Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Bu Caligulaları ortaya çıkaran habitattır. 

Caligula’ya acil şeriat lazım!

“Şaria” veya “şeria”, su içilecek yere giden yol demek, Batı Şeria’dan biliyoruz. Mekândan bağımsızlaşınca “takip edilecek yol” anlamında sadeleşmiş. İslam dini ortaya çıkınca su yolu Allah’ın yolu olmuş. Yol onun olunca şeria da onun “emirlerinin bütünü” anlamına kavuşmuş. İnanalar için yolun son ve tartışma götürmez halidir. Demek ki her müslümanın şeria’da yürümesi şarttır. 

Ancak yol bu yeni haliyle sadece bir yoldur, şeria sadece konulmuş dış kurallara uyulmasını ister, hisse-duyguya ait bir şey söylemez. Yürüyenlerin inancından emin olamayız. Şeriata uygun olanın inanca aykırı olabilmesi ihtimali demek bu da. Dini olup imanı olmama halinden söz ediyoruz, yaygın olduğunu biliyoruz. Demek ki şeria, biçime, kabuğa değin kurallar bütünüdür. Biçimsel olanın ise bir kutsallığı olmaması gerekir. “Şeriat din demektir, şeriat da din gibi kutsaldır” demek imkansızdır öyleyse. Haliyle şeria’ya karşı çıkmak, “bu yol yol değil” demek her zaman mümkündür. “Al Gazali gibi dini mütefekkirler şer’i olan şeylere mübalağalı bir ehemmiyet atfına karşı geldiler ve hatta fakih’ler bile yalnız şaria hükümlerinin yerine getirilmesinin yeterli olmadığını söylediler.” Diyanetsiz “İslam Ansiklopedisi”nden aktardım. Şeria, yalnız başına ele alındığında lüzumsuz hatta zararlı bir şekilcilikten ibarettir, alıntıda denilen budur. Şeria’ya, din dairesinde kalsak bile, karşı çıkmamız mümkündür öyleyse. 

Tabii “sünni müslümanlığı” ayırıyoruz. Başkaları için lüzumsuz olan onlar için dinin temelidir ve şaria’sız inanç mümkün değildir. Bu yorum çok basit bir akıl yürütmeye dayanıyor; şeriatın künhüne, esasına-aslına, akılla vakıf olunamaz, haliyle sorgulanması mümkün olmayan bir hikmettir şeriat. Böylece dinci gericiliğin veya islamo-faşizmin kaynağına ulaşmış oluyoruz. Faşizm hikmetin fıtratındandır. 

***

Turan Dursun’un dediği gibi Muhammed başlangıçta sadece bir kabile peygamberiydi. Kabilenin de yalnızca bir bölümünün, kendi aile ve yakın çevresinin- Kureyş, peygamberidir. Esasında her kabilede gizli işlerle uğraşan, kâhin ve şair, bir peygamber vardı. Kabile devlete evrilmeye başlayınca boşa çıkan diğer kabile peygamberleri “sahte peygamber” oldu. 

Demek ki kabileden devlete, kölecilikten feodalizme geçişin tezahürlerinden biriyle karşı karşıyayız. Peygamberin peygamber olabilmesi için sadece vahyi iletmesi yeterli değildir, aynı zamanda tarihin işini görmesi, kabilenin devlete dönüşmesi gerekir. Kabile devlete dönüşünce kabile peygamberi de devletin bütün tebaasının peygamberine dönüşür. Şeria’nın çıkış noktası budur. Haliyle devletsiz din düşünemeyiz. Devlet olmadan din olmaz. Halifenin hem devlet başkanı hem de din başkanı olması bundandır. Şeria’da devlet var. 

Peygamber Kureyş’in peygamberiydi ama tarihin zembereği çalışıyordu. Emevi ailesinden gelen Osman yeni devletin bir Emevi kurumuna dönüşmesine göz yumdu. Emevîlerin ve Kureyş’in onun zamanında elde ettiği ayrıcalıklar kabile zihniyetinin restorasyonu anlamına geliyordu. Kısa zamanda merkezinde Emevîlerin ve Kureyş’in olduğu imtiyazlı bir sınıf oluştu. Son halife Ali’nin müdahalesi çökmekte olan halifeliği ayakta tutmaya yetmeyecekti. Cumhuriyeti korumak için giriştiği son savaşta, asiler mızraklarının ucuna Kuran takarak Halifeyi durdurdu. Demek ki Ali zamanında kitabın kutsallığına inanan pek az Müslüman vardı. Halife öldürüldü ve İslam tarihi için yeni bir dönemin başlama vuruşu yapılmış oldu.

Halife Ali’nin ölümü üzerine Osman zamanında Şam Valisi yapılan Muaviye halifeliğini ilan etti. Seçimi kaldırdı, fiili cumhuriyeti yıktı. Halifelik, onu silah zoruyla ele geçiren Muaviye tarafından 662 yılında fiilen ve hukuken kaldırıldı.

Kılıç zoruyla halife Muaviye, şartların zorlamasıyla imana gelmiş gönülsüz bir Müslümandı. Büyük ihtimalle yaşamının sonuna kadar öyle kaldı. Seçimle gelen ilk halifelerden nefretini saklamıyordu. O bir despottu ve din, üzerine giydiği iktidar kaftanı gibi bir işlev üstleniyordu. Oğlu Yezid’i veliaht tayin etti, kendisini devlet başkanı olarak kabul etmeleri için halka baskı yaptı. Zamanın ruhuna uygun bir “devlet” ortaya çıkardı. Emevi devleti görünüşte bir “İslam devleti”ydi ama gerçekte sıradan bir krallıktan farkı kalmamıştı. Şeria her zaman doğru yol değildir. 

Emevi tarihinin geri kalanı bir ahlaksızlık, yolsuzluk, gasp, yağma, cinayet, katliam hikâyesidir. 90 yıl ayakta kalabildiler, küçük bir ayaklanmayla yıkıldılar. Devlet yıkıldığında Emevi Kralı Eşek Mervan Mısır’a kaçtı. Eşekti ama halifeydi de!

***

Din ile devlet arasındaki ilişkinin izinden giderek “şeria” arıyoruz. Birinci İznik Konsülü, 325 yılında, İmparator Konstantin’in çağrısıyla İznik’te toplandı. Toplanmaktan amaç Hıristiyanlığın içerisinde “tartışmalı bazı konulara” açıklık getirmekti. Toplantı bir Konstantin organizasyonuydu çünkü İmparator Hıristiyanlığı resmi bir dine dönüştürme niyetindeydi. Konstantin dine yeni bir şekil vermeden önce Hıristiyanlığın bir din olduğu kuşkuludur. Ortalıkta bir inanç vardı fakat bu inancın dine dönüşmesi için devletin ihtiyacına göre törpülenmesi gerekiyordu. İnanç henüz pek hamdı. Konstantin, bu ham inancı beğenmemişti ve İznik Konsülünü devlete uygun bir yeni tanrı yaratması için görevlendirmişti. 

İznik Konsülünün temel tartışması da, haliyle, Mesih İsa’nın gerçek tanrı olup olmadığıdır. İznik’te toplanan kilise önderlerinin büyük çoğunluğu İsa’nın gerçek tanrı olduğunu kabul etti. Aranan tanrı bulunmuştu. Konsülde onaylanan “İznik İnanç Bildirisi” yeni bir dinin kurulduğunu müjdeliyordu. İsa, devlet kararıyla tanrı olmuştur. Hıristiyanlığın “şeria”sıdır. Demek ki dini devletten ayıramıyoruz. 

***

Roma’da Konstantin’in tebaası için yeni bir tanrı imal etmesinden 300 yıl önce bir darbe oldu; darbeciler Tiberius’u indirdiler ve yerine evlatlık Caligula’yı oturttular. Çaresiz halk aradığı kurtarıcıyı nihayet bulmuştu. Sevinç sokağa taştı, kurbanlar kesildi, çılgın danslar edildi. Cumhuriyetin sakillikleri nihayete eriyordu, öyle umuyorlardı. 
Caligula’nın iktidarının ilk yılları beklendiği gibi pek parlak geçti. Kurtarıcı, halka buğday dağıttı, eğlenceler düzenleyip kalabalıkların gönlünü hoş tuttu, kurallara saygı gösterdi.

Ama bunlar evlatlık sezar için yeterli değildi. O gerçek bir Mısır hayranıydı ve Firavun olmak istiyordu. Bunun için yürünecek şeria belliydi. Küçük başarılarını abarttı. Kalabalıkları hediyelerle, önemsiz fetihlerle kandırdı. Halkın desteğini arkasında hissettikçe iyice kontrolden çıktı. Yasaklanan İsis inancını serbest bıraktı. Mısır’dan dikilitaş getirtip şehrin ortasına diktirdi. Firavunlar kız kardeşleri ile evleniyordu, o da niyetlendi ama kız kardeşi vakitsiz ölünce hevesi kursağında kaldı. Kaderin bu oyununun altında kalmayıp kız kardeşini tanrı ilan etti. Zaten kendisi de bir tür tanrıydı artık. Kız kardeşi kadar sevdiği atına özel ve pek lüks bir saray yaptırdı. Zavallı hayvanı konsül seçtirmeyi planladığı da iddia ediliyor ki, biliyorsunuz bugün bizde de seçilmişleri var! Nihayetinde sarayında her türlü sapkınlık olağan bir davranış biçimine dönüşmüştü.

Elbette bütün bunlar büyük harcamalar gerektiriyordu. Caligula vergilere yüklendi. Öyle olunca tepkiler de, baskılar da karşılıklı yükseldi. Bu hasta hedonist adam ölçüsüz bir despota dönüşmüştü. Bıçak kemiğe dayanınca, 41 yılında, sarayın karanlık koridorlarından birinde bir uyuz it gibi öldürüldü. Fakat yerini dolduracak bir tanrı kral şarttı. Neron tarih sahnesine böyle çıktı. 

Ahlaksız Caligula’nın peygamber olamaması tamamen tarihin bir cilvesidir. Hikayesinde yol olacak, şeria, pek çok malzeme var. Din ile toplumların çözülmesi arasında doğrudan bir ilişki saptayabiliyoruz. Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Bu Caligulaları ortaya çıkaran habitattır. 

Bu tuhaf adamların iktidarı altında Roma içten içe çürümekteydi. İnsan aklına güven yitip gitmişti. Fal, büyü, gizem, mistisizm, her türden tuhaf inanç hızla yayılıyordu. Sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kâhinler Roma sokaklarında fink atıyordu. Arada nevzuhur peygamberlere, adı duyulmamış din kurucularına, ahlaki sorumluluğunu çoktan yırtıp atmışların toplandığı tapınaklara da rastlanıyordu. Caligula’nın sofrasından kalkan Roma sosyetesi yeniden canlanan eski dinsel derneklere akın ediyordu. Arkaik dualar vahşi danslara karışıyor, her köşede sapkın tanrılar türüyordu. Tam bir “manevi hazırlık” dönemiydi bu. Hıristiyanlık işte bu hayhuy içinde doğdu ve karşısında her türlü doğaüstü zırvayı büyük bir iştahla tüketen büyük kalabalıklar buldu. Romanın milattan sonraki ilk yüzyılı bu açıdan büyük bir laboratuvardır. Ortadoğu’nun bütün dinleri Romanın üzerine yığılmış gibiydi. Sanki Caligula sapkınlıklarıyla yeni dinlerin yeşerip büyümesi için doğal bir habitat yaratmıştı. Hıristiyanlık onların içinde en siliklerinden biriydi. Doğuşunu takip eden ilk yüzyıllarda çevrede dal budak salan o inanışlarla mücadele edecek, ayakta kalmaya çalışacaktı. 

***

Devlet arkasında duruyorsa her inanç dine dönüşebilir demek ki. Şeria da inançtan çok devlet ile ilgilidir. Böylece sadeleştirmiş oluyoruz; şeriat devletle aynı şeyse, bu durumda din de devletle aynı şeydir. Meral Akşener de benzer şeyler söyledi, şeriat din demektir, cahiller bilmez dedi. Bilenin sesini duyduk sonra, şeriata karşıysanız dine karşısınız diye höykürdü. Hepsi birlikte laik cumhuriyetin yıkıntısında yeni bir “şeria” açma girişimidir.

Bizim de bir “şeria”mız var yalnız; Caligulalara, şeriata, faşizme, karanlığa geçit yok!