Orhan Çelebi seyyahatnamesi

Orhan Pamuk, Nobel'i cepte, leyleği havada gördü göreli, dünyayı fırdolanıyor. Her gittiği yerde, reklam-tanıtım çalışmaları yaparken söyledikleri hafif farklılıklar gösterse de, işin özü değişmiyor: Şefaat ya Batı...

Nobel’i kaptı kapalı, Orhan’ı tutabilene aşkolsun. Dün İspanya’daydı bugün Londra’da, yarın ABD’ye gidecek ders vermeye, belki buraya da uğrar hafta sonunda. Orhan hem geziyor, hem de geçerken saçılan ödülleri topluyor. En iyi çeviri roman, en iyi yabancı roman, en kahraman roman… Orhan bir ödüle bir gezmeye doyamıyor.

Hazır plaketleri toplamışken konuşma fırsatını da kaçırmıyor. Haftada birkaç kez yabancı basında demeçler veriyor, imza günlerinde bol bol kendinden, Nobel’le açtırdığı banka hesabından, romanının kendine yakın bulduğu kahramanından, ama daha çok AB’ye giremeyen Türkiye’ye duyduğu üzüntüden, bir de bunlardan kalan asıl vakitlerde romanın pazarlama aracı olarak açılan Masumiyet Müzesi’nden bahsediyor. Romanları için bilgi toplarken pazarlama taktikleri üzerine yazılan kitapları da bir solukta okuyuvermiş olmalı.

Düşünerek başlayıp yazarak yükseldiği kariyer basamağında yabancı basının gözdesi olan Orhan’ın, İngiltere, İtalya, İspanya ve ABD seyahatlerinden notlar aktarmak da bize düşüyor…

12 Ocak 2010
Her zamanki puslu havasında Londra’nın, Orhan Southbank Centre’da, İngilizce’ye çevrilen son romanı Masumiyet Müzesi ile ilgili “konferans” veriyor. Seyahatinin bu durağında, ilk konu Türkiye’nin AB üyeliği.

“Eğer Avrupa Hıristiyanlıkla ilgiliyse tabii ki Türkiye’nin burada yeri yoktur. Avrupa, kardeşlik, eşitlik, demokrasi, insan hakları ve özgürlüğe dayanıyorsa Türkiye’nin AB üyesi olması gerekir. Örneğin Fenerbahçe. Avrupa futbolunda uzun yıllardır mücadele ediyor.”

Daha sonra konu pek gizemli roman kahramanına geliyor. Acaba bu kahraman Orhan’ın kendisi olabilir mi? Orhan şöyle bir geriniyor, “benzerlikler taşıdıklarını” söyleyiveriyor: "Kemal ile en derin benzerliğimiz, dışına çıktığı, ayrıldığı üst tabaka olan Nişantaşı toplumuna duyduğu küskünlüktür."

Aynı soruya İspanya’da şu yanıtı vermişti oysa: “Hayatımız çok benzer. Üst sınıfız, hayatın güzelliklerinin tadını çıkartıyoruz. Fakir bir ülkede zengin biri olmanın rahatsızlığı. O, kendi sosyal grubundan çıkıp, birey olarak ayrılıyor.”

Mekanlar farklı, sorular aynı, yanıtlar da üç aşağı beş yukarı…

Bulmuşlar Nobel ödüllü yazarı, kitabın kapağındaki fotoğraf sorulmaz mı! Orhan sıkı çalışmış dersine. Diyor ki “internette birçok fotoğraf taradım o döneme ait.” Bulmuş da aradığını. Ama “cover” seven milletiz, Orhan da o fotoğrafı kullanmak yerine “fotoşop yeteneğini” konuşturmuş. Orasına dokunmuş burasına dokunmuş, çekiştirmiş, derken arka planda Boğaz manzarası yerine, Ankara’da bir orman manzarası, arabada oturan erkeklerden birine de pantolon askısı eklemiş. Öyle diyor Orhan.

17 Ocak 2010
2007’de yaşadıkları nedeniyle tehdit altında olduğunu belirterek koruma istemiş Orhan. Konuştukça açılmış sonra, korumayı göndermiş tutmuş ABD’nin yolunu. Böylece güvenlik sorununu da çözmüş. Orhan’ın Türkiye sınırları dışında yaşaması, özgürlük düşkünü Avrupalı ve ABD’li gazeteciler tarafından sorgulanıyor ve “sürgünde” olduğu düşünülüyor.

Olur mu hiç sayın Avrupa basını! Bakın Orhan bu iddiayı da nasıl savuşturuyor: “Orada dersler verdiğim için bazen ABD’de, bazen de Türkiye’de yaşıyorum, bazen de dünyanın herhangi bir ülkesinde olabiliyorum, kendimi sürgünde görmüyorum.” Dünyada bir yerdeyim yani…

Zaten Orhan’ın “küratörü” olduğu Masumiyet Müzesi’nin (bu romanın pazarlama merkezi olan müze) açılacağını öğrenen yabancı basın da, tamam diyor, sürgün olmadığının kanıtıdır. Adamın müzesi var daha ne olsun!

Seyahate devam… Ödülü soruyorlar bir keresinde, “Nobel sizi değiştirdi mi?” diyorlar. Birinde şöyle diyor Orhan, “Konuşmada, ödülün beni değiştirmeyeceğini söylemiştim ama değiştirdi. Nobel beni mutlu ve meşgul bir insan yaptı. Banka hesaplarım ve maillerim kabardı. Ama edebiyata ayırdığım zaman da arttı, daha büyük vaatlerim var.”

Sonrasında biraz daha temkinli. “Sadece biraz hayatımdaki meşguliyeti artırdı, o kadar. Bana yeni okuyucular da kazandırdı. Neden şikayet edeyim ki? Herkese Nobel ödülünü kazanmayı tavsiye ediyorum, çok güzel bir şey.”

19 Ocak 2010
İspanya durağındayız. Kısa süre önce yine konuşmuştu burada. Bu kez üç gazeteyle seslenmiş İspanyol okurlarına. Türkiye’nin genel panoramasından ve yine müzesinden bahsederken şöyle diyor: "Son yıllardaki Türkiye, 60’lı yıllardaki İspanya’yı hatırlatıyor. Belki de geç başladık, ama değişim aynı oldu. Muhafazakar bir ülke olmaya devam ediyoruz, ama ekonomimiz düşe kalka ilerliyor.”

Kısa süre önceydi, hatırlarsınız, ABD’de konuşuyordu bir televizyon kanalına, tabii AB’ciliği atıyor bir kenara, başlıyor Türkiye yakınmaları. “AKP şu Kürt meselesinde biraz yumuşasa, ordu da bu işlere karışmasa…”

Yine dönüyoruz Avrupa’ya. Orhan’ın sözlerinin rotası uçağın rotasına ayarlı. Bu kez Türkiye’nin son 30 yılını değerlendiriyor seyyahımız: "Saflığı ve temiz kalpli olmayı biraz bıraktık ve daha homojen bir hal aldık. Batılı olmayı o kadar çok istedik ki, şimdi neredeyse bunu tamamladık. Türkiye şu anda çok daha zengin, burjuvazisi çok daha güçlü, orta sınıfı daha gelişen, daha açık ve özgür bir topluma sahip.”

Orhan reklamın iyisi kötüsü olmaz lafını iyi biliyor, her yerde şu müzeyi cümle içinde en az bir kez kullanıyor: “Maalesef benim durumum, ülkemin genel durumundan daha kötü. Ama bir kurban gibi görünmek istemiyorum. Hayatın zevkini çıkarıyorum, romanlarımı yazıyorum ve istediğim yerde yaşıyorum. Romanlar, müzeler gibidir. Yaşam ve hislerin arşivleridir. Romanlar, yaşamın bir anını yakalamaya ve onu geleceğe yansıtmaya yararlar.” Ay yazııık!

Orhan’ın seyahati sürüyor. Her gittiği yerde her dediği tek cümleye gelip dayanıyor: “Bırakın Türkiye’yi bana bakın, kitabımı alın, müzemi gezin, gelsin paralar…”