Muhafazakârlık, genel anlamda var olan durumu korumayı amaçlayan, değişime karşı her türlü direnç aracını ve yöntemini kullanan, ideolojik bir tutum ve davranıştır.

Muhafazakâr ile kültür ve sanatı

Önceki yazımızda, İskender Pala’nın “Muhafazakâr Sanat Manifestosu”na Mustafa İsen’in ““Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” sözünü kerteriz aldığını, konuyu buradan sürdüreceğimizi belirtmiştik. Israrla vurgulamıştık ki, bir manifesto yalnızca bir alanı değil, tam tersi tümüyle o alandan hareketle, tüm hayatı kapsayan öngörü, öneri ve yöntemler manzumesidir ve bu niteliği göz ardı edilerek tartışılamaz.

Muhafazakârlık, genel anlamda var olan durumu korumayı amaçlayan, değişime karşı her türlü direnç aracını ve yöntemini kullanan, ideolojik bir tutum ve davranıştır. Irk, din, milliyet ve köken saplantısının beslediği-biriktirdiği “değerler” ile bunlarla belirlenen toplumsal yapılanma ve en önemlisi “nizam” yeterli koşuldur, tartışılamaz. Bireye ve topluma düşen, bu koşullara kesinlikle uymak, sorgulanmasına ve hele ki değiştirilmesine izin vermemek, her türlü teklif ve temenniyi reddetmek, bu bağlamdaki tutum ve davranışları düşman-şeytan-hain ilan edip, gereğini acilen yapmaktır.

Kendine özgü bir çoğunlukçu anlayışa sahiptir ve ancak bunun da koşulları vardır. “Demokrasi”, çoğunluk yukarıdaki genellemelere uygun davrandığı sürece kabul görebilir. Nizamın yelpazesi içinde yer almasına izin verilen seçenekler ve bununla yetinenler için geçerlidir. Bir başka deyişle demokrasi, yalnızca bu seçenekler arasında yaşanacak ve seçme-seçilme-karar verme sürecini belirleyecek bir kavramdır. Antidemokrat bir tavrı demokrasi diye pazarlamak, muhafazakârlığın göz ardı edilemez takiyesi ve başarısıdır. İsen başta olmak üzere, ağababalığına ve sözcülüğüne savunanların “Muhafazakâr Demokrasi”den meramı budur. Muhafazakâr için demokrasi, kendisi seçildiği sürece mühim, makbul ve geçerlidir. Sonrasının nasıl olacağına da kendisi karar verecektir ki tarih bunun sayısız örneğiyle doludur ve yenileri eklenmektedir.

Muhafazakârlıkta “gerçekçilik” sınırlıdır ve bir muhafazakârın yolunu inanç (din) çizer. Geleneğe ve geleceğe mistik inanç gözlüğüyle bakmak gerekir. Ötesi körlüktür, bühtandır, günahtır, suçtur, vb. Toplum, örneğin sınıfsal bir yaklaşımla değil, ancak “değerler” açısından tasarlanabilir,  “düzenli” olup olmadığına karar verilebilir. Mülkiyet haktır, özgürlüğü engellenemez. Nefse gem vurmak ve nizama uymak, kültürel yapının da ön koşuludur. Değişim elbette vardır ve olacaktır ama bu devrimci bir tavırla değil, tedrici yani derece derece yaşanır. Değişim, birikimlerin evrimi sayesinde olur ve düzeni berkittiği oranda kabul edilebilir. Bunun dışındaki söz ve eylemler, yapıyı zayıflatır, düzene karşı birer tehdittir, her açıdan sakıncalıdır. Yalnızca “akılla” yetinmek, birikime, statüye ve işleyişe onulmaz zararlar verir. Bu nedenle akıl ve ürünü olan “düşünce”, ancak yukarıdaki ölçütlere hizmet ettiği sürece itibar görebilir.

Muhafazakârlık akla kuşkuyla yaklaşır ve dramı burada başlar. Çünkü “akıl”, kuşkunun, sorgulamanın, çözüm aramanın ve üretmenin bizzat kendisidir. Felsefe, bilim, sanat vb. aklın ürünüdür, kesintisizliğe sahiptir. Çelişki, akla dayalı kuşkunun sürekliliği ile tutuculuktan kaynaklanan kuşkunun donmuşluğu arasındadır. Sınırları kesinlikle belirtilmiş bir alan içinde dolanıp durmak, buradan düşünce, sanat, bilim çıkarmaya uğraşmak, hiçbir şeyi unutmamak ama hiçbir şey öğrenmemek ve yeniye kapalı kalmak (ya da işine geldiği oranda ve sürede kullanmak, kendine dönüştüremediği anda ötekileştirmek) muhafazakârlığın tipik göstergesidir. Kısaca muhafazakârlığın, “akılcılık” ya da rasyonalizmle işi olmaz.

Tarihten, bugününü desteklediği, varlığına-söylediğine içtihat yarattığı sürece yararlanır. İdeolojisinin tarihsel özneleriyle kendini bir tutar. Onların uğradığı her haksızlığı ve kazandıkları her başarıyı hamaset malzemesine, tartışılamaz bir dokunulmazlık gerekçesine dönüştürür. Bu aslında, onları övmekten çok, kendine bir konum yaratma çabasıdır. Bu çaba,  her türden çarpıtmayı, demagojiyi, gerçeği tuzla buza edip kendine benzetmeyi doğal ve makul görür. Bir yanıyla ağlak mağdur, bir yanıyla muzaffer mağrur görünmenin, kitle ruhunu daima okşadığını bilir. Törensellik, şaşaa, yenilgi ve çöküşlerin dillendirilmesine-sorgulanmasına ya da zaferlerin nelere mal olduğunun sorgulanmasına izin vermeyen kitlesel kutlamalar, muhafazakârlığın ve yapılanmasının vaz geçilmez propaganda malzemesidir.

Kitleler bir “değerler” ambalajında paralize edilir. Onlar sayesinde, nizamın ve yürütücülerinin tartışılması, sorgulanması baştan engellenir. Tersi olabilecek her teşebbüsün karşılığı, öteki dünyada ilahi adaletin cehennemi, bu dünyada nizamın tartışılmaz yaptırımlarıdır. Değerlere karşı yapılacak en küçük itiraz, nizama ve yürütücülerine yapılmış sayılır. Biat ve icazet, muhafazakârlığın olmazsa olmazıdır. Kendine benzemeyenlerin savunduğu değerlere saygı yoktur. “Seninki değer de, benimki değer değil mi?” sorusu sorulamaz. Çifte standart, muhafazakârlık için doğaldır. Savunduğu değerler kutsal, bunların dışında kalan her şey din kitaplarında günah, nizamı yürüten yasalar nezdinde suçtur. Muhafazakâr Demokrasi, bu tartışılmazlığın kabul edilmesinden sonra ve yalnızca kabul edenler arasında mümkündür.

Muhafazakârlık, genelde sağın, özelde fraksiyonlarının kendilerini konumlandırmasına göre çeşitlilik gösteren, gerici-tutucu bir ideoloji tanımıdır. Temel paradigmasını kadercilik, değişmezlik ve önyargı oluşturur.  Bunlara tevekkül, mütedeyyin, rind vb kavramlarla kutsiyet, saygınlık, olgunluk kazandırılmaya çalışılır. İsen’in ve Pala’nın “adaptasyon” çabaları ile var olan iktidarın dayatmalarını anlamak, bu arkadaşların esin kaynaklarının bilinmesi ve okunmasıyla mümkündür. Muhafazakârlığı sistemli bir düşünce olarak tanımlayıp savunan ilk kişi, İngiliz filozof Edmund Burke’dir. Kerterizi 1789 Fransız Devrimi, gerekçesi “İngiltere’de –sömürgelerinde ve nihayet dünyanın hiçbir yerinde- asla yaşanmamalıdır!” refleksidir. “Muhafazakâr Düşünce Dergisi”nde Russell Kirk’in “Muhafazakârlığın 10 Prensibi”, meramın ne olduğunu gayet güzel anlatmakta, bizi zahmetten, yazıyı uzatmaktan kurtarmaktadır. Okuma listesini, İslami Muhafazakârlığın mimarlarına ve savunucularına uzatmak, olup biteni algılamayı ve “Ne ara bu hale geldik?” tuhaf sorusundan artık vaz geçmeyi kolaylaştıracaktır.

Liberal Muhafazakârlıktan Yeşil Muhafazakârlığa uzanan çeşitlemeler gösteren bu yaklaşım, yaratılan “Neo Ortaçağ” ikliminde, küresel bir koalisyon olarak yeryüzünü teslim almaya çalışmaktadır. Birbirleriyle kayıkçı kavgası sürdürüp, din, milliyet, kültür vb çatışmalarını ve halklar arasındaki düşmanlığı kısık ateşte tutan ve harlandırmaktan asla çekinmeyen muhafazakârlığı ve ağababalarını neden “koalisyon” olarak niteliyoruz? Merak edenler,  yerel ve küresel ekonomik, askeri ve kültürel çeteleşmelere bakabilir.

Muhafazakârlık bir donmuşluk halidir. Sağ cenahın tekelinden ya da göstergelerinden biridir kuşkusuz. Ama sağ dışında da düşünceden sanata, ideolojiden bilime, hayatın her alanında tutuculuğa ve sonuçlarına yol açan bir tavır-sapma olarak da görülmüştür, görülmektedir. Hazin örnekler, birer ibret olarak durmaktadır.

Genellemelerle özetlemeye çalıştığımız muhafazakârlığın da kültür ve sanat anlayışı vardır. Bu anlayışın özeti, “Terennüm, tezyinat, temaşa” yaklaşımıyla oluşturulmaya çalışılan sanat iklimi ile muhafazakârlığın dayattığı tarz-ı hayattan beslenen kültürel yapıdır. Ona gelene kadar birikmiş sanat ve kültür anlayışından ve ürünlerinden yararlanılması, işe ne kadar yaradığı koşuluna bağlıdır.  Sanatın ve kültürün “tarihsellik-evrensellik ilkesi”ni tümüyle dışlayan bu anlayış, daha ilk adımda diyalektikten kopmaktadır. Bireysel ve toplumsal çelişki ve çatışmaları, genellemeye çalıştığımız “muhafazakârlık değerlerine” uyma ya da uymama düzeyine indirgeyen zihniyet, sanatın “birey-birey, birey-doğa, birey-toplum, birey-sistem” sorgulamasına ve çıkarımda bulunmasına izin vermez. Sanat, nizamı desteklemek, estetik-düşünsel algıyı ruh temizliğine indirgemek, hoşça vakit geçirtip kaba bir katharsisle yetinmek, elbette nizama uygunsuzluğun başa ne gibi dertler açacağını göstermekle de mükelleftir. Bunları bilmeden yasaklamaları ve cezalandırmaları algılamanın ve yorumlamanın olanağı yoktur.

Ancak bu durum, kültür ve sanatta başarısızlık ya da yeterli yapılanmayı oluşturamama itirafında da görüldüğü gibi, bir yandan kültür ve sanat iklimini güdükleştirirken, bir yandan da yerine ne konulacağına dair çaresizliğini de anlatır. Şimdilerde TRT 2 programlarında görülen “entelektüel altlık” oluşturma çabaları ile popülizmden ve arabeskten medet umma arayışları arasında gidip gelen bu arayış, hayatın öteki alanlarında gözlemlenen savrulma ve başarısızlığa eklenmektedir. Taktik gereği başlarda vitrin malzemesi olarak kullanılan ve aslında ideolojileriyle hiçbir ilgisi olmayan sanat emekçileri ile ürünlerinden giderek vaz geçişten başlayıp, sanat dallarından kendilerine uygun olanları seçip ötekileri soluksuz bırakmaya yönelen bu tavır, söz konusu çabayı içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Görüldüğü üzere, önce istikrarsızlaştırıp, sonra bunun suçunu yerine geçmek istediği sisteme yüklemek ve hayatın gerçekliğinde karşılık bulması olanaksız şeylerle kazanacağını sanmak… Ortaya çıkan sonuç, bizim açımızdan ancak şöyle tanımlanabilir: şahtılar, şahbaz oldular.

Çölleştirme siyaseti, güncel haberlerin ötesinde, bir coğrafyanın kültürel ve sanatsal birikimlerini kökten aşındırırken, yeni üretimleri ve üreticilerini örselemekte, bir başka deyişle geleceği bugünden ve yıllara-kuşaklara mal olacak biçimde kemirmektedir. Yapılanlar, kadim bir coğrafyayı, bin bedelle bugünlere ulaşmış tarih ve sanat çizgisinden gerilere savurmaktan başka türlü tanımlanamaz. Bunları yeri geldikçe tartışacağız. Birkaç soruyla toparlayalım.

Muhafazakâr sanat, var olanı mı korumaktadır yoksa var olanı yıkıp, yerine anti laik ya da teokrasiye dayanan bir yapılanma mı önermektedir?

Eğer yanıt “var olanı korumak” ise, o zaman Mufazakar Sanat sözcülerinin ağzından örneğin Karagöz, Nasreddin Hoca ve Köy Seyirlik Oyunları gibi binlerce yılın birikimlerine ait neden tek söz işitilmemektedir? Halkın siyasal, cinsel, dinsel, toplumsal açıdan satirik ve eleştirel yaklaşımının sözcüsü olduklarından dolayı mı? Türkülerden Bekri Mustafa’ya, İncili Çavuş’tan Neyzen Tevfik’e, kızlı erkekli halk oyunlarından halı-kilim motiflerinden taşan birikime… Feodalizmin ve geri bıraktırılmışlığın her türlü musibetine inat, doğaya teşekkürden emeği ve insanı onurlandırmaya uzanan “geleneğin”, İsen’in “Muhafazakâr Demokrasi” tanımı ile Pala’nın “Muhafazakâr Sanat Manifestosu”undaki karşılığı nedir acaba?

Yüzyılların “Saray Sanatı” ile “Halk Sanatı” ayrımını, hayatın her alanında yaşayan bir coğrafyanın ve kaderini-kederini sanata ve kültüre dönüştürerek soluk almayı başaran halklarının, hangi değerini ve nasıl muhafaza edeceklerine dair bir soru sormak, gerçekten anlamsız, dahası saftorik bir soru mudur acaba?

Tezi çağdışı, antitezini şeytanileştirmiş gerici bir kültür-sanat algısı, dün-bugün-yarın adına bir sentez oluşturabilir mi, hamaset soslu kompozisyon ödevlerine benzer soyut manifestolar bunu başarabilir mi? Kısaca, akıp giden bir hayat ile onun yoldaşı olan sanatın ve kültürün büyük nehrini çevirebilir mi acaba?

Yanıt beklediğimizden değil, olup bitenin daha sağlıklı ve net görülmesi adına soruyoruz. Belki de bu soruları asıl ve önce, sanata ve kültüre dair bu tavrın ideolojik bir tercih olduğunu göremeyenlere, olup biteni “cehalet” olarak adlandırıp geçenlere, gündelik sızlanmalarla yetinenlere, nihayet safına ve duruşuna karar veremeyenlere sormalıyız.