“Taşına, toprağına. Bizi biz yapan içimizde kalmışlara, bir kadeh daha kaldırır mıyız?”

Buğu ya da Kalanlara Selam Olsun!

Şimdi oturuyorum, bilgisayarın beyaz ekranının karşısındayım. Uzayıp giden bir ânın içinde; sersemlemişim. Hayalle gerçek, gerçekle geçmiş, geçmişle gelecek iç içe, hani yekpâre bir zamanmekâninsan sarmalı içinde sarmalanmış; biraz nefessiz, çokça hüzünlü, öfkeli biraz, asılıp kalmış bir sessizliği ilk kim bozacak tedirginliği içinde, patlayacak bir tabancaya kilitlenmiş; ürkek ve kaygılı.

İncinmiş yerlerinden öpen bir şiir yazabilsem Ayhan’a, Berat’a, Suna’ya, Haydar’a, Erdoğan Amca’ya, Güven’e, Zülhabar’a… Bir de gerçeği, sadece gerçeği dillendiren sese. Sus, diyorum. Hele susalım önce, sonra tane tane başlayalım söyleşmeye, acele etmeden, bir yerlere yetişir telaşı içinde geçiştirmeden, sindire sindire…

İyi metinler böyledir. İçinde sakladığı kabzası lâlli ateşten hançerdir; Deler, dağlar geçer, sızısı kalır geriye. Bitmeyen bir sızı, izi derinlerde saklı olsa da en karanlık zamanlarda deniz feneri olur bizlere. Yaşayan için değil, okuyan ve tanık olan için de böyledir bu. Hele bir yazılmayagörsün artık yaşayana değil ihtiyacı olanadır yaşanmışlıklardaki kelâm.

Neden mi söz ediyorum? Asaf Güven Aksel’in “Buğu”sundan. “Vadesi dolmak üzere olan bir borcu ödemeye telaşla girişmenin kitabı” dese de demlenmiş, süzülmüş, görmüş geçirmiş bir bilgenin usul usul damıttığı anılı-kurmaca diyeceğim bir tür bu. Asaf, (Asaf diyeceğim, izninizle, Aksel deyince bir yabancılaşma yaşadım. İzni olur mu ki yazarın?) doğrudan sesleniyor okuruna. Arz bölümünde açıklıkla ve içtenlikle “Buğu”nun oluşma sürecini ve gerekçelerini sayıyor seslenişinde. Aslında kendi susan, hakkında konuşulan kuşağının alçakgönüllü bir temsilcisi olarak “benim kuşağımın devrimcileri, kendilerini çok az anlattılar. Aldıkları terbiyenin, karakterlerinin bunda bir payı olsa gerek.”diye fısıldıyor. Anlıyoruz. Anlaşıyoruz. Göz göze gelip sessizce başımızı eğiyoruz.

Tarihin nesnesi olarak anlaşılamayacak, arşivlerde çalışmakla öğrenilemeyecek denli capcanlı bir kuşağın alabildiğine kapsamlı resmedilişi var bu “saygı duruşunda”, “vefa aktarımı”nda ve selamında. Asaf’ın selam etmedikleri ise “iğneyle kuyu kazanlara” dil uzatıp, kendi kişisel tarihlerine azaplı bir öfkeyle bakıp “gayri insani zorladılar bizi” diyerek hızla kendi zıddına dönüşenler.

Bu dönüşümü bir menüden, az pilav üstü kurudan ve bir el şaklatmasından yansıtabilmek ise yazarın ustalığı olsa gerek.

Bir zamanlar Yeldeğirmeni’nde, esnaf lokantasının sahibi, bir buçuk metrelik Zülbahar’la ilk karşılaştığımda alıp göğsüme sakladığım iyicil sevinçle, “Buğu”da bir kez daha karşılaşınca usta işi zamanmekâninsan sosyolojisi nasıl yapılır anladım. Sonradan olma burjuva gurme gösterişçisi zat-ı muhteremlerle 12 Eylül sonrası Zülbahar’a “Karnıyarık var mı karnıyarık?” diye takılan bizimkilerin göğsünü gönençle dolduran “bıraktınız mı lan o işleri?” sözünün dayanışmasında içim; geçmiş, gelecek ve bugün düzleminde ışıdı resmen. Var ol sen Zülbahar diyesim geldi. 1994’ten itibaren ben de Yeldeğirmeni’nde oturmaya başlamıştım. Zihnimi şöyle bir kolaçan ettim, hangi kırık dökük esnaf lokantası Zülbahar’ın olabilirdi acaba? Rastlaşmış olabilir miyim bizimkilerle bilmeden? Yani o kadar canlı resmedilmiş her bir detay anlayacağınız. Gülümseyerek selam veriyorsunuz her bir anı kişisine bir nevi.

Bir kuşağı anlatırken Asaf, aslında sadece kendi kuşağının insanlarını değil tüm zamanların devrimcilerine dair bir büyük saptamayı yapıyor. Hiç değiştirmeden eğmeden bükmeden alsam buraya:

“Yaşadıklarının boşa gittiği, fedakârlıklarının bir sonuç elde edemediği duygusu ve ifadesi eşlik ediyorsa anımsamalara, bilinç bulanması devreye girmeye başlamıştır.”

Bu kadarla bırakayım çünkü Zülbahar’ın lokantasında Asaf’ın incelikle ve derinlikle yazdığı ve tüm zamanların “şarabî eşkiyaları”nı kapsayan bir doğruda durma felsefesi dersi var. Dönüp dönüp bakasım geliyor dersimi unutmamak için o lokantaya ve lokantanın camekânından süzülen koca bir ülke tarihinin yaşanmışlıklarına…

Ölümü düşündürttüğü kadar yaşamı da alabildiğine arzulatan insanlar tanıştıklarım “Buğu”da. Ölüme gülümseten, karanfilin elden ele taşınışında güzel olan her şeyde göçüp gidenlerden karışan bir koku, bir desen, bir renk var. Sanki tüm anı kişileri ile tek tek el sıkışıyorum, sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde dolaşıyor ve kendi kişisel tarihimle mekân çakışmalarının anımsatmalarında “kimler varmış biz burada yoğ iken” diye birbirine geçen hayatları, mekânları, düşleri, özlemleri, kırgınlıkları ve umutlarıyla çoğalma hissi yaşıyorum.

Suadiye Lisesi’nde öğretmenlik yaptığım yıllar zamanmekânda geri götürüyor beni, Ayhan ve arkadaşları oturuyor işte sınıfın arka sıralarında. Bu kez bir vesikalık fotoğraftan değil doğrudan gözlerime capcanlı sevecenlikle bakıyor Ayhan. Ürperiyorum. Dışarıda ise uzaklaşan çocukların şenlikli seslerini duyuyorum, dalga dalga kayboluyorlar. Arif Damar’ın Suadiye Lisesi’nin hemen yanındaki Yeryüzü Kitabevini hayal ediyorum. (Hangi yanı acaba?) Benim için artık mekânın hiç bilmediğim hafızasıyla “Buğu”da karşılaştıktan sonra kendi tarihime Asaf’ın tarihi de eklenmiş, karışmış oluyor. Sanırım böyle böyle anlamlar derinleşiyor, yazının yoldaşlığında başka türlü bir bütünlük kazanıyoruz.

Kitaba dair “spoiler” vermeyeyim. Yani ne diyoruz Türkçede, okuma keyfinizi bozacak ipuçları vermeyeyim, vermeyim de şunu da aktarmayayım mı? Şu güzelliğe bakın:

Suadiye Lisesi’nin bir önemi de, hemen yanında, Arif Damar’ın Yeryüzü Kitabevi olmasındandı. Kırtasiye ve oyuncak da bulunurdu. Düşünsene ne büyük şans. Küçükken oyuncak almaya gidiyorsun, serpilince çizgi roman, büyüyünce teorik kitaplar ve hep o karşılıyor seni. Hem komünist, hem şair, hem tarihsel deneyim. Ergenlik yapınca teoriden, militan poz kesince şiirden edebiyattan konuşuyor. Bizi inşa etti desem yeridir. Benzerlerimizden biraz daha farklı tipler olduysak, bunda büyük emeği vardı. Hele bende. Harcımıza mayasını çalmasıyla yetişiyor, bu şansı değerlendirerek büyüyorduk... Ayhan da.”

Şimdi Ayhan’ı ne yapmalı? Tatlı bir yaz akşamında nerelerde saklamalı?

“Bir fotoğraf, bir yüz, bir tarih, bir yaş. Bunlar, yaşanan bir hayat da demektir. Sureti karta basılmış olanın değil sadece, toplumun da yaşadığı hayat demektir. Bir vesikalık fotoğraftaki bir yüz Ayhan. Tarih 1979 ve yaş 16...”

Sustum. Bir büyük sessizlik… Kitaba serpiştirilmiş şiir dizeleriyle bulabilirim ancak yönümü bundan sonra. Ahmet Erhan "bir çocuğun resmi üstüme örtülü kaldı." diyor. Arif Damar, “hangi adla çağırırsan çağır duyarım ben diyordun” ve Cemal Süreya “ne varsa yarım kalmış, geleceğindir” diyor. Metin Altıoksa “düş yollara yeniden harlı bir umutla” diyor. Yıllar öncesinden benim de not ettiğim şiirlerden yüreğime saplanıveren şu dizeler oldu, bir dergide görüp yazmışım, Kum dergisinde Timuçin Özyürekli’nin 2002’den, epey aradıktan sonra buldum bir defterde: “ey yâr yüreğimde bir seylâp: /”ya sen gel ya beni oraya aldır…”/ aramıza hançer koyup yatalım, ihanet olmasın hayatımızda”

Son söz ise yazardan gelsin: “Taşına, toprağına. Bizi biz yapan içimizde kalmışlara, bir kadeh daha kaldırır mıyız?”

Buğu, Asaf Güven Aksel, Yazılama Yayınları, Nisan 2021