Bu çabanın bir adı ve kerterizi olmalıydı. Bulundu: “Muhafazakâr Sanat”.

Bir gelecek tasarımı olarak: 'Muhafazakâr Sanat'

Sanat cenahının hatırı sayılır kesiminde, dikkat çekici bir yanılgı var. Bu yanılgı yalnızca sanatta değil, hayatın her alanında bir alışkanlığa dönüşüyor, sapmalara neden oluyor. Bilmeden karşı çıkmak, okumadan fikir üretmek, gündelik ve çabuk sönen tepkilerle yetinmek, en önemlisi varoluş erozyonuna uğramak, bu durumun tipik göstergeleridir. Söze birkaç anımsatmayla başlayalım.

Düzenin öteden beri sanatı ve emekçisini ötekileştiren, düşmanlaştıran, şeytanileştiren bir tavrı olduğu bilinir. Bu nedenle, yüzünü insana, hayata ve yeryüzüne çevirmiş, hele ki kalıcılığa ulaşmış her ürün ve emekçisi, sanatsal niteliklerini tartışmak bir yana, unutulmamayı ve saygı gösterilmeyi hak eden bir mücadelenin simgesi ve öznesidir. Düne, bugüne ve yarınlara bakarken, bu tavrı yitirmemek gerekmektedir.

Kimi zaman sanat emekçisinin unuttuğu ama düzen ile yürütücülerinin asla unutmadığı gerçek şudur: her sanatsal ürün, aynı zamanda sisteme ve onun dayatmaya, biçimlemeye, normal ve makul olarak kabul ettirmeye çalıştığı her şeye karşı, “kendince” bir itiraz içerir. İnsanın düzenle, hayatla, olup bitenle tanışmasına-yüzleşmesine yol açar. Bu tanışıklık, soru sorma ve yanıt arama sürecinin tetiklenmesine, nihayet kendisi ile dünya arasında oranlamalar yapmasına kapı açar. 
Düzeni savunup yanında yer aldığını iddia edenler bile, şöyle ya da böyle, bir süre sonra bu gerçeğin parçası olurlar. İçlerinden haddini bilmeyenlerin, ölçüyü kaçırıp çıtayı aşanların, birden bire nasıl dışlanıp çöpe atıldığı sayısız örnekte görülmektedir. 

Özetle düzen, hayattan aldığını estetik ve düşünsel bir süzgeçten geçirip tekrar hayata armağan eden, itirazıyla anlam ve önem kazanan sanattan nefret etmekte, onun “olup biteni irdeleyip sorgulama, müdahale etme hak ve sorumluluğunu” yok etmeye çalışmakta, her alanı olduğu gibi sanatı da “kendine benzetmek” istemektedir.

Bu çabanın hâlihazırdaki durumuna dair son kanıt, Erdoğan’ın kültür ve sanat alanına dair “başarısızlık” itirafıdır. Bu itiraf, geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Her fırsatta kitle ruhunu okşamak ve kul-ümmet tutkalını pekiştirmek adına, “şiirlerden” ve “özlü sözlerden” alıntılarla çıtayı yükseltmek isterken; kendisini doğuran ve besleyen düzen tarafından “bir şiir nedeniyle” hizaya çekilmenin düş kırıklığını-yol kazasını yaşayan, ama fırsata ve mağduriyet malzemesine dönüştürüp, sonuna dek kullanmayı başaran bir özneden söz ediyoruz.

Erdoğan’ın itirafında, yalnızca “kültür ve sanat” alanını değil, topyekûn bir hayatı ve ülkeyi kendilerince ve öngördükleri sürede biçimleyememenin çaresizliği kadar kararlılığı da gizlidir. Bunu unutmak, sanatı da, hayatı da, muhatabını da doğru okuyamamanın sonucu ve avuntusudur. Bunlara dair algı-yorum-eylem kekemeliği, yanılgıyı daha da pekiştirmektedir. Sanatsal açıdan estetik-düşünsel bir karşı duruşla değil, sanatı da kapsayan topyekûn bir geri dönüş dayatmasıyla muhatap olunduğu unutulmamalıdır.

Gün geçmiyor ki oyunlara salon verilmediğine, konser verecek sanatçının bir kırpık bıyık-şaşı göz tarafından istenmediğine, “makbul-menfur” ayrımı yapılarak ekran-sahne yasağının işletildiğine, etek boyundan tayta, şarkı sözünden senaryo içeriğine hedef tahtasına oturtulduğuna dair bir haber işitilmesin ya da okunmasın. Böylesi olayları, hayatın genelinden ayrıştırıp, yalnızca ilkelliğe, cehalete ve sanat-sanat emekçisi düşmanlığına indirgemek, içinde doğrular da barındıran büyük bir yanılgıdır. Bir başka deyişle, salon verselerdi, o şarkıcıyı sahneye çıkartsalardı, etek boyu göz ardı edilseydi, ürün yasaklanmasaydı vb., düzen ve temsilcileri sanat düşmanı değil de, sanat yanlısı mı olacaktı? Yanılgıyı ortadan kaldırmanın ilk adımı, olup biteni ”doğru okuma” ile atılabilir.

Bu sorgulamaya, devlet yardımı alabildiği için günü ve gemisini kurtardığını sananlardan başlayabiliriz. Daha dün esip gürlerken, yandaş kanal dizisinde rol aldığı için arazi olan, dizi bittiğinde iki beyanat-yüz seksen harflik twitter efelenmesiyle “ben buradayım” dediğini sananlara uzatabiliriz. Kendi sosyetesinde sen-ben-bizim oğlan sızlanmalarını “muhalifliğin yeter ve makul koşulu” olarak görenleri de bu listeye ekleyebiliriz. Yeri geldikçe hepsine uğrar, kulaklarını çınlatırız. Konudan ayrılmayalım.

AKP kültür ve sanat alanında da, vites yükseltme koşullarını tümüyle bağışlayan bir mirasın ürünüdür. Bu süreci uzun uzun anlatacak değiliz. Üstüne yazılmış onlarca sayfa okunmayı beklemektedir. Belleğin üstündeki tozları üflemeyi başarmanın da, “Ne ara bu duruma geldik?” şaşkalozluğunu aşmanın da başka yolu yoktur.

Her ideoloji, entelektüel bir yapılanmanın, kurumsallaşmanın, insan kaynağının ve hepsinin hayattaki karşılığının peşindedir. AKP de değişik yöntem ve uygulamalarla bunu başarmaya çalışmaktadır. Hadiseyi yalnızca şeytanlaştırdığını yok etmek olarak değerlendirmek, haklılık payı olsa da, eksik kalacaktır. Bu eksikliği tamamlayacak olan, “yerine ne koymak istiyor?” sorusuna verilecek yanıttır.

Uzun süre kendi mahfillerinde ve yayın organlarında bir mevzi oluşturmaya, bilgi-belge üretmeye çalışan ideoloji, Anayasa’dan okul kitaplarına uzanan “tadilat” çalışmalarının ve kamuyu paralize etmeyi hedefleyen toplum mühendisliğinin katkısıyla, alenileşme yolunda hızla ilerlemiştir. 61 Anayasasının görece özgürlük kapılarını birer birer kapatırken, gericiliğe kapı üstüne kapı açan 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan bu süreç, ekonomik obeziteden erişim olanak ve koşul bolluğuna, bu cenahın elini rahatlatmış, eylem alanını genişletme adına cesaretlendirmiştir. 

Dünya görüşünün donmuşluğu, ideolojinin entelektüel açılımlara kapalılığı, ürün ve sunum açısından deneyim, uygulama ve hele ki yaratıcılık fukaralığı, elbette salt düzenin sunduğu olanaklarla, kendi insan kaynaklarıyla ve parasal güçle aşılamazdı. Çözümü de zaman içinde öğrendiler. Geçmişten öğrendiklerini güne uyarlayarak, hızla ilerlediler. Aymaz deposundan devşirme, dönek tarlasından hasat toplama yöntemiyle, vitrini parlak, dili kıvrak, toplumda karşılığı gevrek tiplerle ekranlarını, gazetelerini doldurdular. İşin en acısı, ambalajları “düşünce ve ifade özgürlüğü”ydü. Bu tipler, yanlarında yer aldıklarının “hangi düşünce, nasıl özgürlük” peşinde olduğunu ya süzemeyecek kadar saftorik ya da bilinçli kurşun askerdiler. “Aynı dili konuşmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez” uyarılarımızı işitemeyecek haldeydiler. Oysa ve örneğin Erdoğan, hakkını verelim ki, demokrasi, insan hakları, özgürlük kavramlarını hangi meram, taktik ve hedef doğrultusunda söylediğini hiçbir zaman gizlememişti. “Kandırıldık” sızlanmalarının bu nedenle hiçbir değeri olamaz.
Yöntem bulunmuştu, uygulamaya geçilebilirdi.

Bunun ilk adımı, daha sonra kanlı bıçaklı hale gelecekleri ama o günlerde beraber yürüdükleri fraksiyonların kanallarındaki “Meksika Sınırı” türünden programlardan, günümüz TRT 2 oturumlarına, işin entelektüel boyutunun imaline girişilmesiydi. “Vitrin süsleri” sayesinde, aralarına serpiştirdikleri kendi tiplerinin görünür, dinlenir ve kanıksanır olmasını sağladılar. Bugün meram ve söylemleri, kültür sanat ayaklarında lafazanlıktan çıkmış, doğrudan ideoloji pazarlamasına-dayatmasına evrilmiştir. Propaganda makinası dizilerden kamu spotlarına, reklam metinlerinden her alandaki söylem ve eylemlere, kıyasıya çalışmaktadır.

Bu çabanın bir adı ve kerterizi olmalıydı. Bulundu: “Muhafazakâr Sanat”.

Yuvarlak, kestirmeci ve kime karşı ne söylediğini bilmeyenlere benzemek istemiyorsak, “muhafazakâr sanat”tan meramın ne olduğunu bilmek gerekmektedir. Kendi entelektüel alt yapısını oluşturmak, özneleri aracılığıyla sanat politikasını tanıtmak ve örneklendirmek isteyen bu dünya görüşünü bilmeden söylenecek her söz, hayatın her alanında olduğu ve görüldüğü gibi, sanat için de havada kalacak, alternatif oluşturamayacak ve karşılık bulamayacaktır. Sözü bu kadar uzatmamızın nedeni, olana bitene gösterilen ve gösterilmesi gereken duruşun, ne yapmak istediklerini bilmekle anlam kazanacağına dikkat çekmektir. “Muhafazakâr Sanat” derken ne demek istiyorlar?

Bu sürecin ürünlerinden ve ait olduğu cenahın bu bağlamdaki sözcülerinden biri olan İskender Pala’nın, T24’de yazdığı “Muhafazakâr Sanat Manifestosu”nu okumanızı öneririm. Kaynağa kolaylıkla ulaşabilirsiniz.

Pala manifestosunda, tıpkı hayatın öteki alanlarındaki özneler gibi, ideolojisine genel geçerlik sağlamak ve kabul alanları açmak için, “din” olgusunu ve referanslarını, “milli maddi ve manevi değerler” genellemesine sığınarak anlatmaya çabalamaktadır. Mustafa İsen’den yaptığı alıntı ise manifestonun asıl meramını özetlemektedir: “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz.” Pala bu girişten sonra, çoğu hayli yinelenmiş savlarla, batılı anlamda sanata alternatif bir yaklaşımın peşine düşmektedir. Genel olarak, ”geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış” bir toplumun “kendi kimliğinden kaynaklanıp bağrında görülen” bir sanat anlayışına kavuşması gerektiğini savunmaktadır. Aslında “batı” derken, Osmanlı İmparatorluğunun çökmesinden sonraki süreci, yönelişleri ve ortaya koyduklarını hedef tahtasına oturtmaktadır. Ancak bunu yaparken, örneğin “saray-halk” arasındaki uçurumlara ve yine örneğin halkın binlerce yıllık birikimleriyle oluşturduğu kültürel-sanatsal birikimlere yolunu düşürmemektedir. Bu durum, o cenahın tipik göstergelerinden ve taktiklerinden biridir. Önümüzdeki yazılarda ayrıntılarına gireceğiz.

Pala “din eksenli bir sanat değildir ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır” tümcesiyle baklayı ağzından çıkardıktan sonra, muhafazakâr sanatın görevlerini sıralamaya başlamaktadır. Sanatı toplumun birikimlerini batıdan önce değerlendirmekle, devleti sponsorlukla, sanatçıyı dengeli bir “madde-mana medeniyeti” için çalışmakla görevlendirir. Genellemelerle özetlemeye çalıştığımız manifestonun tamamının okunması, kültür ve sanata biçilmeye çalışan iklimin algılanması yanında, hayatın her alanında yapılmak istenenleri görmek ve “ne yapmalı?” sorusuna yanıt arayıp bulmak adına da çok yararlı olacaktır.

Her manifesto, hayatı ve coğrafyayı kapsayan bir “niyet” beyanıdır. Muhafazakâr Sanat Manifestosunu, salt bir alana –kültür ve sanata- dair duruş olarak değerlendirmek, bu nedenle olası değildir. “Nasıl bir sanat?” derken, aslında “nasıl bir toplum” istendiğinin ve beklendiğinin ipuçları kolaylıkla görülmektedir. Bu durum esasında her manifesto için geçerlidir ve öyle olmak zorundadır. Sözün burasında, “Ben sanatımı yaparım, ideoloji, siyaset, politika beni ilgilendirmez” diye oyalananların ve oyalatanların kulaklarını da çınlatmak gerekmektedir. 

Pala’nın  manifestosu, muğlak, soyut gibi algılanan bir duruşu, sanat özelinde net biçimde ifşa etmektedir. Özellikle slogan ve sızlanmalarla yetinip, zerre kadar bilgisi olmadan muhalefet yaptığını sananlar için, son derece yararlıdır. İşlevinin hakkını vermekle, içeriğine itiraz etmek arasında kuşkusuz uçurumlar vardır. “Muhafazakâr Sanat” anlayışı ve manifestosu, sığındığı ve savunduğu “değerler”, içerik ve meram, toplum ya da halk okuması bakımından, bir ülkeye biçilmeye çalışılan geleceğin de özetidir. 

Alev Alatlı’nın ekrandaki “İhmal Edilebilir Nasihatler”inden, saraydaki “Son İftar Yemeği” tablosuna uzanan geniş yelpaze içinde, yaratılmaya ve dayatılmaya çalışılan kültürel ve sanatsal iklimden, pragmatizmi, demagojiyi ve eline geçirdiği gücü sonuna dek kullanan bir “gelecek tasarımı”ndan söz ediyoruz. 

Her manifesto aynı zamanda var olanı yıkmak, değiştirmek, yerine başkasını öngörmek ve dayatmaktır. O zaman biz de “Muhafazakâr Sanat” aslında ne istiyor diye soralım, İsen’in “muhafazakâr kesimin demokrasi anlayışı” belirlemesini unutmayarak, gerisini önümüzdeki yazıya bırakalım. 

soL portal okurlarına, sabırları için teşekkür ederim. Çerçeve çizmek adına biraz uzun tutulmuştur. Ayda üç kez bu köşede buluşacağız. Sevgi ve saygıyla, merhaba!