Çok açıktı ve çok bulanıklaştırdılar. Sorumluluğu dine sosyal bir işlev yüklemeye çalışanların omuzlarındadır. Bir kez daha not edelim öyleyse: Kuran özel mülkiyete karşı değildir.

Gönüllü kulluğun sonu

“Abd”, Arapçada kul demek. Tabii bir tanrıya kulluk dışında bildiğimiz “köle” anlamını da içeriyor. Kullanıldığı dönemde kölelik yerini köylülüğe bırakmak üzereydi ve kölelik düşerken köleliğin gönüllü ve ancak teorik bir biçimi inanç çerçevesinde yeniden üretiliyordu. Kulluk diyoruz. Yeni din köleliği ortadan kaldırmıyordu ancak köle sahiplerine kullarına daha merhametli davranmasını öğütlüyordu. Söyledik tekrarlayalım, merhamet zalimin erdemidir. Ancak zulüm varsa merhamet vardır. Kulluk yoksa merhametin bir anlamı yoktur.

Haliyle kuldan, abd, türetilen pek çok Arap-Müslüman adı var. En bilineni Abd-ül-ilah’tır. Yaygın kabule göre Abdullah, peygamberin babasının da adı. Ancak bu halde “abd” kökenli Allah’a atıfta bulunan isimlerin İslam öncesinde de kullanıldığını kabul etmemiz gerek. Yalnız Allah henüz bilinmiyorken, kim neden kulluk etmeye kalkışsın? Bir teze göre isminde “abd” olmakla birlikte kulluk Allah’a değildir. “Şems” var, “Kamer” ile birlikte iki önde gelen tanrıdır. Bu durumda Abdullah yerine Abdulşems daha akla yatkındır. Abdullah, Abdulşems olabiliyorsa, Abdulmenaf veya Abduluzza da olabilir. Olduğunu biliyoruz.

Abdülşems, Güneşin Kulu, Güneşe tapınmanın delilidir. “Tek tanrılı” dinlerden önce Güneş, Ay ve bilinen beş “seyyare”, gezegen, var. Tabii, gezegenlerin gezegen olduğu henüz bilinmemektedir ve hepsi birlikte tanrılar panteonundadır. Toplamı yedidir. Yedi, Arapçada heft, yedi tanrıya ayrılmış yedi günün toplamına karşılık geliyor. Pazar Güneş günüdür, Pazartesi Ay’a ayrılmıştır. Cuma’ya Venüs denk düşer. Heft-hafta panteonun Arapçasıdır.

İslam’dan sonra da varlıklarını korumayı başardıkları açıktır. Mesela Tebriz Güneş’i var; Mevlâna Celaleddin-i Rumi’den biliyoruz. Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı çok etkiliyor ve Mevleviliğin oluşumunda önemli bir rol üstleniyor. Şems bir çeşit sofi olarak kabul görmekle birlikte inanışları konusunda bilgi sahibi değiliz. Güneş Tanrı’nın çocuklarından biri olduğunun işaretleri var ve bu yalnızca adındaki Güneş’ten kaynaklanmıyor. Güneş etrafında kendi etrafında dönerek dönme, Müslümanlıktan çok bir Güneş tapımının işaretidir. Sema, göklerdeki tanrıların hareketlerinin bir taklididir. Kullukta biat ve taklit birlikte var. Güce biat ediyorsun ve güçle özdeşleşiyorsun, esası budur. 

***

Bizde ise “abd” türevleri, Abdullah önde gidenidir, dine sonradan intisap etmeye işaret sayılıyor. Kulluk iddiası iman noktasındaki şüpheleri ortadan kaldırıyor ve o nedenle tercih ediliyor. İslam’a sonradan girenler önce girenlerden daha tutucudur, yasadır. Haliyle abd olanlar, geride başka bir inanç bırakanlardır. 

Trabzon örneğinden biliyoruz; XV. yüzyılda nüfusunun neredeyse tamamı Rum ve Hristiyan’dı. 1461 yılındaki fethinin ardından çok hızlı bir değişim yaşandı. Neredeyse bir yüzyıl içinde kentteki bütün Rum-Hıristiyanlar kaybolmuş, kent bütünüyle Müslümanlaşmış görünüyordu. Bu değişimi Hıristiyanların sürgününe veya soykırımına yoranlar oldu.

Araştırmalar yapıldı, Müslümanlaşma açık olmakla birlikte şehir nüfusunda kayda değer bir değişiklik olmamış görünüyordu. Buna karşılık kaybolduğu sanılan Hıristiyanların sayısı kadar, baba adı Abdullah olarak kaydedilenlerin sayısında bir artış olmuştu. Yani Hıristiyan Rumlar, vergi ödememek için Müslümanlığa geçmiş, baba adlarını da Abdullah olarak kaydettirmişlerdi. Heath W. Lowry’nin “Trabzon Şehrinin İslamlaşması ve Türkleşmesi 1461-1583” adlı çalışmasından özetledim. 

Demek ki Abdullahlara veya Fethullahlara bu kayıtla yaklaşmakta fayda var. Gönüllü kuldurlar ve gönüllü kul olmayanlara zulmetmeye pek yatkındırlar. 

***

Demek ki Şems’e kulluktan Allah’a kulluğa geçiş, sadece bir iman değişikliği olarak yorumlanamaz. İnançta her kümelenmenin toplumsal bir karşılığı vardır. Yeni gelenler iktisadi olarak güçlendikçe itikadi olarak da güçlenmektedir. Vergiden vareste tutulma, inancın haklılığından daha yönlendiricidir. Gerçekte kimse öteki dünyadaki cennet için bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmeye yanaşmaz. Din bu ilişkilerden azade değildir. Alman İdeoloji’sinde denildiği gibi, “Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan yer yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır… Bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir…

Türkiye’deki İslamizasyon, iktisadi bir ağın örgütlenmesiyle birlikte ilerledi. İslamcılar devletin desteğiyle palazlandılar ve yayıldılar. Güvenlik ve eğitim aygıtı içinde örgütlendiler. “Öğrenci yurtları” bu iktisadi gücün odaklandığı mekanlar oldu. Oralardan örgütlendiler ve oralardan maddi dağıtımı yaptılar. İktidarı ele geçirince bu yolu tahkim ettiler. Devasa vakıflar yığını bu tahkimatın bir sonucudur. Sorun bu aygıtın artık sadece küçük bir azınlığın çıkarına hizmet ettiğinin kuşku götürmez bir biçimde ortaya çıkmasındadır. Vakıf, verimli bir kapitalist işletmedir. Din ise o kapitalist işletmenin toplumun yararına olduğu yanılsamasını yarattığı için işlevseldir. Din kapitalizmin örtüsüdür. 

***

Çok açıktı ve çok bulanıklaştırdılar. Sorumluluğu dine sosyal bir işlev yüklemeye çalışanların omuzlarındadır. Bir kez daha not edelim öyleyse: Kuran özel mülkiyete karşı değildir. Toplumsal eşitsizlikleri mesele etmez, hatta tavsiye eder ama bunun yanında ilahi hüküm karşısında servetin faydasızlığını vazetmekten de geri durmaz. Kölelik gibi ücretli çalışmaya da bir itirazı yoktur, ikisinde de çalıştırana veya mülk sahibine merhametli ve hakkaniyetli davranmasını öğütler. Ticaret, kazanç peşinde koşmak neredeyse kutsaldır, tabii bu işleri de dürüstçe yapan Allah katında makbul kullardandır. Muktedire toplanan vergilerin ve bağışların bir kısmını yoksullara dağıtmayı öğütler. Zengine de malının küçük bir miktarını, zenginleşmesine halel getirmeyecek bir miktardır bu, muhtaç olanlara vermesini emreder. Sonuçta hepsi sadakadır. Merhamet gibi sadaka da varsılların ve yoksulların, ezenlerin ve ezilenlerin varlığını varsayar. 

Geldiler, hızla zenginleştiler ve aynı hızla genişleyen bir sadaka dağıtım ağı kurdular. Yoksul halktan toplanan vergileri yağmalayıp, tabakta kalan artıkları yoksul halka dağıtmaya “hayır” dediler. Kızılay bile görev değil “iyilik” yapıyor artık.   
Abdullah veya Fethullah, bu sistemde yağmacıların da kullaşması esastır. Kirli peçete yiyenleri, kirli don koklayanları biliyoruz. Ardından kula kulluk edenler peyda oldu, reislerini peygamber hatta Allah ilan ettiler. Bu bir kullar düzenidir. 
Yani kurdukları düzen kitabına uygundur. Sorun bu düzenin kitaba uyması ancak hayata uymamasındadır.

***

Güya, “Allah’ın Fatihi”, Fethullah'la mücadele ediyorlardı. Fırsat o fırsat yerine bir sürü Fethullah benzeri şebeke koydular. "Tügvallahçılar" onlardan sadece biri. Daha geride Ensarullah, Türgevullah ve benzerleri var. Hepsi Allah adınadır. Tepelenmiş laikliğin yan etkileridir...

Sonucu görüyoruz: Liyakati sildiler, yurttaş olmanın temelini dinamitlediler. Bunlar basit bir hırsızlık veya haksızlık değil, bildiğiniz yıkıcılıktır. 

Ama deniz bitmek üzere. Devleti soydular, halkı yoksullaştırdılar, insanı kul, parayı pul yaptılar. Ülke idari ve iktisadi derin bir krizle karşı karşıya şimdi. Uzun gericilik döneminin son perdesidir. 

Kriz net, haliyle program sade: Ne kulluğa izin vereceğiz ne köleliğe. Ne merhamet dileneceğiz ne sadaka isteyeceğiz. Üretim araçlarının özel mülkiyetini ve haliyle ücretli çalışmayı kaldıracağız. Soymak, yağmalamak, çalmak gibi sömürmeyi de yasaklayacağız. Kitabına ister uysun ister uymasın!