Lal Gece: Hepimiz mağdur muyuz?

Cuma günü vizyona giren Reis Çelik'in son filmi "Lal Gece" çocuk gelin sorununu merkeze alacağını düşündürürken, töre kurbanı olmuş ve yıllarca hapiste kalmış bir erkek karakteri öne çıkardı. Filmin çabası takdire değer görünmekle birlikte bu yönüyle asıl mağduriyeti teğet geçmiş görünüyor.

Reis Çelik’in son filmi Lal Gece vizyona girdi. Film, bu seneki Berlin Film Festivali’nin “Generation 14 Plus” bölümünde yarışıp Kristal Ayı ödülünü almıştı. “Çocuk gelin” sorununa değinen, bu anlamda hem biçimsel hem tematik tercihi itibariyle Türkiye sinemasının son yıllarda kalktığı atağın bir devamı olarak değerlendirilebilecek film, aslında Reis Çelik’in sinema çizgisi açısından beklenmedik bir film değil.

Zira Çelik, ilk filmi “Işıklar Sönmesin”den itibaren her zaman gündemdeki bir yaraya parmak basmayı denemiş ve bu alanda birkaç “ilk filmi” çeken kişi olmuştur. “Işıklar Sönmesin”, Kürt sorununa ve iç savaşa değinen ilk sinema filmidir. “Hoşçakal Yarın” ise Deniz Gezmişlerin perdeye düştüğü ilk filmdir. “Lal Gece”, özellikle son dönem AKP uygulamalarıyla birlikte iyice yakıcı hale gelen kadın sorununu ele alarak cesaretli ve heyecan verici bir iş olmuştur. Ancak tek mekânda geçen, İlyas Salman’ın enfes oyunculuğu ile göz doldurduğu film, ele aldığı konun yakıcılığına rağmen, işlenişi bakımından önemli bir sorunu barındırıyor. Soruna birazdan değinmek üzere filme kısaca göz atalım.

Film, uzun yıllar hapiste yattıktan sonra 60’lı yaşlarına gelmiş bir adam ile çocuk yaşlarında bir kadın arasında “gerdek gecesi” yaşananları konu alıyor. Yüzde doksanı, “zifaf” yapılması öngörülen odada geçen filmde adamın ve kadının dramına şahit oluyoruz. İlerleyen dakikalarda anlıyoruz ki adam daha önce de başka suçlar işlemiş (namus yüzünden annesini vurmuş), birkaç defa daha ceza evine girmiş, bu yaşına kadar doğru dürüst bir hayat kuramamıştır. Adam, işlediği cinayetlerin ikisini de namus yüzünden işlemiş ve ikincisi nedeniyle başlayan kan davasına bir son vermek için şimdi evlendirilmiştir. Kadının hikâyesi ise bildik(!) çocuk yaşta evlenmeye mecbur bırakılmıştır.

Önemli bir toplumsal sorun olan “çocuk gelin” olgusu, sadece bazı kadınların başına gelen ve sadece “o kadınları istemedikleri bir şeyi yapmaya zorlamak” olarak özetlenebilecek bir durum değildir. Bütünüyle ele alınması gereken, kadın, erkek, genç, yaşlı herkesi ilgilendiren, etkileyen ve belirleyen bir sorundur. Mesele, küçük bir kızın evlenmesinden öte, o kişinin nesneleştirilmesi, kadın kimliğinin yaşamın dışına itilmesi ile beraber çok boyutludur. Olgunun bir de erkek tarafı düşünülürse boyutlar artar. Sonuç olarak “çocuk gelin” meselesi erkek ve kadına biçilen ve sürekli yeniden üretilen toplumsal rollerin, bunun uzantısı olarak bütün bir hayatın şekillenmesinin anlatımını içeren berrak ve sade bir örnektir. Bu rollerin insanlara yine insanlar tarafından biçildiği, ancak biçilen rollerin kendisinin insanlardan üstün tutulduğu bir gerçektir. Töre buna iyi bir örnektir. İnsanlar ölüp gidebilir ama töreler değişmez. Doğal olarak insan böyle bir coğrafyada yaşıyorsa hayatına dair kararları onun adına başkaları alır. Ve burada dayanak olarak töre öne sürülür. Bu, gerçekten ağır bir trajedidir.

Filmde de tüm bu sorunlara yönelik bazı göndermeler göze çarpıyor. Çocuk gelinin sarılıp sarmalanıp, beline kırmızı kuşak bağlanarak yatağa “iliştirilmesi” nesneleşmenin iyi bir örneği oluyor. Filmin tek mekânda geçmesi, az önce belirtilen toplumsal sorunun boğuculuğunu, başkaları tarafından belirlenmenin kasvetini ifade ediyor. Açılışta, kızın gözlerinden dünyaya bakışımız, onun sıkıştırılmışlığının ve korkusunun seyirciye geçişi açısından iyi bir tercih oluyor.

Ancak tüm bu tercihler ve konunun yakıcılığına rağmen filmde adamın trajedisi, kadının trajedisinin önüne geçiyor. Bu, filmde onanamaz bir çarpıklığa neden oluyor: durumun meşrulaşması.

Reis Çelik, birçok yerde söylendiği gibi, olaya bir de erkeğin bakış açısından yaklaşmayı denemiş. Yukarıdaki özette de değinildi, kadının hikâyesinde bilmemiz gereken pek fazla bir şey yok. O zaten çocuk yaşta zorla evlendirilmiş olmasından dolayı yeterince trajik durumda. Olay asıl adamın hikâyesinde gizli. Adam, yıllarca hep başkalarının kararları nedeniyle hayli üzücü bir hayat yaşamış. Ve şimdi en azından bir dileği gerçek olsun istiyor.

Aslında o da bu durumdan hoşnut değil. “Yaşlı olduğunu” ve “kadını mutlu edemeyeceğini” biliyor ve yine zorla evlendirilmiş olmasına isyan ediyor. “Bizi kader bir araya getirdi” repliği bu durumu açıklıyor. Ancak bu durum, kadınla yatmak isteğinden onu vazgeçirmiyor.
Gece boyunca, kadının çocukça oyunlar bularak adamdan sıyrılışını görüyoruz. Adam, tüm bu bıktırıcı oyunlara, ertesi gün köy ahalisine iyi haberi verebilmek için katlanıyor. “Çileden” çıktığı bir anda, “seni zorla elde edemem ama sabaha kadar oyun mu oynayacağız…” diyor. Bundan az sonra trajedi dolu hayatını, “enfes” bir tirat ile anlatıyor. Kızın ve bizim ona acımamız ve “sevişsinler de kurtulsun şu adamcağız” dememiz işten bile olmuyor.

Gecenin ilerleyen vakitlerinde kız, adamın bıyıklarından korktuğunu söyleyince, adam banyoya gidip bıyıklarını kesip geliyor. İşte bu sahne, filmin en çarpıcı sahnelerinden biri. Çünkü adam bıyıklarını kesip gelince komik bir durum oluşuyor. Baskın erkek motifi bir anda madara oluyor. Zaten adamın odaya dönmesi ve kızın onun yüzünü görmesi ile hem karakterler hem de seyirciler bir arada gülüyoruz. Burada bir dakika durup düşünmek gerekiyor: biz neye gülüyoruz? Oluşan bu komik hal, erkek ve kadın karakter arasında bir tür yakınlaşmaya neden olup onları flört eder bir duyguya doğru itiyor. İki karakter de bulundukları ortamdan soyutlanıp bir an için hepimize sevimli görünüyorlar.

Filmin sonunda patlayan silahın kızın kafasında mı, adamın kafasında mı yoksa cinsel birleşmenin gerçekleştiğinin kanıtı olarak gökyüzüne mi patladığı görünmüyor. Adamın kafasında patlamadığını, kızın çığlık atmayışından anlayabiliriz. Eğer gökyüzüne patlasaydı silah sesinden sonra kapıya gelen köy ahalisi kapıyı defalarca çalmak zorunda kalmaz, içeriden en azından bir ses gelirdi. Belli ki silah kızın kafasında patlamıştır. Bu da zaten, kadının değil adamın trajedisini derinleştirir. Bu, adam için gerçekten trajik bir tercih olabilir ancak tekrar söylüyorum filmin dramatik kırılma noktaları adamın üzerine binecek şekilde kurulunca kızın hikâyesi gözden kaçıyor.

Adamın da bir trajedisi olduğu ve olayın tüm karakterleri etkileyen toplumsal bir sorun olduğu gerçeğine işaret etmeyi düşünmek doğru bir tercih. Karakterin de mutlak kötü, kartondan bir adam olmaması gerektiği düşünülmüş. Bu da olayın gerçekliği ve inandırıcılığı açısından doğru bir yöntem. Ancak kaş yapayım derken göz çıkartılmış oluyor. Bu durumun gerçek mağduru kadındır. Erkeğin de mağduriyeti söz konusu ise bu ya bu şekilde anlatılmamalı ya da burada anlatılmamalıdır. Unutmamak gerekir adam her ne kadar bunu yapmaya zorlanmış olursa olsun, sevişmeye yeltendiği sürece olayın öznesidir ve bu onun mağduriyetine gölge düşürür.

Reis Çelik’in filminin, güncelliğe bu denli bir müdahaleyi amaç edinmesi, Türkiye’de sanatın karşı karşıya kaldığı tehdidin panzehiri niteliğindedir. Bu değerli çabanın güçlenmesi ve daha fazla desteklenmesi gerekir. Ancak karşı karşıya olduğumuz çok boyutlu ideolojik saldırı karşısında bizim de daha fazla düşünmeye ve daha titiz çalışmaya ihtiyacımız olduğunu unutmamak gerekir.

Murat Akgöz (soL)