'Üstüne vazife olmayan kişilerin kendilerini halkın kurtarıcısı ilan etmesi bu kişilerin kabuk değiştirdiği anlamına gelmek zorunda değildir.'

Muhalefet gürlerken

Geçen hafta da düzen muhalefetini yazmıştım… Altılı masanın verdiği görüntü demiştim, hiç de iktidarı istediğini göstermiyor. Tam tersi, bekledikleri icazet henüz gelmemiş olabilir demeye getirmiştim… Kılıçdaroğlu ve Akşener’in bu hafta Meclis’te esip gürlemeleri beni yalancı çıkartma tutkusundan ileri gelmiyordu kuşkusuz. Hakikaten esip gürlediler ve ben yalancı çıkmadım.

Uyduruk Gezi Davası'nın karar duruşmasında beraat ve tahliye çıksaydı, sadece bu ikili değil, çok yaygın kesimler “yargıya güven” açıklaması yapacaktı. Abuk sabuk cezalara hükmedilince düzenin muhalefet kürsülerinden mücadele sloganları yükseldi. Bunun üzerine slogancıları aşan bir ölçekte “işte bu!” alkışları geldi: Beklenen liderler sonunda doğuyordu… Solda 90’ların Meral Hanımı'na bile af çıkacaktı neredeyse. Kemal Bey'in solculuğu 19.yüzyıla havale ettiği akla mı gelirdi?

Mücadele sloganlarına itirazımız olabilir mi? Haftalık dalgalarda serinlemeye fit olmuyorsanız, elbette olur!

Bir kere, siyasetin yüzeydeki bir iki olay üstünden okunmasını strateji uzmanlığı sayan ve bunun dışını yok sayan yaklaşımlara itiraz şarttır. Toplumların en önemli yaşam alanı olan siyaset böyle okunmaz. Stratejistlik denen ve çoktandır askeriyenin ötesine taşıp toplumsal teori alanında fuzuli işgal yaratan bir meslek var. Bu, üstüne vazife olmayan işlere taştığında basbayağı statükocudur. Gerçek yaşamda, toplumsal dinamiklerde, sınıf mücadelelerinde herhangi bir değişiklik olmamakta, güçleri temsil eden piyonlar oradan oraya oynatılıp durulmaktadır. Böyleleri 2013 Mayıs sonunda toplumun geçirdiği değişimden de bir şey anlamamışlardı. Bugün de Türkiye değişim geçiriyor. Bunun içinde yoksulların öfkesi, “orta sınıfların” kaçışı, düzen siyasetinin boşa düşmesi, iktidar mekanizmasının inandırıcılığını tümden yitirmesi, solun örgütlenmesi gibi bir dizi faktör var. Bu faktörlerin toplamı siyasetin yeni bir zemine taşınmasını zorunlu kılıyor olabilir. 

Sonra; düzen muhalefetine goygoyculuk yapana kadar düşünülecek şeyler var. Örneğin Kılıçdaroğlu’nun içine devrimci mi kaçtı diye sorgulanmayı hak eden konuşması, Gezi Davası'nın halkta yarattığı umutsuzluktan doğan boşluğun istismarıdır. Haziran Direnişi için parmağını kımıldatmayan, her türlü direniş seçeneğini emekçilerin zihninden silmeyi amaçlayan bir lider, umutsuzları arkasında toplanmaya çağırıyor. Bu çağrı halkın ayağa kalkmasının, örgütlenmesinin, mücadele etmesinin alternatifidir. 

Üçüncü olarak, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olacak diye yürütülen “kapalı oda” siyasetinin bıktırıcılığını telafi etmek gerekiyordu. Konunun ele alınışı, geniş kitlelerde “bizim karışmamızı istemiyorlar” algısına dönüşerek muhalefet açısından can sıkıcı bir boyut kazanmıştı. Böyle giderse Erdoğan’ı göndermek bile önemsizleşecekti. Şimdi “tutmayın beni” türünden bir lider şovu kaybolan heyecanı yerine koysun diye tasarlanmış görünüyor.

Kitlesel umutsuzluk demiştim… Tuhaftır, birey düzleminde çaresizlikle karşılaşan aklı başında herkes, bu algının doğru olmadığını göstermeye, umutsuzun da bu hayatla baş etmek için yapabileceği şeyler olduğunu anlatmaya uğraşacaktır. Ama sol siyasette Nâzım’ın şiirindeki sevecenlikten eser olmayan bir halkı suçlama furyası rağbet bulmaktadır. 

Şairin “canım kardeşim” dediği, değiştirmek için tutkuyla bağlı olmaktan vazgeçmediği halkı sanık sandalyesine oturtmak devrimcilik değildir. Son günlerde muhalefet saflarında radikallik adına böyle bir dalga esti. Kısaca saçma oldu. Ama bunun da ötesi var. İster siyaset kurumu diyelim, ister halka önderlik etmek; bu iş ya işçi sınıfını bir özne haline getirmeyi, sıradan insanları kahramanlaştırmayı hedefleyerek yapılır, ya da önderin karizmasını, etki gücünü öne çıkartmayı merkeze koyarak. Gezi hükümlerinden sonra halka, yapmadınız, etmediniz, yalnız bıraktınız, mahkemenin kapısına dayanmadınız suçlamalarını yönelten üslup bir “lider kültü” üslubudur. 

Oysa kitlelerin umutsuzluğa sürüklenmesine direnilmelidir. Direnebiliriz. Çare örgütlenmektir. Çare solun ön almasıdır. Beklemesi söylenen kitlelerin buluşup kendi içlerinden milletvekili adayı belirlemesidir örneğin. Dayanışmaya koşmaktır, insanlığı hatırlamaktır… Bu birikim illa sonuç verecektir. Henüz mahkemelerin kararlarını etkileyecek ölçüde hissedilmiyor olması, daha ucuz ve kısa çareler bulunabileceği yolunda temelsiz fikirlere kanıt oluşturmaz. 

Zaten haftanın Danıştay’daki ikinci davası, kadınların örgütlülüğünün, sıradan kadınların kendilerini bir özne haline getirmelerinin sahne almasına vesile oldu. Savcının İstanbul Sözleşmesinin yürürlükte olduğu tezine gelmesi tam da bununla çakışmıştır. Savcının kişi ve hukukçu olarak bu durumdan memnun olup olmadığını bilmiyoruz ve bir önemi de kalmıyor. Önemli olan, memleket sathında sayısız yurttaşın temsilcilerinin o sırada koca bir salonu dolduruyor olmasıdır. Burada kimsenin afra tafrasına, esip gürlemesine ihtiyaç ve mahal yoktur. 

Başa dönelim. Siyaset yüzeyden okunmaz. Örneğin bir davanın kararı veya bir parti başkanının dün itidal bugün ihtilal vaaz etmesi, birer sonuçtur. Yüzeyde olup bitenler, toplumsal yapıda, sınıflar arası süreçlerde yaşananları yansıtır. AKP’yi halkımızın ayaklandığı nadir örneklerden birine çılgınca saldırmaya yönelten şey de duyduğu benzersiz ürküntüdür. Sorosçuların veya Fethullahçıların komplolarından değil halkın hesap sormasından korkuyorlar. Bu asıldır, mahkeme kararı yansı. Üstüne vazife olmayan kişilerin kendilerini halkın kurtarıcısı ilan etmesi de bu kişilerin kabuk değiştirdiği anlamına gelmek zorunda değildir. Daha güçlü olasılık itidal aşısının tutmadığının hissedilmesi olabilir.