Almanya 15 Temmuz'a nasıl bakıyor?

Avrupa’nın hegemon gücü Federal Almanya, Türkiye’deki gelişmelerden fazlasıyla tedirgin. Alman siyaset sınıfı 15 Temmuz’a kadar darbe beklentisini açık edecek sinyaller vermedi, fakat darbe olunca da biraz bekleyip “Ayıp oluyor!” mealinde bir takım açıklamalar yayımlamakla yetindi. Erdoğan’ın sinirliliği tümüyle temelsiz değildir.

Osman Çutsay

Washington’da bazılarının mutlaka haberi vardı, ama sormadık: Berlin’de kimsenin haberi yok muydu 15 Temmuz kalkışmasından? Mümkün müdür? Batı, Türkiye’den çıkacak bir Sisi’ye ne kadar itiraz edebilir ki? İslamcı Ankara ve Alman basınındaki son dönem etiketiyle “yeni kuşak diktatör” (Nachwuchsdiktator) Erdoğan’ın,  Türkiye’deki darbenin arkasında Batı’nın olduğu yönündeki serzenişi tümüyle yersiz olabilir mi? Sermaye düzeninde düşmeyeni düşürmek ve düşeni de yemek, kanundur: Gericilik gericilikle ağız burun kırarak aşk ve ortaklık yapıyor, bu şiddet, çıkarlar çeliştiğinde daha da artıyor ve ortalığı resmen kan götürüyor. Ülkeler ortadan kalkabiliyor.  Kapitalizmden insan ilişkilerinde medeniyet ve kibarlık beklemek, hele devrimci durumda,  sadece ahmakların ve demokrat takiyecilerin (“useful idiots”) mezhebine sığar.

Avrupa’nın hegemon gücü Federal Almanya, Türkiye’deki gelişmelerden fazlasıyla tedirgin. Alman siyaset sınıfı 15 Temmuz’a kadar darbe beklentisini açık edecek sinyaller vermedi, fakat darbe olunca da biraz bekleyip “Ayıp oluyor!” mealinde bir takım açıklamalar yayımlamakla yetindi. Yasak savdıkları söylenebilir. İslamcı Erdoğan’ın sinirliliği tümüyle temelsiz değildir.

Berlin, son birkaç yıldır Erdoğan rejimi karşısındaki “gerçek duygularını” fazla gizlemiyordu aslında: Başbakan Angela Merkel’in mülteci meselesinde Erdoğan’ın önünde diz çökmesine kadar ve sonrasında da, Alman siyaset sınıfı, Erdoğan çizgisindeki tıkanmayı saptadı. Erdoğan’ın AB liderliğine reva gördüğü şantaj politikasına (“Ya vize kolaylığı ve acil para ya da mültecileri salarız!”) tahammül etmek istemiyor. Berlin, Merkel’in ağzından değil, ama ikinci ve üçüncü dereceden sorumlu siyaset adamlarının ağzından İslamcı Ankara’dan bıktığını dillendirmekten kaçınmıyor. Medyanın da bu konuda çok açık yürekli olduğunun altı çizilmelidir.

ALMANYA İÇİNDEKİ TÜRKİYE

Ama mesele, gerçekten derin ve sadece Ankara’nın dünya sistemi içindeki ilk ve en büyük dış irtibat merkezinin Berlin olmasından da kaynaklanmıyor. Başka bir ifadeyle: Türkiye’nin Berlin nezdinde “bir dış politika halkası” halinde, içinden çıkılmaz  sorunlar yumağına dönüşmüş olması, epey de zayıflaması değil sorun. Türkiye çözülüyor ve biz, 1916’dan beri, yani Lenin’in Emperyalizm broşürünün okur önüne çıkmasından bu yana geçen bir asır içinde, her zayıf halkanın, metropoller için ek bir telaş nedeni olduğunu biliyoruz. Burada, Türkiye-Almanya ilişkilerinde sorun çok içeriden: Türkiye, gerçekten de Almanya’nın artık bir “iç politika unsuru”. Biraz özel bir durum.

Yani İslamcı Ankara, maceralarıyla sadece kendi çevresindeki Alman ve AB çıkarlarını değil, Alman iç politikasındaki veya sosyal barışındaki neoliberal dengeleri de tehdit etmeye başlıyor.  Sorunun büyüklüğünü geçen hafta, 31 Temmuz’da Köln’de, başka “yabancılara” çok kolay tanınan bir “hakkın” Recep Tayyip Erdoğan’a tanınmamasından da çıkarabiliriz. Saf demokratlar, “saf demokrasi” diye bir şey varsa eğer ve hakkaniyet aranıyorsa, ilk bakışta biraz haklı gibi görünebilir.  Ama Erdoğan’ın, bir yabancı ülkede ve nüfus dengesinde de kendisinden azınlık olarak söz edilebilecek ağırlıkta 3 milyonluk bir “halk grubuna”, ki çok tehlikeli bir kavramdır, “bindirilmiş kıtalar” ve video üzerinden  mitingde seslenmesi engellendi, buna kimse karşı çıkmadı. En sağdan en sola, Alman ve hatta AB siyasetinde tam bir Erdoğan alerjisi var çünkü. Sağ popülist “Almanya için Alternatif” (AfD) bu alerjinin göstergelerinden sadece biri. Sonuçta Federal Anayasa Mahkemesi toplam 6 satırlık bir kararla, Türkiye cumhurbaşkanının “Köln’deki Türk mitingine” ekrandan canlı yayınla bağlanmasına izin vermedi ve bunu anormal bulan önemli bir Alman siyasetçi veya “medyatör” çıkmadı.

Bazı Alman yorumcular, ki etkili merkez sol gazete Süddeutsche Zeitung’dan Heribert Prantl gibi bazı “aşırı demokratlar”, güvenlik hukukuna, toplanma ve gösteri özgürlüğüne, en sonunda da Almanya’nın egemenlik haklarına dayanarak bu kararın alındığına dikkat çektiler. Çekilen set bir biçimde makul bulundu; özellikle Erdoğan’ın herkesi düşman ilan eden tarzına dikkat çekildi ve Almanya’nın neredeyse Türkiye seçimleri için dördüncü büyük seçim bölgesini oluşturduğu hatırlatıldı. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sonuçta bir Edward Snowden’a, bir Barack Obama’ya tanınan kolaylık, İslamcı Ankara’nın “yeni kuşak diktatörüne veya despotuna” tanınmadı ve bu olumlu karşılandı. AB’nin Ankara’yla araya koyduğu mesafe görünür oldu.

KISA VADEDE KAOS

Bu karşılıklı sevgisizliğin ve kuşkunun sadece siyasi gerekçelere dayanmadığı, açık. Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman sermayesi, her hücresiyle Türkiye’deki gelişmeleri yakın takibe almak zorunda. Örnek mi? Çok: Frankfurt Havaalanı’nı işleten ve dünyadaki çeşitli havaalanlarını işleten Fraport, böyle bir hücre.

Fraport’un Antalya Havaalanı iştiraki, gelişmelerden ve turistlerin resmen yok olmasından son derece endişeli. Sadece bu yılın ilk yarısında Antalya’ya gelen turist sayısının üçte bir oranında düşmesi, hesapları altüst etmiş görünüyor. İslamcı teröristlerin bombaları ve Rusya’nın da ambargosu, bu bölgedeki çöküşün tetikleyicileri oldular. Alman medyasında geniş yer alan haberlerde, turistlerin Türkiye’ye sırt çevirdiği rakamlarla da belgeleniyor. Etkili merkez sağ gazete Frankfurter Allgemeine Zeitung , bu gerilemenin haziran ayı itibariyle ve bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 40.9’u bulduğunu haberleştirdi hafta içinde.

Genellemelerin çok önemli olmadığı söylenebilir. Ama görülüyor ki, tek tek şirketler düzleminde de durum hiç iç açıcı değil. Asıl önemlisi: Fraport, Alman medyasının sorularını yanıtlarken Türkiye’de genel durumun “orta vadede sakinleşeceğine”, dolayısıyla Antalya ve çevresindeki trafiğin krizden önceki düzeyine kısa vadede kavuşamayacağına dikkat çekti. İktisat gazetecileri haberin içine hemen küçük bir yorum yerleştirdiler: Alman yatırımcılar bir eğilim olarak kısa vadede Türkiye’nin sakinleşeceğinden ve huzura kavuşacağından hareket etmiyor. Tersine, yeni çalkalanmalar bekleniyor ve bu özellikle finans sektöründe kendisini daha çok hissettiriyor.

Özetle, Türkiye’de bir kaotik dönem beklentisi, gizli veya açık olarak Almanya’nın tüm ekonomik birimlerinde ağırlığını hissettiriyor. Siyaset sınıfında bu beklenti ve endişe katmerli olarak yerleşmiş görünüyor.

Sadece Almanya mı? Onun küçük ortağı veya uydusu Avusturya da, ülkedeki hareketli Türkiye kökenli nüfustan tedirgin, aşırı sağcı bir cumhurbaşkanı seçmek üzere hafta sayarken, endişelerini  açıkça dile getirdi. Darbe girişiminin hemen ardından Türkiye'nin kredi notunu bir kademe indiren kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s (S&P), Türkiye'nin ülke riskini de “orta derecede yüksek risk” düzeyinden “yüksek risk” düzeyine çektiği sıralarda Avusturya Başbakanı gerçekleri dile getirdi. Sosyal demokrat Başbakan Christian Kern, Viyana’da, Türkiye’nin AB’siz bir çöküşe gideceğinin,  Ankara’daki “devletin iflas edeceğinin” altını çizme ihtiyacı duydu. Şantaja gelmeyeceklerini hatırlatırken yaptı bunu...

ETNİK VE DİNCİ SİLAH GERİ TEPİNCE

Demek ki, Almanya ve onun iktisadi egemenlik alanında, Ankara’nın fazla bir baskı uygulama şansı bulunmuyor. Kuşkusuz başka şantaj olanakları var. Ancak, Almanya ve Avusturya’nın Ankara tedirginliği, Avrupa demokrasisinde vidaların eski sağlamlığını koruyamadığını da gösteriyor. Sorun, Almanca konuşulan dünyada yaşayan Türkiye kökenli toplumun bu neoliberal mezbahada, sosyal barışı da tehdit eder boyutlara ulaşmasında. Oransal ağırlık, 280 bine yakın Türkiye kökenli göçmenin yaşadığı küçük Avusturya’da da önemli düzeydedir.  Hepsi içerideki sosyal barıştan endişeli. Erdoğan’ın “içeriye” oynamasını affetmeleri mümkün değil. İntikam alacaklar.

Almanya’dan AB’ye: Gerek halk, gerekse siyaset sınıfı, Erdoğan ile daha yakın bir işbirliğine sıcak bakmıyor. Sıtkı sıyrılmış durumda. Peki, Erdoğan bindiği dalı kesmiş mi oldu? Mümkündür.  Emperyalist sistem ciddi bir krizden geçiyor. Krizde, sermaye içinde “eski dostlar” mutlaka düşürülür ve yenir; kuraldır.