'Sedir dedim ya, aslında bizim ağaca çam deyip geçiyordum. Hoş, çam türünden imiş sedir de. Yani sevgili okuyucu ağaçlarla ilişkim bu kadar kıtken üstelik…'

Bahçedeki sedir ağacı

“Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları…” diye söze başlayasım geliyor. Ancak fark ediyorum ki yılın sonuna doğru geldiğimiz bu günlerde ne sonbahar hüznü, ne her yıl eski bir yılı terk ederken hissettiğim sıkışmışlık ve gecikmişlik hissi eşlik ediyor bana. 

Çok saçma, nereye gitti bu rutin depresif, derinleştirici, ilham verici ritüelim? 

Her tarafım çiçek böcek, nasıl güzellikler akıyor çevremden, gülümseyen yüzler, bolluk içinde yaşayan insanlar, yanakları sağlıktan al al olmuş bebelerin; kadınlar mutlu, yüzleri gülüyor, kaygısız, erinçli neşeli kahkahalarının yankısı süzülüp geliyor kulağıma… 

Ama öyle değil. 

Adlı adınca derin bir ekonomik krizin içinde debelenip duruyoruz oysa. Sözünü etmeyince olmamış olmuyor. Hepimizin birinci gündemi hangi markette ne, ne kadar ucuz. Karşılaştırmalı market 101 dersinin çıkışsız bir yeraltı labirenti gibi bizi yutan cenderesindeyiz. En ilkel güdülerimizin peşinden gitme zamanı; beslenme ve barınma (sağlığı ve eğitimi gözden mi çıkardık?) Dünya ölçeğinde ise milyonların açlık çektiği düşünüldüğünde 2023 gıda krizi söylemleri ile yarınların bugünleri aratacağı aşikâr. 

Peki, ne bu hâlim? Gamsızlık mı? Hüzünlenmek yok, giden bir yılın ardından kapıyı sonsuza kadar kapatma hazırlığı yok. Erken inen geceler, uzayan akşamları idrak edip dertlenmek yok. 

Neden? 

Nedeni çok basit çünkü zaman yok. Zamansızlık bir keçelenme, bir uyuşma hâliyle geliyor ve bir süre sonra bünyeyi uyuşturuyor. Bir yuvarlanma, bir koşuşturma, bir acele, bir telaş, bir sürüklenme. 

Nereye? Nereye Payidâr nereye?

(Timur Selçuk’u analım mı?)

Timur Selçuk - Nereye Payidar

İşte böyle anlarda, nefesim daraldığında, evimizin balkonuna dallarını uzatmış, rüzgârın hafif dokunuşlarına kendini bırakmış sedir ağacıyla söyleştiğimi fark ettim. Fark ettim dediysem, hep çok güzel geliyordu gözüme aslında. Bakmak, hep bakmak istiyordum. Sonra koşuşturmanın nefessiz bıraktığı ânlarda onun heybetli, mağrur ama telaşsız öylece duruşu dikkatimi çekti önce. Durup seyretmek iyi geldi, neşe verdi. Dalları kimi zaman mermer bir yontu gibi kıpırtısız ve sessizdi. Kimi kez ise tatlı tatlı salınıp rüzgârı, hareketi, Dünya’nın dönüşünü, zamanın akışını, “işte geldik gidiyoruz” vakarıyla geçirdi ruhuma. Bilgelik fısıldadı, öğretti. 

Sedir dedim ya, aslında bizim ağaca çam deyip geçiyordum. Hoş, çam türünden imiş sedir de. Yani sevgili okuyucu ağaçlarla ilişkim bu kadar kıtken üstelik… Bahçedeki sedir hem biricikleşti, hem de hakkında öğrenip okudukça bizim sedir dünyanın tüm sedirlerinin sözcüsü olarak genişledi, büyüdü, büyüledi ve sağalttı.

Hititler, 'sedir ağacının tatlı kokusunu duyun' derlermiş. Kutsal kitaplarda sedir ağacı, büyüklüğün, kuvvetin, şan ve şerefin, kraliyetin, maneviyatın, şiddetin, takdirin, zenginliğin, yayılış kudretinin sembolü olarak kabul edilirmiş. (…)  Sümerlerin Gılgamış destanında da geçen bir ağaçmış sedir: “Dağ oğlu Enkidu’yu yüreklendirdi Gılgamış / Kırkbeş okkalık balta, otuz okkalık kılıçlar / Ve sediri kesti. Bağırdı Humbaba uzaktan / Korularıma saldıran kim, sedire dokunan?”.1

Bir de, bu kadim ağaçlar uygun ortam bulmaları hâlinde 1000 yıla kadar, hadi geçtim bin yılı 100-200 yıla kadar yaşarlarmış. 

Bırakın yüz yılı, elli yıl sonra ne kalır bizden diye geçirdim aklımdan, tıpkı sizin geçirdiğiniz gibi içinizden. Sonra aklıma geldi, şu aralar her yazımda ufak ufak kemirdiğim, Nevzat Evrim Önal’ın kitabından sermayenin mekânı olarak kenti ve kent insanını anlattığı bölüm. Bir şiirle bizi bize anlatmış Stephen Dobyns:

“Yaptığım her şeyi alelacele bitiririm ki / başka bir şey yapabileyim. Günler böylece; / bir araba yarışıyla, hiç bitmeyen /bir gotik katedral inşaatının karışımı gibi geçer./ Hız yapan arabamın pencerelerinden, / sevdiğim her şeyin uzaklaşmasını izlerim: Okunmamış kitaplar, anlatılmamış fıkralar, görülmemiş manzaralar. Ve niye?/ Gelecekten ne hazine bekliyorum ki?”

Başa mı döndük yine, birbirini tekrar eden günlere set çekmeye çalışırken, dinginleşmek için ben yine sedire… Sedirin büyüleyiciliğine, kadimliğine, geçmiş-bugün-yarın sarmalında beni kollarında dinlendirmesine. Zamanlar iç içe geçtiğinde. İşte sedire bakarken, işte sedire söylerken, işte sedirden tılsım alırken gizlice, usulca iğne yapraklarını öptüğümde, bir şiire, bir şarkıya, bir gülümsemeye akan o iç huzuru gelse… Melih Cevdet’in deyişiyle: “O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör /Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör / Seyreyle deli ozanı/ Baştan başa sevda baştan başa tutku / Dili baldan tatlı.”

Ama sedir bırakmıyor, diyor ki Edip Cansever’den “Biz Bu Şafak Vaktinin…” gelsin diyor. Diyor ki neler gördü bu gözler. Ve söylüyor: 

Biz bu şafak vaktinin neresindeyiz
Öyle bir umut gibi gelip geçecek
Yalnızım, yalnızsın, bize kim gülümseyecek. 

Ve onlar sevdasını söylemeden bir sokağa sapanlar
İçlerinde nane olan bir yerlerden geçecek
Bir soğuk yüreğe oyarak soğukluğu
Ya da onlar mı ki akşamlara dek bir bilardo oyuncusu
Biri bir zincirle ya da bir şapka kenarıyla özdeşleşerek
Birdenbire kaldırabilir ki eğik boynunu
Ne çabuk
Evet, ne çabuk, akşam oldu mu.

Arklardan yüz yüze geçen anılar
Toplasak, toplasak, neye benzetsek
Kilosu on liradan elmalar tam sıfıra düşecek. 

Bir yanda yokluk içinde, bir yanda
Ey sonbahar, ey o en büyük çiçek. 

Hamiş: Ey Sonbahar! Ey İstanbul! Haydi! Yapıcılar konserine 28 Kasım’da! Düşlerine yürüyenlere omuz vermek gerek diyoruz sedirle ben, ben ve sedir.