'Bugün olsa, yoksullaştırılan halkına koşardı Nâzım. Şiirleri bildiri olmuş ellerimizde, biz koşuyoruz onun yerine, onunla birlikte…'

Cumartesi değinileri: Sürat, Fetih, Nâzım ve bağlanma

Ama önce değinmem gereken, hiç kuşkusuz Volkan Yalçıntoklu’dur. Telefon kaydına göre Pazartesi öğlen, Kenan Aktan verdi haberi: Volkan’ı kaybettik… Son olarak birkaç yıl önce uzaktan gördüm; başka şeylerle meşguldük, konuşmadık. Emin değilim, o beni görmüş müydü… İlk tanıştığımızdaysa çocuktuk! Aynı ortaokulda, lisede okuduk. Sonra aradan yıllar geçti; bir gün, sabah saatleri gibi, Sosyalist İktidar Partisi’nin Sultanahmet’e yakın İstanbul İl Merkezinin telefonundan arayan biri beni sormuş. Ben Volkan dedi, Yalçıntoklu, Saint Joseph’ten. Üyesi olduğu sosyalist partinin Maltepe örgütüne az önce istifasını vermişti. Gelip görüşmek, SİP’e katılmak istiyordu. Yıl 1994 müydü? Belki 95… Ben eski okul arkadaşım, sakin, haksızlığı sevmeyen, dürüst karakterli yeni yoldaşımı çok sevdim. Ümraniye örgütünde de çok seveni olmuş ki, partili mücadeleden uzaklaşmasının üstünden yirmi yılı aşkın süre geçse ve bu zaman zarfında o dönemden pek az kişiyle teması kalmış olsa da yüreklerde tuttuğu yer daralmamış Volkan’ın. Sonraları adına çevirmen olarak rastladığım Volkan’ın sosyalizm mücadelesinde örgütlü olarak bulunduğu zaman aralığı çok uzun değildir. Ama genel olarak eşitlik ve özgürlük ütopyamızdan öte, özel ve somut olarak “örgüte”, pek az kişinin bildiği, sık rastlanmayan bir güçle bağlıydı. O güçlü angajmanın, buna uygun katkılarının tanıklarındanım. Örgütsel bağlanmayı kendinden bir şeyler götüren bir özveri değil, benliğinin parçası, yaşam biçimi olarak duyumsadığını sanıyorum… Bu anlamda, katkılarının bir başka tanığının kullandığı sözcükle “olağanüstü biriydi.” Cenazenin iyisi olmaz, ama yine de; ne de olsa herkes sevdiği şarkılarla uğurlanmıyor bu dünyadan.

***

Sürat çağında olduğumuzu hep duyuyoruz. Binlerce yıllık sömürü toplumunun, hem sınıfların ortadan kalkabileceği olağanüstü bir dönüm noktasına, hem de insanın yüzbinlerce yıllık tarihinin son bulabileceği yokoluş olasılığına, alt tarafı 250 yıllık kapitalizm çağında gelip dayanmış olması, nasıl bir hız kazandığımızın kanıtı değil midir?

Biz, bu hızı insanlığı sosyalizme yaklaştırması nedeniyle sevdik. Ama sosyalizm madalyonun bir yüzüyse, onun tersi barbarlık veya yokoluştur, ve sevilecek tarafı yoktur.

İki kere ikiye vereceği yanıt bile güvenilir olmaktan çıkan malum kurumun trafik istatistiklerinin de çöp sayılması için bir neden aklıma gelmedi. Bu verilere göre ülkemizde trafik kazalarının mutlak sayı olarak azalmadığını, belki nüfus artışına oranla gerilediğini söyleyebiliriz. Ölü sayısı 2015’te aniden yükseliyor ve dalgalanmayı sürdürüyor. 8 binden fazla kişi karayollarında ölüyor ve 300 bine yakını da yaralanıyor. Çok acayip, neredeyse her gün bine yakın insanın başına bir şeyler geliyor karayollarında! 2021 yılına bakılırsa yaralanmalı kaza sayısının Haziran-Ekim arasında yüksek ve Ocak-Nisan arasının alçak bir plato oluşturduğunu söyleyebiliriz. Rekor Temmuz’a ait…

Hal böyleyken Haziran ayı başında otoyollarda hız sınırlamasının 120 km’den 130 veya 140’a çıkartılmasının nedeni ne olabilir? Yükselen maliyetlerin otomobil kullanımını ve yakıt tüketimini azaltması, hedefe daha kısa sürede ulaşma imkânıyla mı dengelenecek? Öyleyse TÜİK önümüzdeki aydan itibaren bir de otomotiv ve enerji sektöründe birim kâr oranının kaç ölü ve yaralıya denk düştüğünü hesaplamalıdır.

İnsanlığı ölüme koşturan bu kapitalist hıza engel olunmalıdır.

***

İstanbul’un Fethi, kutlamaların niteliği ve kutlayanlar düşünüldüğünde artık bir ulusal/dini bayrama denk hale gelmiş durumda. CHP açıklamalarında Fatih Sultan Mehmet’in adının yanına Mustafa Kemal Atatürk’ün de sıkıştırılması ve devrimci bir partinin nevi şahsına münhasır bir saikle 29 Mayıs’ı kutlaması, durumu değiştirmez: Fetih kavramı pozitif anlamını tamamen yitirmiştir.

İstanbul’un geçmişte imparatorluklar arasında el değiştirmiş olmasının bugün kutlanması saçmalıktır. 29 Mayıs’ın Cumhuriyet’e ait modern yurttaşlık ve emekçi halk kimliği açısından değer taşıyan başka günlerin fersah fersah önüne geçirilmesi, gericiliğin mirasıdır ve AKP döneminin ideolojik yapılandırma saçmalıklarından biridir.

15.yüzyıl ortasından 21.yüzyıl başına bir süreklilik olduğu iddiası uydurmadır. Arada Osmanlı devleti coğrafya ve karakter değiştirmiş, ama asıl Cumhuriyet Türkiye’si tarafından aşılmıştır.

İkinci Mehmet Batıcı özellikleri ağır basan bir siyasi liderdi. Osmanlı devletiyse yüzyıllar boyunca Batı ile Doğu arasında salınıp durmuş, kendine model aramıştır. Bir sentez oluşturduğu söylenemez, ama o bir yana, 21.yüzyıl şeriatçılarının kendilerine Sultan Mehmet’ten ekmek çıkaramayacakları kesindir.

Türkiye’nin modern yurttaşları Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarını Yunanistan ve Türkiye Cumhuriyetleri ile özdeşleştirme akılsızlığından kurtulmalıdırlar. Cumhuriyet ileriye götürülebilirse, bu ancak fetih kavramının göndermede bulunduğu dinci, militarist ve ırkçı motiflerin çöpe atılmasıyla sağlanacaktır.

İmparatorluk tebaasıyla Cumhuriyet yurttaşları arasında da geçişkenlik değil kopuş vardır. Üstelik asırlar önce, yobaz ve ırkçıların bugün için kurguladıklarına benzer bir dinsel cemaat de yoktu, ulusal kimlik de.

Ama asıl ilginç ve çarpıcı olan nokta şudur ki, bugün Türkiye’de İstanbul’un fethini kutlamak, kentin 1453’te önceki sahiplerinden şiddet yoluyla alındığının cümle aleme ilan edilmesidir. Bu kadar ilkel bir kaba kuvvet gösterisini aklı başında kimse yapmaz!

29 Mayıs vesilesiyle Ayasofya’nın gündem olması ise rastlantı değildir. Ayasofya sadece iki İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerini değil, üstünde ve sayesinde yükseldiği pagan çağı kalıntılarıyla İstanbul’un bütün tarihini temsil eder. Bugün emperyalizme alan açmak için tarihinin en sefil pratiklerini hayata geçiren Yunanistan’ın ve halkımızı görülmemiş bir hızla soyan Türkiye’nin egemen güçleri pisliklerini Ayasofya’nın gölgesiyle örtmekte yarar umuyorlar.

Nafile! Bu günler geçer. Kente, binlerce yıldan gelen ve geleceğe uzanan İstanbulluluğa karşı işledikleri suçlar silinir gider. Ayasofya dünyanın en güzel müzeleri arasına geri döner. Türkçe, Yunanca veya başka bir ana dili, bir dini olan veya olmayan İstanbullular tarihle barışır… Tarihin yönü adalete, eşitliğe, güzele dönmüşse, bizi böyle bir geleceğe taşımakta olan geçmiş süreçlere komplekslerle değil her mutluluğunu ve her acısını hissede hissede, sahiplenerek bakmak da mümkün hale gelir. Geçer bu saçmalıklar çağı. Yıkarız geçeriz…

***

Ve son değini: Nâzım Hikmet. Şiirlerinde kapsamadığı, tek bir şiirinin bile çağrıştırmadığı bir değini konusu bulabilene aşk olsun! Türkiye solcusunu mücadele ve partiye bağlanmaya çağırır. Çağın hızına hayran, sömürü düzenine sonuna kadar düşmandır. Tarih bilinci, anlamaktır, gideni ve gelmekte olanı…

Bugün olsa, yoksullaştırılan halkına koşardı Nâzım. Şiirleri bildiri olmuş ellerimizde, biz koşuyoruz onun yerine, onunla birlikte…