İki filmin düşündürdükleri

Tülin Tankut koronavirüs sebebiyle eve kapanılan şu günlerde kapitalizmin tanıdığı sınırlar içinde düşünmek zorunda değiliz dedi ve insanlığın bir gelecek perspektifinden yoksun olmadığını yazdı.

Tülin Tankut

Paradan yana başımız sıkıştığında paranın gücü insani değerleri bozuyor, çarpıtıyor diye yakınmaya başlarız. Özellikle, duygusal ilişkilerin adeta para ve çıkar ilişkilerine indirgendiği günümüzde.

Paranın insanca ilişkiler için bir engel olduğunu yaşayarak görürüz de, gücüyle nelere kadir olduğunu es geçeriz. İnsan kendi çabasıyla elde edemeyeceği şeyleri parayla elde edebilir. Shakespeare’in şiirindeki gibi para, çirkini güzelleştirir, saygıya layık olmayan birine saygı duyulmasını sağlar. Kısacası insan para sayesinde hayallerini gerçekleştirebilir. (“Ah, anasızlık babasızlık, ille de parasızlık.”) Ancak paraya endeksli bir yaşamın kokusu çıktığında da sonu ölümlere varan felaketler yaşanabilir. (İflas eden iş adamı intiharlarını hepimiz biliriz.)

Kuşkusuz, insan, yaşamını sürdürmek için çalışmak zorundadır. Ama hangi koşullarda? Çalışma düzeninin, üretim ilişkilerinin;  çalışanın kendini geliştirmesine, gerçekleştirmesine ne ölçüde olanak sağladığı, izin verdiği koşullar, çalışan için önemlidir.  İnsanlık, insan düşüncesinin  “zincirlerinden kurtulup özgürlük ve bağımsızlığının tadını çıkarabileceği” bir toplumsal yapıya kavuşma aşamasına henüz geçemediğine göre bu konu önemini korumaktadır.   

Günümüzdeyse kâr hırsıyla doğayı katletmekten çekinmeyen, gezegenin geleceğini tehdit eden kapitalist üretime ve onun tüketim ideolojisine dur diyememekteyiz. İklim krizinin yol açtığı felaketlerin hem suç ortağı hem de kurbanı konumunda olan bizler, o kadar edilginleştirildik, hele korona salgınıyla iyice içimize kapanmaya başladık ki, ABD lideri D. Trump ve İngiltere lideri B. Johnson’un akla ziyan beyanları karşısında bile susuyoruz. Korona için “Çin virüsü” diyor Trump!

Bu liderlerin yasaların koyduğu sınırları tanımamalarına alışmıştık. Ama bu kadarı! Irkçılıktan, milliyetçilikten sonra dünyayı bekleyen bir başka tehdit daha ortaya çıktı: Yaşlılara yönelik ırkçılık!  Para yaşlılarda diye diye kaynakların akıtıldığı, yaşlanmayı geciktirici tedavi teknikleri, ilaçlar, operasyonlar, anti- aging programlarına ne oldu? B. Johnson da  “Yaşlılarla vedalaşmak” tan söz ediyor! İtalya’da seksen yaş üstünün gözden çıkarıldığını öğreniyoruz. Yetkililer yaşlıların sağlık hizmeti alamayacaklarını açık açık beyan ediyorlar. Komplo teorileriyse dur durak bilmiyor. Bunların, gerçekleri barındırdıkları da gözden kaçırılmamalı. Batıda yaşlı nüfusun devlet bütçesine yük olduğu konusu sık sık gündeme gelen bir konudur; alınacak önlemler de alışılageldik türdendir. Demek ki, artık yaşlıların geleceği, kapitalist zihniyetin temsilcisi B. Johnson gibilerin elindedir. Sıradakiler kimler acaba?  Söylemeye gerek var mı? Kapitalizmin “ıskartaları…”

Yaşlılara reva görülenler, yüzlerce yıl öncesinin katı geleneklerini aratmıyor. Örneğin“ Narayama Türküsü” filminde (The Ballad of  Narayama - 1958) dile getirilenler. Japonya’da geçmişe ait bir geleneğe göre, yetmişine gelen yaşlılar, ölmeleri için aileleri tarafından dağ başına terk ediliyorlardı filmde.  Sovyet yapımı “Ve Yaşam Ve Aşk Ve Gözyaşları “ filmindeyse (And Life, and Tears, and Love - 1983) bir huzurevindeki emekli olmuş kadın ve erkek sanatçıların ilişkileri mizahi bir dille anlatılıyor. Tüm ihtiyaçları karşılanmış olan bu kişiler, eski sanatlarını icra ederek aşk serüvenleri yaşayarak sanatçılara -ve tabii yaşlılara-  özgü tuhaflıklarıyla, zaman zaman birbirleriyle dalaşarak mutluluk ve huzur içinde geçirmektedirler günlerini. Tek dertleri, filmin adından da anlaşılacağı gibi aşk ve kıskançlıktır!

Evde zaman geçirdiğimiz şu günlerde film izlemek kuşkusuz çoğumuza iyi gelecektir. Ama eve kapanmamız gerçeklikle yüzleşmemiz için de önemli bir fırsat. Kapitalizmin tanıdığı sınırlar içinde düşünmek zorunda değiliz. Hele şu can pazarının yaşandığı günlerde… Otuz kırk yıldır, çoğunluğun lider gücüne duyduğu sarsılmaz bağlılık,  onlara kendi gerçek ihtiyaçlarını unutturdu. Kapitalizm, geniş kitleleri zor bir yaşama yazgılı kıldı. Birkaç kişinin elinde toplanan servetten paylarına düşen acı ve gözyaşı oldu. Mutluluk arayışımız da bu düzende sonuçsuz kalmaya yazgılı gibi görünüyor.

Ancak insanlık bir gelecek perspektifinden yoksun değil.

“Görüntünün özün yerine geçtiği”, gerçekle algının eşitlendiği Postmodernizm, düşün yaşamımızda tahribata yol açtı. Okumaya olan ilginin azalmasında onun da payı var. Egemen güçlerse, 80 sonrasından itibaren sol görüşü gözden düşürmek için tüm olanaklarını seferber etti, ama tam tersi oldu; çabaları geri teperek solun değerini ortaya çıkardı.

Yaşam normale döndüğünde muhtemelen yaşam biçimimiz, yaşama bakışımız, alışkanlıklarımız değişecektir. Kendimizi, evreni algılamamızda, sorumluluk üstlenme bilincimizde de değişiklik olacağı beklenebilir.  Gerçi değişimin ne yönde gerçekleşeceğini şimdiden bilemeyiz. Ama çocuklarımız için bizimkine benzemeyen bir gelecek hayal etmeliyiz.  Üniversitelerde verilen eğitime bir bakalım; tek tek ülkelerin gelişmesi için değil, çok uluslu şirketlerin kârını daha da artırmak için yapılan bir eğitim. Oysa bencillik, düşmanlık yerine; eşitliğin, kardeşliğin egemen olduğu bir toplumsal düzen gerekli insanlığa. Unutmayalım, başkaları özgür değilse, benim rastlantısal görece özgürlüğüm kırılgandır. Gördük ki korona virüsünün kimi vuracağı hiç belli olmuyor!

Solculara dair önyargılar da hızla kırılıyor. Onlar haklı çıktılar. Kitlelerin çıkarlarını savunan sola güvenmeliyiz. Solun yalın ve güçlü mesajlarına kulak vermeliyiz. Şanslıyız ki internet dünyanın öbür ucundaki insanları bir araya getiriyor. Her şeyi yeniden tanımlamak gerecek kuşkusuz; bu kolay bir iş değil, ama bizi korkutmamalı.