Yoksullar birbirinin etini yer mi? : Platform filmi üzerine...

Gerçek hayatta taş çatlasa birkaç katman var ve aşağıdan yukarıya hareket hemen hiç yaşanmıyor. Platform, orta sınıfın yoksullaşıp ayrıcalıklarını yitirme, birbirini yiyen vahşilerin arasına düşüp onlara benzeme korkusuna odaklandığı için bu yoksullaşmanın egemen sınıfın zenginliğine zenginlik kattığı gerçeğini gizliyor.

Nevzat Evrim Önal

* Yazı bol miktarda spoiler içermektedir...

Sonda söylenecek şeyi baştan söyleyerek başlayalım: “Bu düzen, yoksullar birbirini yediği için ayakta duruyor” iddiası bu dünyadaki kötülükleri toptan emekçilerin, ezilenlerin sırtına yükleyen ve sefaletin, sömürünün, tüm acıların gerçek sorumlularını gizleyen bir yalan. Bu yalanın “insanlar kendilerini karantinaya almadığı için Koronavirüs yayılıyor”dan pek farkı yok.

Parazit bu yalanı söylüyordu.1 Bugün sermaye düzeninin bu yalana çok ihtiyacı olduğu için ve bu yalan orta sınıf hassasiyetlerine çok “iyi geliyor” olduğu için ödüle doymadı; sinema endüstrisinin biri esasen “pop” diğeri esasen “sanat” filmlerine verilen iki en büyük ödülünün ikisini birden götürdü. Bu, en son 64 yıl önce olmuştu.

Platform, aynı yalanı, daha beceriksizce, ama insanlığı daha da alçaltan bir biçimde söylüyor.

ROMANTİK ORTA SINIF HASSASİYETLERİ

Aydınlanmış orta sınıfın günümüzde en önemli özelliği romantik olması. Hayata ve topluma bilimsel bakmak şöyle dursun, kendi eğitim düzeyine uygun bir akılcılıkla bile değil; kendisini duygulanımlarının akışına bırakarak yaklaşıyor. Böyle, çünkü akılcı düşünceler insana sorumluluklarını gösterip harekete geçmeye zorlar ve orta sınıfın çelişkisi hem ayrıcalıklarının ona sağladığı konfordan memnun olması hem de bu dünyanın adaletsizliğine karşı vicdani bir öfke hissetmesi. Romantizm bir çeşit afyon; bu keskin çelişkiyi duygu patlamalarıyla köreltip sürdürülebilir kılıyor.

Sahip olunan konforların yatlar, katlar, havyarlar, şampanyalar değil zaten her insanın sahip olması gereken şeyler olması durumu değiştirmiyor. Bu dünyada insanlığın büyük çoğunluğu insanca yaşamdan yoksunsa, insanca yaşam bir ayrıcalık haline gelmiştir. Özel mülkiyet düzeninin bizi alçalttığı nokta bu.

Bu sevimsiz gerçeği sezen ama dayattığı sorumluluktan kaçmaya çabalayan orta sınıf hassasiyeti, sanatta da bu gerçeği romantize edip katlanılır kılmaya çabalıyor. Bu yüzden acımasız ölçüde sıradan bir şey olan sefalet orta sınıf hassasiyeti tarafından sinemada deşifre edilmiyor, sebeplerine ışık tutulmuyor, giderek abartılı biçimde estetize edilip bağlamından kopartılıyor, fetişleştiriliyor.

Çünkü meseleye bilimsel soğukkanlılıkla değil empatiyle yaklaşmaya çalışan orta sınıf hassasiyeti, sefaletin dramatik değil gündelik ve müzmin biçimde katlanılan bir şey olduğunu asla anlayamıyor. Konforuna sımsıkı tutunduğu için, “bu konforu kaybetsem nasıl da deliye dönerdim” düşüncesi üzerinden empati kurmaya soyunduğu için, yoksulların, sefillerin de çılgınca çırpınan, kendilerini sefaletten kurtarmak için en insanlık dışı şeyleri dahi yapabilecek bir vahşiler yığını olduğunu düşünüyor.

Bu yüzden filmlerde de “zannedilen” yoksullar, gerçekte asla sahip olmadıkları bir bireysel bilinçle tetiklenen varoluş kavgası içinde parçalarcasına birbirlerine saldırıyor. Platform’da ise iş iyice çığırından çıkıyor: Sefiller salt metaforik değil kelimenin gerçek manasıyla birbirlerini yiyor, film “solcu” bir Testere kopyasına dönüşüyor.

BU ESTETİK YALANIN ALTI BOŞ 

Platform bir büyük eksiklik, bir de büyük çarpıtma üzerine kurulu. Bu ikisi filmin estetik soyutlamasını gerçek hayat açısından tamamen değersiz kılıyor ve daha genel anlamda, otopsisini yaptığımız romantizmin altının ne denli boş olduğunu gösteriyor.

Eksiklik şu: Filmde üst katlardakilerin avuçladığı, içine ayaklarıyla daldığı lezzetler ile sembolize edilen toplumsal zenginliğin kaynağı ne belli değil. Sanki insan iki ayağı üzerine doğrulduğu gün dünyada belli bir miktar zenginlik vardı ve o gün bu gündür ha bire birbirimizi döve döve bu zenginliği paylaşmaya çalışıyor, adına da uygarlık diyoruz… Oysa zenginlik, filmdekinin aksine, “gökten zembille inmiyor,” egemenler tarafından bahşedilmiyor. Dünyada ne zenginlik varsa, çalışma koşulları ülkeden ülkeye ve sektörden sektöre değişse de, işçiler tarafından, insan emeğiyle üretiliyor. Bu işçiler Platform’un çarpık gerçeğinde neredeler, göremiyoruz (Parazit’te de durum buydu, işçiler değil hizmetkârlar vardı sadece), dolayısıyla 333 katlı işkencehanenin sahiplerine faydası ne, anlayamıyoruz.

Bu eksikliğe sıkı sıkıya bağlı çarpıtma ise şu: Filmin gerçekliği, egemen sınıfı, ezilenlerin sefaletinden hiçbir çıkar sağlamayan, görünmez ve varlığı dahi kesin olmayan “yöneticiler”e dönüştürüp tanrısallaştırıyor. Bununla da yetinmiyor, geri kalan herkesi, her bir katın diğerinden farkı birkaç avuç daha fazla yemek olan ve ha bire yeniden karılan, alttakilerin üste çıkıp üsttekilerin alta inebildiği bir dikey hiyerarşiye yerleştiriyor.

Oysa gerçek hayatta toplumsal hiyerarşi 333 falan değil taş çatlasa birkaç katmanlı ve aşağıdan yukarıya hareket hemen hiç yaşanmıyor. Bundan daha önemlisi, bir düşüş ya da intihar yaşandığında da bunun sonucu (filmde örtük biçimde iddia edildiğinin aksine) aşağıdakiler için birazcık daha yemek değil, filmin görünmez yöneticileri için zenginleşme oluyor. Platform, orta sınıfın yoksullaşıp ayrıcalıklarını yitirme, birbirini yiyen vahşilerin arasına düşüp onlara benzeme korkusuna o kadar odaklanıyor ki; bu yoksullaşmanın egemen sınıfın zenginliğine zenginlik kattığı gerçeğini gizliyor.

DÜZENİN İHTİYACI TAM DA BU 

Çünkü düzen kendisini ideolojik olarak sağlama almak için daima yoksul emekçiler ile orta sınıf arasına bir ideolojik duvar çekmek zorunda. Bu yüzden aydınlanmış orta sınıfa, ezilen emekçileri sadece yoksul değil yoksulluğu içinde canavarlaşmış, insanlıktan çıkmış ve onların konforlu yaşantısına tehdit arz eden tipler olarak gösteriyor. Bunun hayli alçakça bir örneğini Joker’de görmüştük, Platform da aşağı kalmıyor.

Oysa gerçek bu değil. Sefiller, doğal olarak sadece en zenginlere değil, sahip olmadıkları insani konforlara sahip herkese öfke hissediyor olabilir. Ama filmde gösterilenin aksine aç kaldıklarında birbirlerini parçalayıp yiyen, elde avuçta yokken birbirlerinin felaketinden medet uman, dayanışma nedir bilmeyen hayvanlar değillerdir. Yoksulluk kimilerini insanlıktan çıkartabilir, ama kimileri de onur ve öfkesinin güzelliğiyle Dilek Özçelik gibi devleşir, kadim heykeller kadar büyür ve nihayetinde geleceği bu onurlu insanlar yapar. Filmde iddia edildiğinin aksine insanlık hep birlikte “kötü” değil; insana dair kalan tek “iyi” çocukların “masumiyeti” değil, zaten çocuklar da “masum” değil: Bir insanın masum olabilmesi için önce suç işleme ehliyetine, yani iyi ile kötüyü ayırt etme erginliğine sahip olması gerekir. Kaldı ki masumiyet, insancıllıktan anladığı “kimseye zarar vermemek”ten ibaret olan orta sınıf hassasiyetinin büyüttüğü kadar kıymetli bir erdem de değil.

Dolayısıyla, filmde gösterilenin aksine kurtuluş ne “yukarıdakiler”e reddiye içerikli ahlaki bir mesaj iletmekte, ne de (Platform’la Snowpiercer’ın ortaklaştığı üzere) düzeni ahlaki bir zeminde reddedip sistemi bireysel olarak terk etmekte. Bireyci orta sınıf hassasiyetinin işine gelmediği için anlamak istemediği bu: Düzen toplumsal ve maddi bir şey olduğu için bireysel reddiyelere de, ahlaki eleştirilere de bağışıklıdır. Özel mülkiyet düzeni özü gereği anti sosyaldir; insancıllaşmak onun fıtratına terstir. İnsancıl bir düzen ancak devrimden sonra, onun yıkıntıları üzerine kurulabilir. Ve aydınlanmış orta sınıfın düzenden koparak emekçilerin çıkarlarından yana, devrimci mücadeleye girişmesi, düzenin hayli korktuğu, ideolojik olarak önünü almaya çalıştığı bir şeydir.

Platform, daha ilk sahneden, bu taraflaşmaya yeltenecek aydının eline Don Kişot romanını tutuşturuyor. Mançalı Şövalye kıymetlimizdir, ilhamımızdır. Ama aydınlanmış bireyin bugün tarihte hiç olmadığı kadar sorumluluğu haline gelmiş devrimciliği yel değirmenlerine saldırmak olarak hor görmek alçaklıktır. Platform daha iyisini arayan bir “düzen eleştirisi” değil, bu sinik alçaklık üzerine kurulmuş bir film.