Türkiye’nin üç rakibi

Almanya, İspanya ve Rusya neyi, nasıl oynuyorlar?

soL (HABER MERKEZİ) Avrupa Futbol Şampiyonası'nın son dört maçına geldik. Önce yarı finaller, sonra final ve üçüncülük maçları...

Grup maçlarının sonunda ortaya çok büyük bir süpriz çıkmadı, en fazla bazı maçlarda takımların performanslarına şaşırdık. İlk sekize kalan takımlar içinde bir tek Türkiye'nin yerine Çek Cumhuriyeti'nin çeyrek finale yükselebileceği konuşuluyordu. Bununla birlikte kimse "nerden çıktı Türkiye" diye sormadı. Kısacası her şey normaldi ama bazı takımların çizdiği istikrarsız görüntü herkesin kafasını karıştırıyordu. Almanya, İtalya ve Rusya buna örnekti.

Çeyrek final karşılaşmalarında ise kimse turnuvanın favorilerinden olmasına karşın Portekiz'in Almanya'ya elenmesine hayret etmedi. Yine İspanya'nın zor da olsa İtalya'yı geçmesine şaşıran olmadı. Ancak Rusya'nın Hollanda'yı açık bir üstünlük kurarak saf dışı etmesi pek öngörülmüyordu. Türkiye ile Hırvatistan arasındaki oyun öncesinde Hırvatların favori gösterilmesi ise ülkemize dönük önyargıların ürünü değil açık futbol gerçekleri ile ilgiliydi. Ancak bir gerçek daha ortaya çıkıyordu ki, Türkiye turnuvanın en mücadeleci takımıydı.

Avrupa şampiyonasında yarı finale kalan takımlara yakından bakıldığında dört benzemezle karşılaşılıyor. Her ne kadar Perşembe günü ikinci kez karşılaşacak olan İspanya ile Rusya, bazı istatistikler açısından birbirlerine yakın görüntü veriyor olsalar da, gerek futbol altyapıları gerekse 2008 turnuvasına yansıttıkları anlayış itibariyle oldukça değişik karakterdeler. Almanya ve Türkiye'nin de farklılıkları ortak yanlarından kat be kat daha fazla.

Peki bu birbirine benzemeyen ve şaşırtmayı seven dört takım ne yapacak? İşte Türkiye'nin rakibi olan diğer üçü hakkında bazı notlar...

Almanya: Daha seyredilebilir bir takım
B grubu herkese "bu nedir ya" dedirtecek ölçüde Almanya'nın hinterlandı görümündeydi. Avusturya'yı "ayrı bir diyar" saymayan Almanların sayısının hiç de az olmadığını, Polonya'nın İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı ülke olduğunu ve Hitlercilerin "burası bizim" dediğini, Hırvatistan'ın ise emperyalist devin doğuya açılma kanallarından olup Yugoslavya'nın parçlanmasında Almanlar tarafından bir güzel "kullanıldığı"nı hatırlayalım.

Bir ek, Alman takımının iki önemli kozu Podolski ve Klose dahil olmak üzere üç oyuncusu Polonya'dan göç eden ailelerin çocukları... Göç dediysek öyle çok eskilere gitmemek gerekiyor. 1980'lerde Garbaçov yalnızca Sovyetleri değil tüm sosyalist ülkeleri sersemlettiğinde, zaten pek bir defolu olan Polonya bundan fazlasıyla etkilenmişti. 1987-89 arasında minicik çocuklarken bu üç futbolcu aileleri Polonya'dan Almanya'ya geçti. Ucuz atlatmış, çocuklarının yetenekleri sayesinde işsizlik, onuncu sınıf işlerde kölelik yapmak gibi olasılıkları savuşturmuşlardı.

İşte onlardan Podolski Almanların en etkili oyuncularından. Attığı iki golden sonra Polonya'da hain ilan edildi, yani milliyetçilik ve kafasızlık her yerde var, yalnızca bizde değil.

Gelelim futbollarına... Almanya, bir ara Fenerbahçe ve Adanaspor'u da çalıştıran Joachim Löw'ün teknik direktörlüğünde eski "sağlam ama tatsız tuzsuz" futboluna ciddi bir renk ve hareket katmış durumda. Tatsız tutsuzdu ama Almanya başarılı oluyordu, örneğin Avrupa kupasını en fazla (3 kez) kazanan takımdı. Ne var ki 1980-1990 arasında Almanya'nın "panzer" futbolu seyirci çekmemeye başlamıştı. Televizyon kanallarının yayılmasıyla Alman halkı "sosis ve patates" dışında yiyecekler olduğunun bilincine varmış ve Akdeniz ülkelerinde oynanan futbolun büyüsüne kapılmıştı. Maçlara gidenlerin sayısı hızla azaldı, futbol kulüpleri zarar etmeye başladı. Alman Futbol Federasyonu'nun müdahalesiyle bir yandan kurumsal tedbirler alınır, futbol kapitalizmin bütün kurallarının uygulandığı bir sektör halinde yeniden yapılandırılırken, ülkede daha "seyredilebilir" bir futbol anlayışının yerleşmesi için arayışlar da başladı. Löw'ün yarattığı genç takım bu dönemin ardından geldi. Nitekim 2001'den itibaren Almanya'da futbol maçları bir kez daha dolmaya başladı, insanlar daha tempolu ve biraz daha inceltilmiş bir oyun izleme şansına sahip oldular.

Yani Almanya'nın fizik güç ve istikrara dayalı futboluna biraz daha fazla yaratıcılık eklenmiş, Almanya rakibi ağır ağır ablukaya alan hantal ordu görünümünden uzaklaşmıştı.

Kimileri bu değişikliğin Alman kuvvetini hız ve yaratıcılıkla birleştiren ilginç orta saha oyuncusu Michael Ballack'tan kaynaklandığını ileri sürüyor. Ballack'ın geride kalan dört maçta ortalama 11.6 kilometre koşması bir yana, takımı basit ama çeşitliliği sınırsız kombinasyonlarla atağa kaldırma becerisine gerçekten denecek bir şey yok.

Bu haliyle bile Almanya'nın Akdeniz futbolundan farkı yine basitliği... Oldukça yüksek bir pas isabetiyle, ekonomik oynayan Almanya'nın tempoyu düşürdüğü maçlarda zorlandığı hesaba katılırsa Daum'un "baştan baskı kurup Türklerin inisiyatif almasına izin vermezse Almanya rahat kazanır" değerlendirmesinde belli bir doğruluk payı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu Almanya, oyunu eline geçirdiğinde golü mutlaka bulan bir takım, 1970'lerdeki gibi sıkıştıkça Hoeness-Müller ikilisinin zorlamalarına gereksinim duymuyorlar.

Bu nedenle Almanya-Türkiye maçının ilk bölümünde ihtiyatlı bir başlangıç değil, yüksek enerji kümelerinin birbirine çarpmasıyla karşılaşırsak şaşırmayalım. Bunun sonucuna ilişkin bir tahmin yürütmek ise Türkiye'nin geride kalan üç maçtaki tarih ve de talihi nedeniyle hem olanaksız hem gereksiz!

İspanya: Akdeniz rengi silikleşti
İspanya ulusal takım düzeyinde başarıya hasret. 1964'ten beri Avrupa'da mutlu sona ulaşmıyorlar. Oysa kulüp takımları devasa bütçelerle mantar toplarcasına kupa götürüyorlar memleketlerine. Real Madrid ve Barcelona dışında son dönemde Valencia da ciddi bir çıkış yapmış durumda.

Buna karşın, 1970'lerdeki "sıkı defans yap, gol belki" tarzını son yıllarda atan ve hemen her uluslararası turnuvada "yazık oldu" dedirten İspanya bu kez sonuç da almakta kararlı gözüküyor. Aragones bunun için İspanya'nın göze hoş gelen ama takımın hızını kesen bütün faktörlerden arınmaya yöneldi. Öyle ki hâlâ dünyanın sayılı golcülerinden sayılan Raul'u bile kadroya almadı. Raul, zeki ve son derece ekonomik oynayan birisiydi. Şimdi İspanya golü sürekli inisiyatif alan, top kendine geldiğinde "bakalım bu sefer nereden zorlayacak" sorusunu akla getiren, biraz egoist ama fazlasıyla yetenekli David Villa ve onu tamamlayan Fernando Torres ile buluyor. Villa yetenekli ve bir o kadar da çamur, "benim ne olursa olsun gol atmam gerek" düşüncesinde... Atıyor da... Takımın diğer kısmı ise bir makine gibi çalışıyor. Geçmiş dönemde İspanya'nın başını ağrıtan pas hataları en aza inmiş durumda. Yüzde 82'lik oran yüksek tempoda oynayan bir takım için mükemmele yakın bir isabet düzeyi...

Ancak şimdi bir sorun var. Rusya, ilk maçta akıl almaz pozisyon ve pas hatalarıyla İspanya'ya "beni dağıt" demişti. Ancak eğer Hollanda maçını veri alacaksak, İspanya'nın karşısına kendinden daha hızlı top oynayan, pas yüzdesi onlara eşit ve fizik kondisyonu daha iyi bir takım çıkacak. Her zaman güven veren kaleci İker Casillas ve Villa Rusları durdurmaya yetecek mi göreceğiz. Ancak bu maçta da ortalık toz dumandan görülmez ve taraflardan biri açık farkla kazanırsa, kimse şaşırmamalı.

Rusya: Seyrederken yordular
Rusya için turnuva öncesinde "dikkat edilmesi gereken takım" deniyordu. Bu biraz da İngiliz basınının marifetiydi, çünkü kibirli İngilizler kendilerini ancak "bir şey" olan bir takımın saf dışı edebileceğini düşünüyorlardı. Rusya eleme grubunda İngiltere'yi 2-1 yenmişti ama İngiltere'nin bu şampiyonaya gelmesini engelleyen şey, İngilizlerin kendi sahalarında tuhaf puanlar yitirmesiydi.

Ancak Rusya'ya da haksızlık etmemek gerekiyor. Kendini bulmaya başlayan, Sovyetler dömneminin kolektif oyununa yeni unsurlar eklemenin yollarını arayan genç bir ekip vardı Hollandalı Hiddink'in yönetiminde. Sorunları istikrarsızlıktı. Örneğin gruptaki ilk maçta İspanya karşısında yine saat gibi oynadılar ama yanlış kurulmuşlardı, sürekli İspanya'ya çalıştılar. Aynı saat kimsenin beklemediği bir mükemmelikte çalışınca olan turnuvanın en iyi ekiplerinden Hollanda'ya oldu. Rusya şu ana kadar oynanan en tempolu maçta Hollanda'yı deviriverdi.

UEFA'nın resmi kayıtlarında "Rusya bağımsızlığını kazandıktan sonra..." diye bir cümle geçiyor. Antikomünist önyargılarda sınır yok, diyelim ki Sovyetler Birliği bir imparatorluktu, Rusya da onun sömürgesi mi oluyordu? Tam bir zırvalık ama futbol söz konusu olduğunda, haksız değiller. 1980'li yıllarda Sovyet futblunda Rusya yoktu. Kulüp takımı Dinamo Kiev, uluslararası alanda Sovyetler Birliği formasını giyiyordu. Kaleci Dasayev ve Hidyatulin dışında efsanevi teknik direktör Lobanovskiy'nin takımından hatırlanacak tek bir Rus yok. Belanov, Bessenov, Damyenenko, Litovçenko, Mihaylçenko, Protasov ve diğerleri hep Ukraynalı. Aleynikov ise Belarus.

Dolayısıyla Rusya'da futbol Ukrayna'dan bağımsızlığını kazandıktan sonra büyük bir boşluk ortaya çıktı. Uluslararası düzeyde kimsenin ciddiye almadığı bir takımdı. Sonra yavaş yavaş futbol kulüpleri mafya ekonomisi içinde yerlerini almaya, kara para aklama merkezleri olarak çalışmaya başladılar. İşin içine Sovyet döneminin iyi hareketleri alkışlayan sanatsever seyircisinin yerini alan lumpenler ordusu da girmiş, taraftar dernekleri uyuşturucu trafiğindeki yerlerini almışlardı. Büyük paralar dönmeye başladı ve önce futbol kulüpleri ayağa kalktı. Sonra sıra ulusal takıma geldi.

Bir uyanıklık yaptılar, toplu oyunu seven Hollanda'nın en iyi teknik direktörüyle anlaştılar. Zaten Sovyetler Birliği döneminden buna fazlasıyla yatkındılar. Lobanovskiy'nin SSCB'si için 2000'lerin takımı deniyor ve o takım bir türlü zirveye ulaşamayınca "daha 2000'ler gelmedi ki" denerek dalga geçiliyordu. Şimdi 2000'lerdeyiz ve Hiddink Lobanovskiy'nin ruhunu korumuş ve üstüne bir de kıvraklık katmış.

Lobanovskiy "benim futbolcularımdan İtalyanlar gibi incelikler beklemeyin, soğuk iklimin insanlarıyız, bileklerimiz kalın" derken haklıydı. Ancak son Hollanda maçında Rus oyuncular "küresel ısınma" tezlerini doğrularcasına döktürdüler sahada....

İlk iki maçtaki sorunlar azalmış, turnuvanın en çok atak yapan takımı durumuna gelmiş Rusya ile İspanya arasındaki mücadelenin "sıkıcı" geçme olasılığı oldukça düşük. Defans bloğunun pas dağıtıcısı ve de akıl dışı şutların sahibi Kolodin, kart cezalısı, yok. Ancak turnuvanın en iyisi olarak sivrilen Arşavin var, yorulmak nedir bilmeyen Ziryanov var, golcü Pavluçenko var... Bakalım İspanya bu form tutan ekibi durdurabilecek mi?

Bir de şu soru var elbette. Fatih Terim'in "ben de ne olduğunu anlamıyorum sahada, anlasam anlatacağım" diyerek tarif ettiği Türkiye, "ne olduğu anlaşılmadan" Almanya'yı geçerse eğer, İspanya ya da Rusya ile oynanacak olan finalde bizi "kırmızı kart" tehlikesi bekleyecek. Çünkü İspanya'da Villa-Tores ikilisi ile Rus takımının orta ve ileri bloğunun hızı karşısında oldukça ağır bir savunmaya sahibiz. Ama futbol bu...