Yazı Dizisi | İstanbul'da Saray tuluatı bir opera festivali

'On ikincisi düzenlenen festival, hem biçim, hem içerik olarak şu ana kadarkilerin en düzeysiziydi denebilir. Tek bir nedeni var: Saray rüzgârının DOB’u tamamıyla esir almış olması.'

Melis Gönenç

Bir buçuk yıldır müzik ve sahne sanatları dünyasının bütünü, pandemi nedeniyle ağır koşullar altında. Zorluklar, baskılar, kayıplar… Yazıldı, çizildi. Ama bu işin kazananları da var. Hayır, yalnızca maske ve kolonya üreticileri değil, başta opera ve bale olmak üzere, senfonik müziği ve temsil ettiği tarihsel derinliği kemirme peşinde olan Saray zihniyeti de. Üstelik maske ve kolonyayı doğrudan opera sahnesine taşıtarak.

Saray opera-baleyi DOB Genel Müdürü Murat Karahan ve işbirlikçileri eliyle kaz gibi yoluyor.

Nasıl mı?

Bu sanatın en temel ilkelerini sinsice ve usulca unutturarak; yüzyılların mirasına, kulaksız keçi misali, “modern yorum yapıyoruz” görgüsüzlüğü ile su kattırıp, gerici ideolojisini opera sahnesi üzerinden meşrulaştırmaya çalışarak; basında, değişik nedenlerle, hemen tamamı yandaşa dönüştürülmüş müzik yazarlarına vıcık vıcık övgü yazıları döşettirerek.

İDOB’un ise artık kemikleri görünmeye başladı.

İsmiyle müsemma değil

Festivalde üç etkinlik, altı temsille yer aldı: Gala Konseri (iki kez), Barok Konser (bir kez), Saraydan Kız Kaçırma Operası (üç kez). Üç etkinliğin ikisi opera değil. Bu durumda, yalnızca biçim olarak bile “Arya Festivali” demek daha doğrudur.

Öte yandan, festivalin resmi adında “Uluslararası” sıfatının bulunduğunu da anımsatmalı. Oysa, bırakın yabancı opera topluluğunu, tek bir yabancı solistten yarım arya bile dinleyemedik.

Peki, bu türden yargılar pandemi koşullarını yok sayan haksız eleştiriler sayılmaz mı?

İçinden geçtiğimiz ağır koşullarda birkaç opera yapıtının hazırlanmasının, yabancı toplulukların davet edilmesinin görece zor olduğunun, bakanlıktan gelen, “bunlar yatarak maaş alıyorlar” ısırganlığının, Karahan’ın “etkin ve etkili genel müdür” imajı vermek için, yer yer sanatçı ve çalışanların yaşamlarını hiçe sayacak ölçüde körüklediği PR baskısının elbette farkındayız; opera festivalinin kurumsal kimliğinin, tüm olumsuz koşullara rağmen yaşatılması gerekliliği de her türlü tartışmanın ötesindedir.

O halde, itirazımız neye?

Oğlan açılışı yapıyor: Etkin ve etkili genel müdür.

İslamcılar başta opera-bale, yüksek sanatların tümünü hedef almışlardır. Bu, onların tarihsel misyonunun, laik cumhuriyetle hesaplaşma gündemlerinin parçasıdır. Önce özelleştirmek, sonra doğrudan kapatmak girişimlerine tarihsel ve ideolojik güçleri yetmeyince, neo-liberal dönem estetiğine yaslanarak, bu kez içeriden çürütüp, dönüştürmek yoluna girdiler. Opera-bale binasının (AKM) temelini Sibel Can’a attırmak, çoksesli müzik kurumlarının kaderinde Orhan Gencebay’ı söz sahibi kılmak (Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu), Opera-Bale’nin başına senfoni orkestrası önünde Zeki Müren söyleyip, zeybek oynayan bir genel müdür getirmek, opera sanatçılarını alaturka, taverna söylemeye, ”rocker”lık yapmaya teşvik etmek, baleyi spor statüsüne aldırmaya çalışmak… Hepsi bu sürecin yapı taşlarından. Daha neler var!… Amaç, yüksek sanatları “pop”laştırarak, suda eritmek.

İlk adım, operanın yüksek sanat ligine kabulünü sağlayan bazı temel özelliklerini aşındırıp, izleyiciyi yuvarlak, esnek algı alanlarına yönlendirmek, önüne konanı hayranlıkla tüketmesini sağlamaktır. Opera-bale geleneğinin görece yeni, izleyicisinin de sınırlı olduğu ülkemizde bunu başarmak çok da zor sayılmamalı. Nitekim, her temsil sonrasında ayakta alkışlama hastalığı epeydir salgın boyutlarında.

Aynı nedenden dolayı, kuruluş felsefesinin gereği olarak, laik cumhuriyetin müzik politikasının çok önemli bir ayağını, izleyici kitlesini eğitmek oluşturmuştur. Bu kurumların ve yöneticilerinin asli görevlerinden biri de budur. Tabii, laik cumhuriyet değerlerine bağlılarsa.

Saray ise tam ters yöndeki anlayışını DOB içindeki işbirlikçileri eliyle yıllardır yaşama geçirme çabasında; arkasında islamcı gericiliğin gizlenmiş olduğu o liberal koftilikle: Müzik türleri arasında nitelik ayrımı yoktur, geçişkenlik vardır; kategorileştirmeler, köşeli tanımlar yanlıştır; her türün içinde iyi ve kötü müzik vardır.

İstanbul Opera Festivali’nde, bu anlamda, islamcı projenin baskın çıktığını gördük.

Şöyle:

Konser mi? Opera mı?

Pandemi koşulları nedeniyle geçen yıl iki konser (7 Soprano Konseri, Barok Gecesi Konseri) bir opera (Saraydan Kız Kaçırma) biçiminde hazırlanan festival programı, bu yıl da aynı sunumdaydı. Bir noktaya kadar anlayışla karşılanabilir.

Ancak, ne hazırlanan festival kitapçığında, ne de Gala Konseri öncesi yapılan konuşmalarda, bunun istisnai bir durum olduğu, hiçbir opera festivalinde konser sayısının operanınkinden fazla olamayacağı dile getirilmiş durumda. Tıpkı geçen yılki kitapçığın sunuş yazılarında olduğu gibi. En iyimser tanımla, parmak ısırtacak bir özensizlik, laubalilik. Hadi, Bilkentli Genel Müdür Karahan’ın kültürü ve entelektüel görgüsü yetmiyor; peki, festivalin ev sahibi İstanbul Operası’nın müdürü Suat Arıkan’ınki de mi? Buna ihtimal vermek çok zor.

O halde?

Suat Arıkan’ın merkezileşme süreci sonunda DOB’da kurulan tek adam rejimine boyun eğip, emekliliğine az bir süre kala, bakanlığın ve oğlanın bütün münasebetsizliklerine eyvallah diyerek müdürlük koltuğunu koruma çabasını, İDOB’u hiç mi hiç umursamadığını, Ankara tarafından esir alınmış bir konu mankenine çevrildiğini, İstanbul Operası’nın böyle giderse, tam bir enkaza dönüşeceğini daha önce yazmıştık. Nitekim, bu festival İDOB’un sanatsal ve yönetsel bir enkaza dönüştüğünün çok açık göstergesi oldu.

Festivali her ne kadar Genel Müdürlük düzenliyorsa da, Saraydan Kız Kaçırma kepazeliği de, konser rezaleti de sonuçta Arıkan’ın üzerinde kalacak. Çünkü festivalin ev sahibi İstanbul. Oğlanın ise klasik sıyırma taktiği biliniyor: “İyi olanı ben, kötü olanı onlar yaptı.

Kitapçık ayrı bir sorumsuzluk, ilgisizlik örneği. Bakan Ersoy’un yazısından bir cümle:

12. Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin gerçekleşmesine katkı sağlayan yabancı sanatçılara da teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Adamcağız, haklı olarak, “uluslararası” sözcüğünü görünce, yabancıların da geldiğini sanıyor. Zaten turist delisi olmuş durumda. İyi de, koskoca Genel Müdürlük’te bir dosya kâğıdı bile tutmayan yazıyı okuyup, bakanı böyle bir gaftan koruyacak kimse yok mu? Tersine, sanki adamı komik duruma düşürme timi kurulmuş. 10 ve 11. festival kitapçıklarındaki şu cümlelerin altına imzasını attırabilmişler:

Uluslararası İstanbul Opera Festivali… dünyadaki saygınlığını her yıl daha da perçinlemekte, tanınırlık ve takip edilme oranında sayılı festivaller arasında kendine hak edilmiş bir yer edinmektedir.” (2019)

Dünyadaki saygınlığını her yıl daha da perçinleyen, tanınırlık ve takip edilme oranında sayılı festivaller arasında kendine hak edilmiş bir yer edinen Uluslararası İstanbul Opera Festivali…” (2020)

Güler misin, ağlar mısın?! 12 yılın yalnız üçünde yabancı opera topluluklarının (1.’de 3, 2.’de 2, 5.’de 1 tane) katılımını sağlayabilmiş bir festivale “uluslararası saygın” denebilir mi?

Adamcağız turizmci. Reklam yumuşak karnı. Asla hayır diyemez. Oğlan da zaten PR ile nefes alıyor. Birbirlerini gazlayıp duruyorlar. Ama, katır boncuğuna da inci değeri biçilmez ki!

Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin öyküsü başlı başına bir yazı konusu. Arkasındaki siyasal ve yönetsel hesaplar, akçeli işler, islamcı iktidar ile girilen kazan kazan ilişkileri…

Konser çıktı meydane…

Gelelim konserlere;

Gala Konseri tam Karahan üslubu. Kamyonla solist yığılmış. 15 tane. Biri indi, biri bindi. Yahu, liselerarası şarkı yarışması mı bu? Birkaç solistle, tematik bir bütünlük içinde, anlamlı bir konser yapılabilecekken, lolipop tarlasına düşmüş gibi olduk. İlle bir Şark görgüsüzlüğü dayatılacak! Oysa, geçen yıl, pandemi paniğinin ortasında bile 7 solistle yetinilmişti.

Gala konseri tam Karahan uslubü. Kamyonla solist yığılmış.

Tabii, oğlanın başka nedenleri de var. Geçen yıla göre, etrafındaki çember daha da daralmış durumda. Kurumdaki konumunu cebini doldurmak için kullandığı, kamu zararına yol açtığı, yurtdışı şahsi etkinliklere sanki devlet göreviymiş gibi izin kâğıtları hazırlatarak gittiği falan müfettiş radarına takılınca, DOB’da müthiş randımanla çalıştığını göstermek için niceliğe abanıyor: Çok solist, çok temsil, çok sandalye, çok şak şak… Malum, islamcılar rakamla rekât arasında gidip geldiklerinden, sanatsal düzeyi falan dert etmezler.

Etmesine etmezler de, paralar suyunu çekti; siyaseten yolun sonundalar. Eskisi gibi, “Saray’ın askeriyiz, parayı hamuduyla severiz” şarkısını yüksek sesle söylemek caiz olmaktan çıktı. Oğlan, GSGM (Güzel Sanatlar Genel Müdürü) Murat Salim Tokaç’ın başına geleni gördükten sonra, susturu maymununa döndü:

            “Ya beni de görevden alırlarsa?!”

Öte yandan, DOB’u yönetemeyen, birkaç fedaisi hariç, büyük çoğunluk tarafından sevilmeyip, istenmeyen kişi imajını kırmak için, program kitapçığındaki sunum yazısına, daha önceki üç kitapçıkta olmayan bir cümle eklemek zorunda kalmış; lütfetmiş:

“…her türlü etkinliklerimizde özveri ile yer alan tüm değerli sanatçılarımıza, teknik ekip ve büro çalışanlarımıza… en derin saygı ve teşekkürlerimizi sunarak…”

Önceki kitapçıklarda teşekküre layık bulduğu tek kişi ve kurum Mehmet Nuri Ersoy ve bakanlığı olduğu halde, bu yılki teşekkür hiyerarşisinde önce sanatçı ve çalışanlar, sonra bakanlık yer alıyor. Eh, üç yıl önce, bakan olup La Scala’ya çıkmayı çantada keklik görüyordu. Genel müdürlük atlama taşı olacaktı. O nedenle de sanatçıları, çalışanları iplediği yoktu. Şimdi ise, koltuktan düşmemek için çırpınıyor; Saray’a, bakanlıktan falan vazgeçtiği, koltukta kalmaya çoktan fit olduğu yönünde fortissimo yakarış mesajları gönderiyor. (Hürriyet, 26 Temmuz 2021) Kurumun desteğine acilen gereksinimi var. Oysa, yakın zamana kadar “Kurum benim” çığlıkları atıyordu.

Kurumdan aradığı desteği asla bulamayacak. Bunu bildiği için yine “Dayı dostu Sevgili Hıncal Abi”sine sığındı. (Hıncal Uluç, Sabah, 1 Temmuz 2021, 3 Temmuz 2021). Ha, bir de Akil’e. Şefik Kahramankaptan beleşe PR yapacak adam mı? Tesadüfen akil olmuş değil ki! Kulis bilgileri birkaç ay önce DOB Telif Hakları Kurulu’na yeni bir libretto satışı için başvurduğu yolunda. Eh, kazan-kazan dünyası!

Bu arada, oğlan Gala Konseri’ne geldi. Çok kısa bir açılış konuşması yapıp yerine oturdu. İçimizden, “Tuhaf! Bu, şarkı söyleyip, alkış tayınını almadan sahneden inmez. Ama, 15 kişiden biri de değil. Hadi hayırlısı!” deyip, beklemeye başladık. Konser sırasında telefonuyla oynayıp duruyor. Sıra Efe Kışlalı’ya gelince, figüran Suat Arıkan sahneye fırladı ve Efe Kışlalı’nın ufak bir ses sorunu yaşadığını belirtip, yerini “Sayın Genel Müdür”ün alacağını söyledi. “Hah! Şimdi oldu” dedik. Neyse, verilmiş sadakamız varmış ki, “sınırlara hapsolmayalım, statükoyu kıralım!” ayağına Zeki Müren’den, Kayahan’dan, Neşet Ertaş’tan falan okumaya kalkmadı.

Barok Konser ise, en azından biçim olarak, olağan ölçülerde, eli yüzü düzgündü de, şavalaklaşmadık.

Ya sesler?

Her iki konserde de bu sanatın en temel ilkelerinden biri ayaklar altına alındı. Operanın altyapısını oluşturan şan tekniğine dayalı ses kullanımı, vokal dünyanın doruk noktasıdır. En saf, en hilesiz haliyle sunulur, tüketilir. Yani, akustik ortam gerektirir. Aynı özellik, eşlik eden klasik enstrümanlar için de geçerlidir. Elektronik kanaldan, yani mikrofondan geçirilen vokal ve enstrümantal unsurlar, yüksek sanat niteliklerini kaybederler. Kopya çekmek gibi bir şeydir. Sesi hormonlu hale getirmektir.

Elektronik opera festivaline hoş geldiniz!

Bu tür uygulamalar uygun akustik ortamı bulunmayan, binlerce izleyicinin yer aldığı, siyasal ya da popüler mesajların ön planda olduğu gösterilerde doğaldır, yadırganmaz. Bizde de örnekleri, özellikle 90’lı yıllarda, CSO, Çoksesli Koro ve DOB bağlamında yaşandı. Ancak, bir opera festivalinde elektronik aksama başvurmak, öncelikle izleyiciye saygısızlıktır. Sanatçıları ise, düpedüz küçük düşürmektir. Nitekim, Gala Konseri’nde bazılarının mikrofondan uzak durma çabaları gözlemlenmedi değil.

Arkeoloji bahçesinin koşulları böyle bir uygulamayı haklı çıkaramaz. Çünkü, aynı mekânda Saraydan Kız Kaçırma operası mikrofonsuz oynanabildi. Sandalye sayısını biraz daha azaltıp, bir temsil daha eklemek suretiyle sorun çözülebilirdi.

Dolayısıyla, her iki konserdeki ses performansları hakkında değerlendirme yapmak ne etiktir, ne de nesnel olabilir.

Saraydan Kız Kaçırma Suçu

Bu seferki ağır suç; iki ayaklı: Hem laik cumhuriyete, hem sanata karşı işlenmiş. İstanbul Devlet Opera Balesi’nde ilk kez bu derece açık bir gericilik örneği ile karşılaşılıyor. Saray’ın “ecdat” ayağına osmanlıcılığı cilalaması, Karahan’ın İstanbul’daki hempalarından ikisini, Tan Sağtürk ve Caner Akın’ı harekete geçirmiş görünüyor. Hep birlikte Saraydan Kız Kaçırma’ya çökmüşler. Caner oğlumuz rejisini, milli tacirimiz koreografisini yapmış. Suat Arıkan’a da tasdik etmek düşmüş.

Önce suçun unsurlarına göz atalım, ardından failleri tanıtalım.

Ottomania kapısı Osmanlıca

Çok kısaca:

Bilindiği ama unutturulmaya çalışıldığı gibi, Laik Cumhuriyet 1917 Ekim Devrimi’nin çocuğudur. Bolşevik Devrim olmasaydı, Anadolu’da laik bir cumhuriyet kurulamazdı. Bu bağlamda, Osmanlı kültür ve kurumlarına yönelik redd-i miras yoluna gidilmiş olması son derece doğaldır, tarihsel zorunludur.

Osmanlıca adı verilen dil bir Esperanto’dur; tarihsel derinliği, kökleri olmayan, yapay yollarla türetilmiş kırık bir dildir. O nedenle de hiçbir ciddi düşünce ve yazın ürününün taşıyıcısı olamamıştır. Yüzyıllar boyunca ayakta tutulmaya çalışılan bu saray dilinin çeyrek yüzyıldan daha az bir sürede yok olup gitmesinin gerçek nedeni budur. Tarihsel kök ve derinliğe sahip olan dil ise Türkçedir ve yüzyıllar içinde kendi evrimini izleyerek bugünlere gelmiştir.

Laik cumhuriyetin düşmanı olan islamcı gericilik, cılız bir kültürel birikime yaslandığından, kendine meşru köken olarak  “Osmanlı” kategorisini seçmiştir. Sözde bir “Osmanlı uygarlığı” efsanesi üzerinden, Osmanlıca ve Saray güzellemesi ile “ecdat”  ve “milli” kavramları bu alana tıkıştırılmaya çalışılmış, çalışılmaktadır.

”Türk” ve “Osmanlı” kavramlarını eşanlamlı hale getirme girişimleri, tıpkı “Osmanlı Uygarlığı” gibi yapay, tarihsel karşılığı olmayan naylon anlam alanları yaratmaktan ibarettir. “Uygarlık” ve “devlet” farklı şeylerdir.

Osmanlı İmparatorluğu tarihin belirli bir döneminde ortaya çıkmış, tarihsel evrime ayak uyduramadığı için çürüyüp gitmiş bir devletin adıdır. Diğer bütün imparatorluklar gibi, baskı ve sömürü üzerine kurulu bir halklar hapishanesidir.

600 yıldan geriye kalan mı?

Birkaç saray ile birkaç cami dışına çıkıp, Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarına bir göz atarsanız, çiroz bilançoyu çıkarmanız hiç de güç olmayacaktır.

Dil, kültüre açılan kapıdır. Osmanlıca da Ottomania’ya (Osmanlı hayranlığı) açılan kapıdır. O nedenle, Saray, laik cumhuriyetin en arı kurumlarından olan DOB’a ve senfonik orkestralara Osmanlı Müziği’ni (Türk Sanat Müziği) işbirlikçileri eliyle soktuktan sonra, sıra doğrudan Osmanlıcaya gelmişti. O da, Saraydan Kız Kaçırma ile gerçekleşti.

Belli ki, Mozart’ın bu operasının iki açıdan Osmanlıcılık için elverişli olduğu düşünülmüş:

a) Singspiel’dir. Yani, tıpkı bir tiyatro yapıtında olduğu gibi, konuşma bölümleri içerir ve bunlar oldukça uzundur. Arya ve resitatiflerde müzikal olan ağır bastığından, kullanılan dile dikkat sınırlı kalır. Oysa, singspiellerdeki müziksiz konuşma bölümlerinde en büyük dikkat dil üzerindedir. Osmanlıca kullanımı bu anlamda boşa düşmemiş, hedefini bulmuş oluyor.

b) Osmanlıca kapısından Osmanlı hayranlığına giriş için libretto epey eğilip bükülerek, Mozart ve operasından Osmanlı sempatizanlığı çıkarılabilir. Tabii, kör topal bir dramatürji pahasına. Üstelik, Mozart’ın düşünce ve yaklaşımına tamamen aykırı olarak.

Nasıl kotarıldığını anlatacağız ama önce dil konusu:

Saraydan Kız Kaçırma’nın librettosu ilk çevrildiği 1959’dan bu yana, büyük ölçüde, iki çeviri metin temelinde ele alınmıştır. Nazım Engin’inki ile Nihat Kızıltan’ınki. Her ikisinin de Osmanlıca ile hiçbir ilişkisi yoktur. 90’lardan itibaren Nihat Kızıltan’ınki başat durumda olduğu için. Biz de bu metni temel alacağız. 1974’ten beri kullanılan bu metin ile, ilk kez 11. İstanbul Opera Festivali’nde (2020) kullanılan metin dil olarak karşılaştırıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacak.

Bu çerçevede, 2007 yılında İzmir ve Mersin Operalarında sahnelenen Saraydan Kız Kaçırma’nın dili ile (Nihat Kızıltan) 2020 ve 2021’deki dilin farkı, siyasal olanın yüksek sanatlara ne derece etkide bulunduğunun anlamlı göstergelerinden yalnızca biridir. Tabii, nereden nereye geldiğimizin de.

Anımsayalım; 2007 kritik yıl. İslamcılar (FETÖ+AKP) Ergenekon adı altında laik cumhuriyete en güçlü saldırılarını başlatmak üzereler. Henüz ürkekler, kendilerinden emin değiller. 5 yıla yayılacak bu süreç sonunda ise, giderek hızlanan bir tempoda, harekâtçılıktan rekâtçılığa geçen bir Genel Kurmay ile miras kavgasına düşmüş iki islamcı grubun (FETÖ-Saray) gırtlaklaşması izlenecek, laiklik ve cumhuriyet kurumları aşındırılacak, DOB ve içinde CSO, orkestralar ile çoksesli koroyu da barındıran GSGM’de FETÖ-Saray işbirlikçileri cirit atacak, önemli konumlara gelecektir.

Osmanlıca oynanan Saraydan Kız Kaçırma

Cumhuriyet döneminin ilk Osmanlıca tuluat operası İDOB’a nasip oldu.

Librettonun tamamı Osmanlıca. Tipik olanları seçmeye çalıştık. Yine de uzun bulanlar çıkabilir. Kepazeliğin boyutlarının bütünüyle görülebilmesi açısından ve belge niteliği taşıdığı için anlayışınıza sığınarak…

Osmanlıcasını, bazı yanlış kullanımları düzeltmeksizin, sanatçılara dağıtılan metne hiçbir müdahalede bulunmadan olduğu gibi veriyoruz. İlki 2007, italik olan diğeri 2020-2021 metnidir.

Belmonte: Fakat nasıl saraya gireceğim, onu nasıl göreceğim, nasıl konuşacağım? (2007)

                   Fakat nasıl oraya duhledeceğim? Aşk-ı haremim ile nasıl karşılıklı nazar edip halvet olacağım?

Belmonte: Hey ihtiyar hey! Duymuyor musun? Selim Paşa’nın sarayı burası mı?

                    Hey ihtiyar, guş-ı sağır duymaz mısın beni? Selim Paşa hazretlerinin sarayı bu hane midir?

Pedrillo: Ne var ne yok Osmin? Paşa hâlâ dönmedi mi?

               Hal-ü mecalün nasıl Osmin? Paşa rücu etmedi mi?

Pedrillo: Ah! Benim aziz efendim, gerçekten siz misiniz? Mektuplarımdan bir tanesinin elinize geçmiş olmasından bile ümidimi kesmiştim.

                Ah benim aziz efendim. Siz hakikat misiniz? Mektuplarımdan bir tanesinin vasıl olmamasından elem-i yas içindeydim.

Pedrillo: Çok şükür Selim Paşa üçümüzü (…) satın aldı.

                Şükür, Selim Paşa üçümüzü (…) esir mezatından iştira etti.

Belmonte: Ah, ne diyorsun? Konstanze onun sevgilisi mi?

                   Ne diyorsun? Konstanze onun aram-ı canı mı?

Pedrillo: Telaşlanmayınız. O kötü ellere düşmedi.

                Telaş etmeyiniz. O bed-hal bir yerde değil.

Pedrillo: Neredeyse Paşa deniz sefasından döner. Sizi ona usta bir mimar olarak takdim edeceğim.

              Neredeyse paşa sefa-yı bahirden rücu eder. Sizi ona ehl-i hüner bir mimar olarak takdim edeceğim.

Pedrillo: Çabuk, çabuk çekilin, Paşa geliyor.

                Çabuk, çabuk teheccüd edin. Zat-ı muhterem geliyor.

Selim: Hâlâ kederli misin, sevgili Konstanze? Hâlâ gözyaşları? (…) Kalbini kendi arzun ile bana vermeni istiyorum.

           Hâlâ mey’us musun sevgili Konstanze? Hâlâ giryelerin mahzun çeşminde? (…) Kalb-i masumunu dil-i kabil ile aşk-ı derunuma teslim et.

Konstanze: Beni bağışlayın, siz çok iyisiniz. Cariyeniz olmaya razıyım ama kalbimi benden istemeyin.

                    Zat-ı Mennan, aciz kulunuzu bağışlayın. Cariyeniz olmaya razıyım ama dil-i mecruhuma sahip olmayı arzu etmeyin.

Pedrillo: İçeriye.

                Duhule.

Pedrillo: Hey, yavaş, yavaş saygısız! O, paşanın hizmetine girdi.

               Bre yavaş, hürmetsiz. O, zat-ı muhteremin adem-i hizmetine girdi.

Blonde: Kızlar hediyelik eşya değildir. Ben bir İngilizim, özgür doğdum. Ve hiç kimse beni bir şeye zorlayamaz.

             Kızlar eşya-yı hediye değildir. Ben bir İngiliz’im, hür tevellüt ettim ve kimse beni bahr-ı esarete gark edemez.

Blonde: Haa Haa Haa! Bana yaklaşmayı bir denersen, ben sana aşkı gösteririm!

              Ha Ha Ha! Mahremime zapta hareket edersen aşk-ı cariyeyi tecrübe ettiririm.    

Blonde: Eğer gözlerin değerli değilse, bana yaklaşmayı bir dene!

               Eğer çeşmin mühim değilse, bana arız olmayı bir dene.

Blonde: Bir adım bile atmam.

              Sebil-i kadem gitmem!

Selim: Konstanze, konuşmamız hakkında düşündün mü?

            Konstanze, muhabbetimiz hususunda mülahaza ettin mi?

Selim: Senin üzerindeki gücümden hiç mi korkmuyorsun?

           Aşk-ı halimin kuvve-i azminden hiç mi haşyet duymazsın?

Selim: Zavallı, ölmek asla, fakat her türlü işkence seni bekliyor.

            Biçare, her nevi işkencenin ağuşunda ah u zar olacaksın.

Pedrillo: Havadisler, havadisler! Köleleğimizin sonu geldi. Belmonte buraya geldi.

                Havadisler! Ahir-i esaretimizin sonuna vakıf olduk. Belmonte buraya vakıf oldu.

Pedrillo: (…) Gemisi limanın yakınında bekliyor.

                (…) Gemisi keştiyahta bir kenar-ı mahfuzda bekliyor.

Pedrillo: O kurnaz tilki için bir uyku ilacı var. Onu gizlice içkisine koyacağım.

               O habis tilki için bir afyon-u hap var. Afyonu hafiyyen meyine koyacağım.

Pedrillo: Hava kararınca bahçeye gelecek.

                Hava-i zulmette bahçeye gelecek.

Osmin: Bir güvenebilsem!

              Adem-i emniyette değilim.

Osmin: İnsan böyle bir hoş oluyor.

              İnsanı adem-i mahmur ediyor.

Pedrillo: Herkes uykuya dalmış.

                Herkes alem-i hab içinde gark olmuş.

Selim: Bu gürültünün, bu kargaşanın anlamı ne?

            Bu nümayişin, velvelenin manası ne?

Osmin: Sarayınızda en büyük ihanet yaşanıyor.

              Haremgahınızda ihanet-i kübra yaşanıyor.

Selim: Hoşgörümü bu şekilde mi suistimal ettin?

            En müştak hissiyatımı böyle mi suistimal ettin?

Selim: (…) senin o barbar baban yüzünden her şeyimi kaybettim. Onurumu, bütün malımı ve hatta aşkımı bile…

            (…) o senin melun baban yüzünden tüm varidatımı herc-ü merc ettim. Onurumu, bütün mallarımı, derun-u aşkımı

Selim: (…) Tutuklayın bunları!

            (…) derdest edin şu tıfl-ı zalimi.

Selim: Evet, sefil mahkûm! Titriyor musun, kararımı bekliyor musun?

            Evet, ey mekkar! İkrarı mı beklersin?

Selim: İntikam mı?... Babanın gittiği yoldan gitmek istemem. Artık özgürsün! Konstanze’ni de al ve vatanına doğru yelken aç.

             İntikam mı? Hülasa menfur babanın rehber olduğu yolda reftar olmam, gittiği yoldan gitmek istemem. Artık hürsün! Maşukunu al ve memleketine doğru yelken aç.

Selim: Bir şey söyleme! Sevgimi reddettiğin için, umarım hiçbir zaman pişman olmazsın.

             Sükût Konstanze! Aşk-ı dil-i safımı senden mahrum bıraktığım için nedamet duymazsın.

Selim: İyilikle kazanamadığın insanları kendinden uzak tut.

            Enva-ı ihsan ile muvaffakiyet gösteremediğin insanları ruh-ı pakında ırak eyle.

Yok, hayır, bu opera bu diliyle ne 1821, ne de 1921’de, tamı tamına, önce 2020 Eylül’ünde, ardından da 2021 Temmuz’unda İDOB ürünü olarak, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Bahçesi’nde sahnelendi. Ne oynayanlar, ne de izleyenler bir şey anladı. O bildik müzik yazarlarından hiçbiri, “yahu bu da nedir?” demedi. 60 yıl boyunca Türkçe oynanmış olan yapıt, 60 yıl sonra Osmanlıca temaşa edildi.

Dedik ya, Osmanlıca, Osmanlı hayranlığının kapısıdır; islamcıların resmi ideolojisi. Osmanlı hayranlığı ile Saray’a yağ yakma projesi ise, Mozart’tan mutasavvıf çıkarmaya kadar gitmiş durumda.

Buyurun cenaze namazına:

Politik barometre olarak Saraydan Kız Kaçırma

Bu gariban operanın bizde başına gelmeyen kalmadı. “Koskoca Mozart bizi konu edinmiş; tek başına bu bile yeter!” kompleksi ile adamcağızı “Türk dostu”, “Osmanlı hayranı”, “dinlerarası diyalogçu” ve sonunda da “mutasavvıf” yaptık.

Peki, bunu nasıl başardık?

Librettonun aslını okuma zahmetine katlanmadan; bu konuda yazılmış binlerce sayfa içinden yalnızca işimize gelen kısımları, o da semantik bağlamdan koparıp alarak; librettoyu çevirirken, anlamsal ve dramatürjik akışı zedeleyecek ölçüde, bazı bölümlerin üzerinden atlayıp, bazılarını kısaltıp, bazı sözcükleri ise farklı çevirerek…

Neo-liberal kültürün de etkisiyle, “canım, özgün metne bağlı kalmak eski dünyanın değeriydi, çağ değişti, şimdi her şey serbest” görgüsüzlüğü, zaten mayamızda bulunan entelektüel namus zafiyetini daha da azdırdı. Yerliler bir yana, bizde hiçbir yapıt Saraydan Kız Kaçırma kadar siyasal iktidara sırnaşma aracı olmamış, politik barometre işlevi görmemiştir. Değişik yıllarda, farklı rejilerle sahnelenen bu operanın izlenmesi, ülkenin siyasal profilinde yaşanan değişimleri göstermesi bakımından son derece anlamlı ve işlevseldir.

Bilindiği üzere, bizde, opera-bale, senfonik müzik gibi yüksek sanat dallarının apolitik ya da siyaset üstü olduğu anlayışı yerleştirilmeye çalışılır. Oysa, bu alanlardaki yapıtlar ve yorum biçimlerinin dönemin siyasal normları ile yakın ilişkisi vardır ve bu da sanatsal estetiğe doğrudan yansır. Opera, aralarında, bu açıdan kendini en zor gizleyebilen türdür. Rejisinden diline, kostümünden dekoruna, konusundan ışığına her yönüyle buram buram siyaset kokar.

Saraydan Kız Kaçırma, konusu gereği, bu ülkede, iç içe iki anlam ekseni üzerinde hareket eden bir yapıt olarak algılanmıştır:

a) Doğu-Batı ilişkileri

b) Osmanlı İmparatorluğu’na bakış.

90’larda başlayıp günümüze uzanan neo-liberal dönemde bizim açımızdan Doğu-Batı ilişkisinin içeriği AB-Türkiye ilişkileri olarak belirmektedir. İslamcıların iktidara gelmesinden, yapılan açılımlara kadar her şeyimiz AB bağlamında ele alınmıştır.

Osmanlı’ya bakış ise, son çeyrek yüzyılın ana düşünsel savaş alanı. Bizde liberalizmin son durağı islamcılık olduğundan, Osmanlı’nın rehabilitasyonu liberal yelpazenin sol ve sağ kanatlarının ortak işidir. Tarikat-türban-Osmanlıca üçgeni rehabilitasyonun giriş kapısıdır.

Gelin, bu dönemin Saraydan Kız Kaçırma’larına hızla bir göz atalım:

1994 İzmir: Nihayet AB!

1994’te yapıtı İzmir Operası’nda sahneleyen rejisör Aytaç Manizade’nin yorumu:

Eserde Avrupalı ve Türk’ün farkı değil, insan duygularının karmaşıklığı en ince ayrıntılarıyla gözler önüne serilmiştir.” (Kitapçık, s.21)

Bilindiği gibi, 90’lı yılların ilk yarısı, Sovyetler Birliği’nin tarihin kulisine çekilmesi sonucu, ideolojik ve tarihsel ayrılıkların bittiği, “global” olanın tek geçerli ölçüt olduğu, bunun uzantısı olarak da, Doğu-Batı çelişkisinin eski anlamını yitirdiği düşüncesinin pazarlanma hazırlıklarına tanık oldu. 1995 Mart’ında Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılımının yolunu açan adım öncesindeki düşünsel ortamın fon müziği buydu. Kamuoyunda müthiş bir iyimserlik havası oluşturuldu. Avrupalı-Türk farkı önce Gümrük Birliği, ardından da Avrupa Birliği üyeliği ile ortadan kalkacaktı. Almanya’nın güçlü biçimde dolaşıma soktuğu bu havuç, elbette, Alman ekolünden gelen Manizade’nin Mozart yorumunu da çerçeveleyecekti.

Manizade, Osmanlı imajı konusunda ise epey rahatsız:

Ne gariptir ki, yüzyılımızda Selim Paşa, Avrupa sahnelerinde Hintli, İranlı, Kuzey Afrikalı bir prens ya da şeyh hatta korsan olarak karşımıza çıkmaktadır. Osman’ı da Avrupalı meslektaşlarımız kılıktan kılığa sokmaktadırlar. Harem kadınları ise kara çarşaflar içinde bir gölge gibi dolaşmaktadırlar.

Burada bize düşen görev, … olayı yeniden Boğaz’daki yalıya taşımak, en doğru Osmanlı kostüm ve aksesuarlarını seyirciye sunarak…” (Kitapçık, s.21)

Osmanlı imajının düzeltilmesini istiyor. Çünkü siyaseten böyle olması gerekiyor. Mozart’tan mutlaka bir “Osmanlı hayranı” yaratılmalı. Oysa, Selim Paşa gerçekten de Kuzey Afrikalı bir prenstir. Manizade ya librettoyu okumamış ya da neo-liberal rüzgârı arkasına almayı daha uygun görmüştür.

2002 Ankara: AB işi sakat…

2002’de, Saraydan Kız Kaçırma’yı bu kez Ankara Operası sahneliyor. Rejisör, İtalyan Vincenzo Grisostomi Travaglini. Tahmin edileceği üzere, adamcağızın Doğu-Batı sorunsalı falan gibi konularla ilgisi olmadığından, hazırlanan program kitapçığında yer alması da olanaklı değil. Onun yerini, Alman ekolünün ilk ve en keskin temsilcilerinden Cevat Memduh Altar ile müzik yazarı Vefa Çiftçioğlu almış. Bakın, Çiftçioğlu Saraydan Kız Kaçırma’yı nasıl yorumluyor:

“[Bu operanın] çok önemli bir başka yönü de, Osmanlı’ya korku dolu gözlerle bakan Avrupa’ya ilk kez Osmanlı olgusunu yumuşak ve adaletli bir biçimde sunmasıdır.

Mozart dönemlerinde dünyanın en güçlü ordularından biri olan Osmanlı ordularının hemen yanı başlarında Avrupa için bir tehdit unsuru olması, üstelik İslam geleneğinin Avrupa’yı kaplama ihtimalinin çok yüksek olduğu bir dönemde, Viyana gibi Osmanlı’ya sınır bir kentte, Osmanlı’nın bir operaya konu edilmesi ve bu konunun sevimli ve adaletli bir biçimde işlenmesi, temsil sonrası ayakta alkışlanması, günümüz politik ve kültürel şartlarında değerlendirilirse çok önemli bir olgudur.

Bu açıdan, Mozart, Saraydan Kız Kaçırma ve 1700’lü yılların tutucu Viyana’sı, Avrupa’nın demokrasi ve sanat anlayışının 18. yüzyıldan günümüze kadar çok gerilediğini göstermesi açısından da önemlidir.” (Kitapçık, s.13)

Manizade’nin 8 yıl önce Avrupalı-Türk ilişkisine yönelik “iyimser” yaklaşımı, Çiftçioğlu’nun kaleminde gölgelenmiş görünüyor. Neden acaba?

Çiftçioğlu, Osmanlı ve islamın o dönemde Avrupa karşısındaki konumunu, Ankara’nın nabzı doğrultusunda yanlış tarihsel verilerle tanımlıyor. 1782’de, bu operanın Viyana’daki ilk temsilinde, Osmanlı’nın dişleri çoktan sökülmüş, Avrupa’ya değil tehlike olmak, bizzat Avrupa tarafından nasıl paylaşılacağı tartışmasının ön hazırlıkları başlamıştır. “İslam geleneğinin Avrupa’yı kaplama ihtimali”nin fantezisiyle bile avunmak olası değildir. Çiftçioğlu sırf,  “Osmanlı tehditken bile Avrupa ona sempatikti, bugün durum tam tersi olduğu halde, şu yaptıklarına bak!” anlamına yaslanmak için, tarihi büküyor. İyi de, 8 yıllık arada ne oldu ki?

Kamuoyunda AB’ye yönelik yaratılan aşırı iyimserlik 12-13 Aralık 1997 Lüksemburg zirvesi ile yok oldu. AB bizi genişleme programına almadı. 15-16 Haziran 1998 Cardiff zirvesinde durum katmerlendi. AB ile siyasal diyalog koptu, ilişkiler dibe vurdu. Ankara’da yüzlerden düşen bin parça. “Biz müslümanız, orası Hristiyan kulübü, bizden korkuyorlar” söylemi sokağa salındı. Hani  Avrupalı-Türk ayrımı falan bitecekti? Teselli yine Mozart’ta. Altar yardıma çağırılır:

Mozart insanseverlik ilkesini, Türk bağışlayıcılığını ele alarak gerçekleştirmiştir… Türk ve Alman ilşkilerinin en buhranlı bir devrinde yazılmış [olan bu eserde Mozart] Türk bağışlayıcılığı ile ilgili bir konuyu işleyip geliştirmekten çekinmemiştir.” (Cevat Memduh Altar, s.5-6)

Malum, AB’nin lokomotifi Almanya. AB hayalimize taş koyan o. Bizim de elimiz armut toplamıyor ya, onu kendi silahıyla, “Türk dostu” Mozart’la vurmuş oluyoruz.

2007 İzmir: Şahane AB!

2007’de sıra İzmir Operası’nda. Bu kez rejisör Recep Ayyılmaz:

“… büyük dahinin Türk motifleriyle bezenmiş bu operasını ele aldığımda, Türklüğün ve medeniyetler beşiği güzel İstanbul’un bazı özelliklerinin altını çizmeye çalıştım.

… Mozart müzikal açıdan notaların yürüyüşü ile yarattığı Türklük anlayışını, dramatürjik açıdan da Osmin ve sonradan Türklüğü seçmiş olan Selim Paşa tiplemeleriyle zenginleştirmiştir.

… İstanbul’da yaşanan, Selim Paşa’nın anılarında kalmış kırık bir aşk hikâyesi olarak operayı ele alıp, mazide kalan bir tablo gibi düşünerek…” (Kitapçık, s. 64)

2007’ye gelindiğinde islamcılar yaklaşık 5 yıldır iktidardalar. AB en büyük destekçileri. 17 Aralık 2004’te Brüksel zirvesi toplanır ve 3 Ekim 2005’ten itibaren Türkiye ile tam üyelik görüşmelerinin başlayacağı kararı alınır. Tabii, Ankara’da sevinç çığlıkları. Gündüz gözüyle havai fişek gösterileri falan. Artık hepimiz Avrupalı oluyoruz. AB ile yaşanan çalkantılı günler artık “mazide kalan kırık bir aşk hikâyesi”. Her şey yoluna girdi. Nihayet, Mozart’ın yüzyıllar önce bıraktığı vasiyeti AB yerine getirecek, bizi içine alacak. “Türklüğün ve medeniyetler beşiği güzel İstanbulun bazı özellikleri” Avrupa kültür coğrafyasının ayrılmaz parçası haline gelecek.

Bu arada, islamcılar laik cumhuriyeti tepelemenin son hazırlıklarını tamamlamış, Ergenekon sürecini başlatmışlar. Ancak, geri tepme olasılığına karşı, liberal solcular dahil, tüm liberal unsurları yanlarına almışlar. Herkese ulufe dağıtıyorlar. İşte bu ortamda, “jakoben laikçilerin” on yıllardır süren iddialarının tersine, “Türk” kavramı ile “Osmanlı” kavramı arasında sınır bulunmadığı, Osmanlı’nın bir uyum ve barış bütünlüğü olduğu inancı pompalanmaya başlanır. Rejisör Ayyılmaz’ın, XVI. yüzyıl Osmanlı’sında yaşanan bir olayı “Türklük” kavramıyla tanıtması, İstanbul’un çokkültürlülüğüne özel vurgusu, Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçmiş Selim Paşa’yı “Türklüğü seçmiş” olarak tanımlaması, Osmin-Selim Paşa farklılık ve çelişkisini, kendince, Mozart’ın sempatik Türklük anlayışı içinde eritmesi, bu sürecin opera sahnesine yansımış halidir. Saraydan Kız Kaçırma bir kez daha Ankara’nın siyasal barometresi işlevine soyunmuştur.

Aynı kitapçıkta, Osmanlı güzellemesinin bir başka vidası da, medyanın gülü ekranların bülbülü İlber Ortaylı’dan yapılmış “Harem” başlıklı alıntı. Bu milli kıymetimizden ilerleyen sayfalarda söz etmek şerefine nail olacağız. Ortaylı haremi öyle bir anlatıyor ki, “keşke bugün olsaydı da, girebilseydik!” demeyecek kadın pek az bulunur: Bir eğitim ve kültür yuvası, ilim irfan mekânı, sıkı koca bulma merkezi... Aynı zamanda hayırseverlik kurumu; “…fakir fukaranın canları kurtulsun diye saraya gönderdiği veya esirciye verdiği genç kızlar… “Öyle, sürekli politika, entrika üretilen yer değil, hele çıplak cariyelerin yüzdüğü havuzlu sofalar… Asla! Sümme haşa! İddia edildiği gibi 400 kadın falan ne mümkün. Külliyen yalan. Bildiğiniz ev, o kadar:

Harem eğlencelik bir yer değildir, her şeyden önce bir evdir. Hiç değilse her ailenin evi kadar saygı gösterilmesi gerekir. Topkapı Sarayı’nın Harem dairesi önceden öğrenerek sessizce ve edeple gezilecek bir yer olmalıdır.”

Ayrıca, Avrupa saraylarında harem yok belki ama, onlar da gizli gizli götürüyorlarmış. Yani, aynı şeymiş. Bugünkü Arap şeyhlerinin saraylarındaki kadın kalabalığının bizim saygın haremimizle elbette ki bir ilgisi olamazmış. Onlarınki “bidat”, yani, sapmaymış. (Kitapçık, s.58-62)

Aynı yıl, Mersin Operası da Saraydan Kız Kaçırma’yı sergiliyor. Hazırlanan kitapçıkta, “Harem Aslında Bir Batılı Fantezisi mi?” başlıklı yazı; bu kez Türkolog Robert Anhegger’den bir alıntı:

Harem padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil… Padişahın kalkıp cariyeler bölümüne geçebilmesi için kuş olup uçması lazım… Cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil… Harem bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenciler… Cariyeler köle değil, hele cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur.” (Kitapçık, s.78-80)

Ne diyelim?

III. Murat’ın (1574-1595) söz konusu “evlatlık”lardan 102 çocuğu vardır. III. Ahmet’in (1703-1730) ise, yalnızca kız çocuğu sayısı 60 civarındadır. En sevdiği kızı Fatima Sultan’ı 4 yaşındayken sadrazam Silahtar Ali Paşa ile evlendirmiş, adam ölünce, 12 yaşındayken de bir başka sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya vermiştir.

Zavallı Mozart’ın bahtında Osmanlı rehabilitasyonunun en zayıf halkası olan hareme deterjanlık yapmak da varmış!

2010 Ankara: AB’ye katılalım, katalım!

2010 yılına gelindiğinde Saraydan Kız Kaçırma’yı Ankara Operası’nın ürünü olarak görüyoruz. Temmuz ayında İstanbul’da, 1. Uluslararası İstanbul Opera Festivali kapsamında görücüye çıkıyor, Aralık’tan itibaren de sezon temsili sıfatı kazanıyor. Rejisörümüz Yekta Kara. Vazgeçilmez Yekta Kara! İDOB’ta etik, yönetsel ve sanatsal çöküşü başlatan, islamcıların ilk büyük işbirlikçisi, TÜSAK yellozluğunun arkasındaki ağır toplardan, her dönemin kadını Yekta Kara… Onun ayrıntılı öyküsünü İDOB yazı dizimizde ele alacağız.

AB’ye çok sey katabiliriz: Dinlerarası diyalog.

2007-2010 arasında AB ile ilişkiler çok iyi. Müzakereler resmen başlamış, değişik fasıllar açılıyor, AB Konseyi 2010 için İstanbul’u Avrupa Kültür Başkenti ilan etmiş. Yaşasın! Cepler dolacak. 2011 Haziran’ında zuhur edecek olan AB Bakanlığı’nın kuruluş hazırlıkları tam gaz. 2013’e kadar Avrupa hukukuna uyumumuzu tamamlayıp, üye ülke statüsü elde etmeyi düşünüyoruz. Ankara şıkıdım şıkıdım…

Öte yandan, Ergenekon süreci dallanıp budaklanmış, ordunun en üst kademesine ulaşmak üzere. 2008’de, üniversitelerde türban yasağını kaldıran yasa meclisten geçmiş. İslamcılar dükkânı son anda, Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatmaktan sıyırmışlar. “Farklılıklar zenginliğimizdir” sloganı resmileşmiş. “Yetmez ama evet” demeyene mağara devri insanı muamelesi yapılıyor. FETÖ her yerde, en güçlü döneminde. Referandumda mezardan insan çıkarıp oy kullandırıyorlar. Dinlerarası diyalog FETÖ’cülüğün simgesi durumunda. Osmanlıcılık hepten palazlanmış. Osmanlı’nın çokkültürlü, çok dilli eyalet sistemi ağız sulandırıyor. Alman vakıfları bu içerikli projelere yüz binlerce euro akıtıyor. Laik cumhuriyetçi kesim tedirgin.

Alman ekolünden Yekta Kara ise program kitapçığına imzasız olarak yazdığı yazıda hiç şaşırtmıyor:

18. yüzyılda moda olan bir opera bugün bizim için ne anlam taşır ki?... Operada Doğu ve Batı kültürünün karşılaşması, her iki tarafta görülen önyargılar ve bu önyargıların, birbirini anlama çabası, karşılıklı ilgi ve hoşgörüyle nasıl ortadan kaldırılabileceği anlatılır. 11 Eylül’ü yaşamış bir dünyada, türban, yabancıların içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmesi ya da AB’nin genişlemesi gibi pek çok konunun ateşli bir biçimde tartışıldığı dünyamızda bundan daha güncel bir opera olur mu?

Hiç kuşkusuz, kültürler ve dinler arasında acilen diyalog kurulmasına insanlığın her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Birlikte yaşamamızın temelini, yabancı olana, “öteki”ne karşı göstereceğimiz saygı oluşturmalıdır. Batı ve Doğu kültürlerinin bireyleri kendi yaşam alışkanlıklarını ve dünya görüşlerini tek doğru olarak görmeseler ve birbirlerine zorla dayatmasalar, Batı ile Doğu birbirlerinden ne çok şey öğrenebilir! Toplumlar, kendilerine yabancı olana kucak açarak, onları anlamaya çalışarak çokkültürlülüğü özendirseler, nasıl da zenginleşirler!” (Kitapçık, s.48)

Yoksa Mozart “dinlerarası diyalog” taraftarı bir FETÖ’cü müydü? Belki de bu ifade bu yazıya tesadüfen girdi.

Tesadüf mü, değil mi, Yekta Hatun’u anlatırken ayrıntılı olarak değineceğiz.

Mademki AB bizi içine almayı kabul etti, o halde, bize “ilgi ve hoşgörüyle” yaklaşmalı. Karşılıklı olarak farklılıklarımızı kabul edip, birbirimizi zenginleştirebiliriz. Doğu-Batı birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır. Gerginlikler, sivrilikler törpülenmeli, her tür “öteki”leştirmeden kaçınılmalıdır. Örneğin, türban konusuna anlayışla yaklaşılmalıdır vb.

İyi de, bu görüşlerin doğrulatılması Saraydan Kız Kaçırma ile nasıl yapılabilir ki? Libretto el vermiyor.

Adam sen de!

Yekta Hatun bu! Modernleştirmeci. Özgün metin, tarihsel gerçeklik falan gibi tenekelerle zaman kaybetmez. Devir neo-liberal estetik devri.

Yani?

İstediğin gibi takıl.

O kadar mı?

Tabii, bir de yukarıdaki havaya dikkat et. Nabzı kaçırma.

Eyvallah.

Yapıyor; librettonun saçını başını yolarak. Yani, modernleştirerek.

Operanın temel karakterlerinden olan Kostanze ve Belmonte’den öyle iki yaratık çıkarıyor ki, ikisine de acımaktan, “Yazıktır! Vallahi değmez; biz şu AB’ye girmeyelim de, bu garibanlar da opera tarihe bu şekilde geçmesinler!” diyesiniz geliyor.

Korsanların kaçırdığı, hayatta olup olmadığını bile bilmediği sevgilisi Konstanze’nin peşinden, Akdeniz’i geçip, ölümü göze alarak İstanbul’a gelen İspanyol Belmonte’yi, “materyalist bir düşünce yapısına sahip… kurum ve kibirle adım atar… Avrupa merkezci, bencil yaklaşımlı” bir işadamı yapıyor.

Belmonte’ye bağlılığını ölümüne bir sadakat yeminine dönüştürmüş olan, Selim Paşa’ya, yeminini bozmaktansa, her tür işkence ve ölümü kolayca kabulleneceğini opera tarihinin en güç ve parlak aryalarından biriyle yüksek perdeden haykıran Konstanze’yi ise, “iki erkek arasında bocalayan… iç dünyasının Paşa’ya meyilli olan bir parçasıyla da savaşmak zorunda olan” bir fırsatçı aşüfteye dönüştürüyor.

Hadi, Yekta Hatun’un post-modern görgüsüzlüğünü, epey özel fantezi dünyasını bir kenara bırakalım. Ama, dönemin siyasal içeriğine uygun bir torna makinesi kullandığı tartışmasız. Avrupalılar materyalist, bencil, kibirli, romantizm karşıtıdırlar ya, işte, bizim uygarlığımızla karşılaştıklarında materyalizm karşıtı, romantik, derin duygulu, kemale ermiş, sakin insan tipine hemen çarpılırlar. Belmonte bile 24 saat geçirdiği Selim Paşa’nın sarayında, “materyalist bir iş adamıyken, duygu dolu bir insana dönüşür… Konstanze’ye karşı gerçek duygularını keşfeder.”

Oysa, materyalist işadamı Belmonte’yi duygulu bir aşığa dönüştüren, yeminli Konstanze’ye başkasına abayı yaktıran bu medeniyet yuvası toprakların AB ülkelerine verecek ne çok şeyi vardır. Mozart 230 yıl önce bu yapıtıyla Avrupalılara “bırakın şu Avrupa merkezci denyoluğu!” dememiş midir?

Bu hastalıktan kurtulmak için, derin duyguların, irfan ve tefekkürün sakin limanı Osmanlı saraylarında 24 saatlik kür yeterlidir.

Yekta Hatun’u tutabilirsen, tut artık…

Osmanlı övgüsü mü?

Olmaz olur mu; hem de en şehvetengizinden:

“…Konstanze, Belmonte’de isteyip de bir türlü bulamadığı özellikleri Selim Paşa’da bulur belki de… Paşa’nın sabrı, güçlü kişiliği, deneyimli, olgun bir erkek olması genç yaştaki Konstanze’nin gözünde onu daha cazip kılar elbet… Selim Paşa ile bir araya geldiğinde daha önce hiç bilmediği yoğunlukta duygular hisseder… Belmonte’ye ettiği sadakat yeminine bağlı kalmak ile cesur davranıp Selim Paşa’ya duyduğu sevgiye sahip çıkmak arasında kararsız kalır… Selim Paşa’yı tanıdıktan sonra, Belmonte’ye o güne dek duyduğu aşktan daha derin ve çok boyutlu bir sevgi olabileceğini de anlamıştır…

Selim Paşa modern ve aydın bir insan olarak yabancılara karşı çok açık davranır, onlara büyük ilgi ve anlayış gösterir… hoşgörüsü ve yüce gönüllülüğü sayesinde Avrupalıların bakış açısını da değiştirir.” (Kitapçık, s. 44-48)

Ne yazık ki, Konstanze’nin Selim Paşa’ya “çok derin ve çok boyutlu”sevgisi ile paşanın “modernliği ve yüce gönüllülüğü” bizi AB’ye sokamadı. “Avrupalılar” pek yememişe benziyorlar ya, belki de librettoyu okuduklarındandır. Neyse, boş verin, Selim Paşa gibi bir paşamız var ya, o bize yeter!

Dinlerarası diyaloğu Hristiyan Konstanze ile Müslüman Selim Paşa’yı halvet anaforuna sokarak hallettik. Zaten dinlerarası diyalog önyargıları ortadan kaldıracak “karşılıklı ilgi ve hoşgörü”nün günümüzdeki formülü değil mi ki?

Peki, çokkültürlülüğü nasıl becereceğiz?

Çok basit; herkes kendi dilini konuşacak.

Yekta Hatun Konstanze ve Belmonte’yi Almanca, Blonde’u İngilizce, Selim Paşa ve Osmin’i Türkçe konuşturuyor. Gerçekten zekice. Hepsi birbirini anlıyor olmalı.

Nasıl mı?

İletişim artık global bir kavram ya.

Yani, hepsi bu dilleri biliyor mu?

Andavallığa lüzum yok! Dedik ya, durum global.

Daha ne inciler var, bir bilseniz!

2020/2021 İstanbul: Ceddin deden neslin baban…

AB rüyası çoktan bitmiş, üçkâğıtçı Avrupalılara karşı milli ve onurlu postamızı koyup saltanat rejimine geçmişiz. Şeyhülislam Ali Erbaş Ayasofya Camii minberine kılıçla çıkıp, kancık Avrupalılara 1453’ü anımsatarak, Osmanlı’nın cihanşümul sopasını göstermiş. Erkan-ı Harbiye reisi ve kuvvet kumandanı paşalar üniformalarıyla kur’an tilavetini sarmalayan huşu atmosferinde namazlarını eda etmişler. Millet tüm fertleri ve müesseseleriyle bekasının teminatı Saray’ın etrafında kenetlenmiş. Şanlı ordularımız Suriye, Irak, Libya cephelerinde zaferden zafere koşuyor, Katar’ı kollayıp, koruyor. Son halifenin kutsal toprakları olan ülkemiz, İslam dünyasının milyonları baliğ muhaciriyle şenlenmiş, babalığını düvel-i muazzamaya göstermiş. Yüzümüzü bizi biz yapan değerlere, Osmanlıcamıza, divan edebiyatımıza, saray musikimize, gönüller sultanı ehl-i tarikat ve mutasavvıflarımıza dönmüş, 97 yıllık parantezi kapatıp, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle nihayet kendimizi bulmuşuz.

Münkir AB’ye Osmanlı uygarlığının cüssesi ve ihtişamını sahnede, üstelik onların sanatını kullanarak göstermenin tam zamanı. Öyle, efemine Doğu-Batı sentezi, uzlaşması falan gibi çılbır konulara gerek yok. Yumruğu masaya vuracağız.3200 yıl önce bile bu toprakların bize ait olduğunu Troya’da nasıl gösterdik! Mozart zaten emrimizde. Arslan parçası bir rejisörle, dünyaca ünlü bir dansçı-koreograf bulduk mu, işi bitiririz.

Buldular ve bitirdiler.

Operamız Osmanlı’dır abiler!

2020-2021’in Saraydan Kız Kaçırma’sı kendi kısmetiyle dünyaya gelmiş bir nur topudur:

Cumhuriyet tarihinin ilk “tuluat opera”sı olma özelliğini taşıması bir yana, dünya opera literatürüne bu türü kazandırmanın gururu da omuzlarında. Oğlanın hedeflediği üzere, Türk Opera markası yaratmada, Troya ve Göbeklitepe’den sonra radikal bir adım daha atılmış oluyor. Sahne konsepti ve yorumuyla tam bir devrim!

Opera Osmanlı’da elbette Osmanlıca oynanacak.

Ne diyor rejisör Caner Akın?:

Saraydan Kız Kaçırma yüzyıllardır sahneleniyor. Ve bu haliyle İstanbul Devlet Opera ve Balesi olarak dünyada ilk kez böyle bir sahneleme gerçekleştirmiş oluyoruz.” (Cumhuriyet, 24 Eylül 2020)

Diğer kısmet ise, DOB tarihinin ilk “ergen genel müdür”ünü çıkaran Ankara’ya karşı, İstanbul’un ilk “ergen rejisör” yanıtı ile, sanatsal değer üretme rekabetinde hiç de geride kalmadığını göstermiş olması.

Her iki keşfin de İDOB bünyesinde gerçekleşmesi, elbette, İstanbul müdürü Suat Arıkan’ın kutlu ve uslu idaresinin meyvelerinden. Oğlan “tak” diyor, Suat Müdür “şak” yapıyor. Tak-şak müdürümüz bakanlığı da ihmal etmiyor; Bakan Yardımcısı Özgül Özkan Yavuz’a her daim teveccühünü izhar etmekten geri kalmıyor. Ya Saray? Alicenaplarının baş danışmanı Fecir Alptekin Hanımefendi’nin peşinden ayrılmıyor. Malum, koltuk durumları… Siyaset boşluk kabul etmez de.

Tuluat, doğulu ortaoyunu ile batılı tiyatronun Osmanlı’ya özgü şizofrenik bir karışımıdır. XIX. yüzyılın tuluat kumpanyalarında Batı’nın birçok klasik yapıtı farklı adlarla -Shakespeare’in Othello’su Arabın Hiddeti, Chateaubrilland’ın Atala’sı Amerika Vahşileri vb.- konuya yapılan ekleme, çıkarmalarla serbest bir biçimde oynanırdı. Mutlaka bir kantocu olur, incesaz heyeti alaturka, orkestra batılı müzikler çalar, bazen de pehlivanlar şovlarıyla salonu ısıtırdı. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu Osmanlı’da gayri müslim şivesi ile konuşulan Osmanlıca bu türün önemli özelliklerindendi.

Mozart’ın müziği olmasa, konuşma bölümleri, kostümler, dil, oyunculuk, dekor ve ışıktan yola çıkarak XIX. yüzyıl tuluat kumpanyalarından birini seyrediyor olma izlenimine kapılmanız işten bile değil. Caner oğlumuzun ergen yeteneksizliği ile milli tacirimiz Tan Sağtürk’ün kaptıkaçtı koreografisi sizi gerçekten de zaman tünelinde bir yolculuğa çıkarıyor.

Caner oğlumuzun ilk rejisi. Daha önce birkaç çocuk operası sahnelemiş. Ne reji eğitimi var, ne de deneyimli bir ismin yanında reji yardımcılığı. Çok belli oluyor; sahne yerleştirme ve hareketlerinin en temel kurallarını bile bilmiyor. Duyarlılığı zaten ergen. Anlayacağınız, başına torpilli bir talih kuşu konmuş. İlerleyen sayfalarda anlatacağız.

Milli tacirimiz Tan Sağtürk’e gelince; 31 yıllık dans kariyerinin son 23 yılını çocuklar ile geçirmiş. Dershane koreografilerinin dışında gözünün başka bir şeyleri kesmesi pek olanaklı değil.

Esas ilgi alanları çocuk olan bu iki isim yan yana gelince, Saraydan Kız Kaçırma, tuluat kazmalığı ile çocuksu sahneleme arasında bir yerlere sıkışıp kalmış.

1918 güzel yıl…

Ayrıntılara geçmeden, gelin, önce işin siyasal içeriğine bir göz atalım:

İslamcılar AB desteğini kaybedince, iç kamuoyunu tutabilmek için ellerinde yalnızca “Osmanlı” ve “tasavvuf” kaldı. TV dizilerinden, senfonik konserlere, dönerci açılışlarından, reklamlara, her yerde bu iki aparat ile yükleniyorlar. Batı’dan geri olmadığımız gibi, ahlaken üstün bile olduğumuz, ecdadımızın alnının pir ü pak olduğu falan… Bir dönemin Malkoçoğlu filmleri benzeri kahramanlık ve ahlak öyküleri. Doldur boşalt!

Caner oğlumuzun bu işe tayin edilmesi tesadüf değil. Bu operaya nasıl yaklaştığını gayet açık anlatıyor:

“Rejisör Caner Akın… klasik konunun en önemli unsurlarından biri olan Türklerin kin tutmak yerine merhamete önem vermesine de parmak basarak şöyle diyor:

Burada altını çizmek istediğimiz şey, tarih boyunca bu kadar farklı din, dil ve kültürden gelen bu kadar insanın bir arada barış içinde yaşadığı başka bir toplum örneği yok.” (Birgün, 24 Eylül 2020)

Eh, oğlumuz ergen, olgunlaşıp daha ciddi kitaplar okuyana kadar böyle düşünmesi doğal. Ankara’daki amcalar da bilgi notu olarak Osmanlı’nın erdemlerini birkaç paragrafla yazıp önüne koyduklarında yönünü bulmuş oluyor.

İyi de, yine de dramatürjik açıdan tuhaf bir durum var: XVI. yüzyılda geçen bir olay neden 1918’e taşınmış?

Caner oğlumuz pandemiden esinlenerek, olayı “eserin orijinaline sadık kalarak nokta atışı bir tarihe yani İspanyol gribi salgını ve Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi 1918 yılına” taşıdığını söylüyor. (Cumhuriyet, 24 Eylül 2020)

İspanyol gribi Mart 1918 ile Temmuz 1921 arasında sürdü. Bu dönem hâlâ Osmanlı İmparatorluğu dönemidir. Neden bu yıllardan biri değil de ısrarla 1918? Üstelik, tercih nedeni yalnızca İspanyol gribi ise, 1919 ya da 1920 daha uygun olurdu, çünkü bu yıllardaki ölü sayısı 1918’dekine göre çok daha yüksektir. Oğlumuz İspanyol gribinin yanına çaktırmadan “Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi”ni ekleyiveriyor. Oysa, bu salgın ile bu savaş arasında doğrudan bir ilişki yok ki. Üstelik, hastalık, adını bile savaşa katılmamış İspanya’dan alıyor. İlk çıkışı da ABD’de. En büyük can kayıpları ise Hindistan ve Çin’de. Bu coğrafyaların hiçbiri savaş alanı olmadı.

Ayrıca, bu yapıtın rejisi Caner oğlumuza pandemiden önce teklif edilmiş. (Milliyet, 20 Eylül 2020)

Nitekim, rejiye baktığınızda, pandemi ile ilgili o kadar az ve cılız unsur görüyorsunuz ki, konunun 1918’e taşınmasını haklı çıkaracak bir altyapıya izin vermeleri asla olanaklı değil. Son derece zorlama, sakil bir görüntü. Zaten, Selim Paşa 1918’e getirilmiş ama, Osmin XVI. yüzyılda unutulmuş. Epey amatörce ve apar topar bir iş. Pandeminin paravan bir söylem olduğunu anlamak hiç de zor olmuyor. Yalnızca, Osmin karakterinde çok belirgin olan yabancı düşmanlığına su katıp, Osmanlı’ya cila çekme işlevine sahip. Örnekleyeceğiz.

O halde, esas çıkış noktası, “Birinci Dünya Savaşı -1918- Osmanlı militanlığı” arasındaki ilişkide aranmalı.

Savaşlar, sömürgeci devletler ve imparatorluklarda baskı ve şiddetin arttığı özel dönemlerdir. Birinci Dünya Savaşı’na katılan bütün imparatorluklar ve sömürgeci devletlerde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinin de en kanlı sayfalarından bazıları bu dönemde yazılmıştır. Ermeni katliamı, Arap halklara uygulanan baskılar en bilinenleri. Ermeni sorunu o tarihten günümüze değişik siyasal evrelerden geçerek gelmiş ve son 5 yıldır birçok AB ülkesi tarafından gündemin üst sıralarına taşınmıştır. 2019’a gelindiğinde, bu konuda yıllardır sırtımızı yasladığımız ABD de karar değiştirmiş, Aralık ayında, senatosunda, yaşananları “soykırım” olarak kabul etmiş, geriye devlet başkanlarından birinin “evet” demesi kalmış, Joe Biden da ikiletmemiştir.

İslamcıların Suriye’nin iç işlerine karışıp, Müslüman Kardeşler’in terör eylemlerini ülkenin meşru hükümetine karşı desteklemeleri, Mısır’da aynı şekilde ihvancılığa yatmaları, IŞİD ile tartışmalı ilişkiler, neo-osmanlıcılık hezeyanları… Arap dünyasında Osmanlı sömürgeciliği anılarının yeniden canlanmasına yol açıp, alerjik bir durum yarattığı da bir kenara not edilmeli.

Yani, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı bağlamında aklama çabası, düşünülebilecek en talihsiz, en çocuksu girişimdir.

Peki, neden ille 1918?

1918 Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybettiği yıldır (30 Ekim, Mondros). 13 Kasım’da İstanbul 5 yıl sürecek bir işgalin ilk gününe uyanmıştır. Osmanlı Hanedanı’nın vatana ihanetinin en belirgin hale geldiği dönemdir. İşgale karşı parmağını oynatmamak bir yana, işgalci güçlerle işbirliği yapmıştır. 1918, giderek artacak bu işbirlikçiliğin simge tarihidir.

Tamamen çürümüş bir devletin tarih sahnesinden silinme sürecinin başladığı yıldır.

Aynı zamanda, Saray ile Kurtuluş Savaşı güçlerinin kopuşunun (1919) hemen öncesindeki yıldır. Yani, Osmanlı siyasal yapısının son birliktelik fotoğrafı verdiği yıl.

Malum, islamcılar on yıllardır, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir kopma değil, devamlılık olduğunu, Kurtuluş Savaşı’nın Osmanlı’nın tasfiyesi anlamına gelmemesi gerektiğini, hanedanın vatansever olduğunu, M.Kemal’i ülkeyi kurtarsın diye Anadolu’ya gönderdiğini falan anlatıp, Osmanlı’yı aklama peşindedirler. Savaş atları İlber Ortaylı yıllardır bu safsataları goygoycu keşkülü misali elden düşürmeden, yandaş ekranlarda, yandaş yayınevlerinde anlatıyor da anlatıyor…

Öte yandan, unutmamalı ki, 1918, Ermeni katliamını sorgulamak için kurulan mahkemenin de ilk yılıdır (16 Aralık).

Hepsini alt alta yazıp, Osmanlıca librettoyu da ekleyin.

Sonuç şudur: 1918 yılındaki Osmanlı’yı, tam da böyle bir ortamda, iç kamuoyu nezdinde, Osmanlı’nın reddi üzerine kurulmuş laik cumhuriyetin en arı kurumlarından DOB’un sahnesinde aklamaya kalkışmak, “Osmanlı militanlığı”ndan, dolayısıyla, “Saray’ın askeri” olmaktan başka bir şey değildir.

Yarın: Yeni Nesil Saraydan Kız Kaçırma (2)

[email protected]