Medyanın “milli” hezeyanları

Milliyetçilik ve bayağılık hiç bu kadar egemen olmamıştı "sağduyulu" basınımıza!

soL (HABER MERKEZİ) Euro 2008'in başladığı günden bu yana medyanın spor sayfalarını ve programlarını takip edenler, söz konusu etkinliğin futbol karşılaşmaları olduğunu anlamakta güçlük çekebilir. Yok, sadece bir savaş yaşandığını düşünürler de diyemeyiz. Çünkü, savaş bile olsa, taktikler, stratejiler, orduların karşılıklı dizilişleri, mevzilenmeler, güç dengeleri gündeme gelir hiç değilse, hesap kitap yapılır. Burada söz konusu olan, bunun da ötesinde bir şey. Başıbozuk bir histeri mi dersiniz, ne dediğini bildirtmez bir hezeyan mı...

Sahaya bir futbol takımı çıkıyor sonuçta. Oyuncular, zaten insanın iş yapmakta en az beceriye sahip organıyla, ayaklarıyla bir küreye hükmetme uğraşındayken, medya, oyuna daha da müdahil olamayacak bir şeye işaret ediyor: Kanlarına, imanlarına...

Hakeme ihtiyacımız yok
Her maça, ırkçılığın ve mukaddesatçılığın kalıp cümlesiyle çıkılıyor: Tanrı Türk'ü Korusun! Alt tarafı bir maça nezaret eden hakem rakip lehine hatalı bir karar verdiğinde yeri göğü inletenler, Tanrı'nın kendilerini kayıracağına güveniyorlar.

Osmanlı fetihçiliği sayesinde, çoğu maça "haydi aslanlar, bir daha!" diye yaklaşabilme şansını da buluyor sık sık medya. Elemelerde Malta'ya Turgut Reis'in intikamını almaya gönderdikleri takım, yine 1565'te olduğu gibi ardına baka baka geri dönmüştü ama, gruptan çıkıp yarı finale de kalınca, yine Viyana kapılarına dayandırıldılar. Neslin deden, ceddin baban'larla... Maça çıkılmayacak, küffara hücum eylenecek!

Kaderin cilvesi mi, takdir-i ilahi mi bilinmez, takımın teknik direktörünün adı Fatih olarak denk gelince, medyanın müthiş bir yaratıcılıkla göndermeleri, manşetlerde en çok rastlanan şey oldu. "Fatih'in aslanları!" Sonra, nedendir bilinmez, sultanlık verdikleri adam, ilk çarpışmayı kaybedince mırın kırın eden tebasına "seferden dönende, gazabımdan korkun bre!" diye kükreyince, şaşırdılar...

Futbolla değil mucizeyle
"Türkiye bu maçı nasıl kazanır" sorusuna, futbolun kalemlerinin verdiği, "iman kuvvetiyle, Türk'ün asil kanıyla" yanıtı, her ne kadar, bir tek futbollarıyla kazanamazlar anlamına geliyorsa da, eğrisi doğrusuna denk gelip mucizeler yaşandıkça, millî birlik ve beraberlik günlerinde kolayca yutturuluyordu işte. Henüz toy bir yorumcu olan Sergen Yalçın, köşesinde "Bu balla final oynarız" yazdığında, "vurun kellesini!" fetvası gelmediyse, şanslıydı... Herkesin ortak fikri olan "mucizeler yaratan takım" olmayı, "bal" banalliğiyle kirletmemek lazımdı. Mucizeye kimin ihtiyacı vardır, ya da, bir takımın elde ettiği başarı mucize diye adlandırılıyorsa, bu, normal koşullarda başarılı olamayız itirafı değil midir soruları orta yerde duruyordu ya, önemli değildi. İman dolu göğüslere, nifak yerleşmemeliydi!

Yüce bir millet oluşa inanma hezeyanı, futbola damgasını vuran erkekegemen söylemle de birleşiyor, işin endazesi burada da kaçıyordu iyice. En galiz cinsel göndermelerle, maçın yapılacağı ulusun hayali kadınlarıyla yapılan hayali görüşmelerle, milliyetçi muhafazakâr tabloya, bir fallus yerleşiyordu. Eğer Almanya ile oynanacak yarı final maçı öncesi, sayfalarda, vazgeçilmez yabancı turist kadın "Helga" figürü belirirse, kimse şaşırmasın...

Tanrı Türk'ü kazanmaktan korusun
Tanrı her ne kadar Türkler'i kayırıyorduysa da, o yüce ırk, AB kapılarında el açarken pek işe karışmıyordu. Unakıtan, yabancı sermayeye, "sorunları millî takım gibi son anda çözeriz" diye güvenceler vermekle meşguldü. İktisadi Kalkınma Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Kabaalioğlu, "bizim maçta yendiğimiz Hırvatistan, AB görüşmelerinde 20-8 ileride" diye hayıflanmaktaydı...

Geleneksel "at, avrat, silah" üçlüsü, futbolcuların kanlarına yapılan göndermeyle yarış atına çevrilmeleri sonucu at karşılaştığımız ülkelere cinsel sataşmalarla kadın açısından tamamlanıyordu. Silah da, her kazanılan maç sonrası sokak terörünün parçası olarak devreye giriyordu. Artan silahlı kutlama düzeyine bakılırsa, Hıncal Uluç'un değindiği gibi, "Tanrı, Türk'ü" kupayı kazanmaktan "koru"malıydı!