilerlemektedir. Dediğine göre “sultan” bu köprüyü yaklaşan devrim için emanet tutmaktadır. Nitekim kehaneti gerçekleşmiştir, cumhuriyet köprüyü sultanın elinden çekip almıştır. 

Ama şimdi “altın köprü” cumhuriyetin de elinden kayıp gitti. Devrim ihtiyacı ise hâlâ var ve kuşkusuz, bu durumda, Marks’ın sorusunu bir parça daha ilerletmemiz gerekiyor. Devrim Avrupa’yla mı, yoksa Avrupa’ya karşı mı olacak? İşte, güncel sorumuz budur.

***

Bir soru da bizden: Burjuvazi tarihi boyunca gerçekten bugün anladığımız anlamda devrimci oldu mu?

Bu sınıfın damgasını vurduğu yeni toplum modeli, Seküler Yeni Düzen (Novus Ordo Seclerum), kuşkusuz burjuva karakterliydi. Bunu aynı zamanda düzenin iki karakterli olduğu anlamında kullanıyorum. Yeni düzenle birlikte otorite dünyevileşmiş, ancak dinsel-mistik kabuk olduğu gibi kalmıştı. Bir yanda yerleşik dine karşı radikal bir duruş ama öte yandan burjuva karakterli bir dinsel yeniden kuruluş. Bu konum, eski dinlere karşı konumlanmış kilise babalarının tersine, yeni sınıfa, hem evrensel kültürün bütününü sahiplenme şansı veriyor, hem de savunma konumunda olan dinsel otoriteye karşı onu silahlandırıyordu. Bu yüzden eski orijinal dine geri dönüş sloganının hem Rönesans’ta ve hem de Aydınlanma'da sıkça duyulması şaşırtıcı olmamalıdır. Burjuva sınıfı bir kurum olarak dine karşı değildi, ona yalnızca sınırları daha esnek bir din gerekiyordu.

Ancak bütün devrimci görünümüne rağmen burjuvazi böyle bir din oluşturmaya teşebbüs edememiştir. Fransız Devrimi'nin hararetli günlerini ihmal ederek söylersek, bu eğilim onda potansiyel bir sapkınlık olarak kalmıştır. Sapkınlık, Heretizm, her zaman içinden türediği dinin halesindedir. Bu yüzden, Heretik eğilimlerine karşın Aydınlanmacı Batı düşüncesi Hıristiyan karakterini korudu. Braudel’in dediği gibi, Batı Hıristiyanlığı Avrupa düşüncesinin esas oluşturucusudur. Bir Avrupalı tanrısız olsa da hâlâ kökleri Hıristiyan geleneği içinde olan bir etikanın, psişik tutumların eseridir. 

Braudel, bu sürekliliğin Rönesans’la Orta Çağ arasında da var olduğunu, Rönesans’ın Orta Çağ felsefesinin zıddı olmadığını belirtir. Tıpkı yeni sınıfın yaptığı gibi Rönesans da Orta Çağ'dan fikirler alanından çok hayatın kendisi düzleminde uzaklaşmıştır. Düşüncesi değil, eylemi radikaldir. Erken “devrimci demokrasi” belirtisidir. 

***

Biliyoruz, siyasal radikalizm her zaman ideolojik bir radikalizmin arkasından gelmez. Beslendiği kaynak ideoloji değildir. Yeni sınıf, genellikle siyasal olarak radikaldi ama ideoloji alanında bulanık ve eski olandan ayrılması her zaman mümkün olmayan bir haldeydi. Aydınlanmışlar istisnasız kilisenin içinden çıkmıştı ve tartışmasız bir biçimde Hristiyan’dı. Yenilikleri, dindarlıkları yanında sapkın düşüncelere de açık olmalarından kaynaklanıyordu. Sapkın düşünceler ise elbette Doğu kaynaklıydı ve yeni gelişen Batı düşüncesi henüz Doğu'ya arkasını dönmeyi aklından bile geçirmiyordu. 

Doğu ise büyük ölçüde Mısır demekti ve Batı'da bütün burjuva siyasal eğilimlerin Mısır’dan etkilenmiş olması anlaşılabilir bir durumdu. 19. yüzyılın başında, yeni düzen ile eski düzen yeniden karşı karşıya geldiğinde mücadelenin büyük ölçüde Mısır üzerinden yürütülmüş olmasını da böyle anlamalıyız. Simgeler önemlidir ve bu Batı'da, Mısır ile Yunanistan üzerinden yürütülen mücadelenin eski ile yeni arasındaki mücadeleyi simgelediğini artık biliyoruz. Bir tarafında bir burjuva süngüsü olan Napolyon vardır; bir imparatordu ama ayakları daima Aydınlanma çağının içindeydi. Mısır hayranıdır. Kaybetmesinin tarihsel nedenleri var. Diğer tarafta kilise ve romantizmin ittifakı vardır. Aydınlanma ve Mısır düşmanlığının kaynağıdır. 

Kavgayı şöyle özetleyebiliyoruz; Batı için Mısır’a vurgu devrimci bir döneme işaret ediyorsa, Yunanistan’a yapılan vurgu siyasal gericiliğin işaret eder. Yunanistan vurgusu ise Türkiye’yi bir kez daha Avrupa’nın karşısına diker. Uygarlığın kaynağını barbarlardan kurtarmak gerekir!

***

Yeni Seküler Düzen’in anlamı budur; renklerini ve silahlarını Doğu'dan edinmekle birlikte, geliştikçe kendi içine dönen ve sonunda kendini bütün borçlarının dışında Hıristiyan ve Hint-Avrupalı olarak tanımlayan bir kültür... Bugün hâlâ din ve ırk düşüncesinin şekillendirdiği bu kültür böylece kendi sınırlılıklarını da ortaya koymuş olur. Marksizmin siyaset sahnesine çıktığı zamanlarda, Fransız İhtilali'ni eski Avrupa halklarının, yani Gallo-Romenlerin fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikam hareketi olarak görenlerin çok olduğunu biliyoruz. Tiers Etat, üçüncü sınıf, Gallo-Romanlardı ve sınıf savaşı aslında Avrupa ırkının iç bölmeleri arasındaki bir savaştı. Gallo-Romanler ile çağdaş köleler arasındaki mesafe kısadır, aşılabilir. Avrupa’nın kodları bellidir; özel mülkiyet, burjuvazi ve işçi sınıfı, eski Yunan dünyası ve modern Hıristiyanlık.

***

Şimdi hikâyenin sonuna yaklaşıyoruz. Avrupa kurgusu çözülüyor. Büyük İtalyan Rönesansı sıradan bir faşizme teslim oldu. Büyük Fransız Devrimi kendi üzerine çöküyor, bir kara deliğe dönüşmek üzere. Aydınlanmanın ışığı Batı’da her yerde söndü. Sanayi Devrimi’nin İngiltere’si ölen monarkının ardından göz yaşları döküyor. Bu ilkel ayinde ağlayanlara cumhuriyeti hatırlatanlar ite kaka göz altına alınıyor. Rus korkusu nüksetti, Türkiye nevzuhur bir Abdülhamit’in eline geçmiş pimi çekilmiş bir bomba. Ayağa kalkmış İran’a, Türkiye’ye, Suriye’ye bakın göreceksiniz, devrim kelebeği istikbalini Doğu’da arıyor yeniden. 

Soruyu güncelliyoruz öyleyse: Avrupa’yı ne yapacağız?

Doğu kendi duvarlarını yıkmadan, Batı kendi sınırlarını aşamaz; bu belli olmuştur. Doğu’nun duvarlarını yıkması ise baştanbaşa bütün eşitsizlikçi ilişkileri dinamitlemesi ile mümkün olacaktır, bu da bellidir. Bütün mesele kelebeği yakalamaya hazır olup olmadığımızda!