Vaktinde bir değerlendirme: TİP’in 'yeni' kulvarı

TİP’in girdiği kulvarın kamuoyu önünde devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulması solda yaygın bir dejenerasyona mahal vermemek adına kaçınılmaz hale geliyor.

BERKAY KEMAL ÖNOĞLU

Türkiye’de her seçimden sonra özellikle medyada görülen birer başarı ve başarısızlık kümesi oluşturmak ve siyasi aktörleri bu kümeler içinde değerlendirmek gibi yaygın bir alışkanlıktan söz edebiliriz. Söz konusu 14 Mayıs olduğunda geniş muhalefet cephesi içinde kısmi de olsa başarılı addedilen az sayıdaki politik aktörden biri oldu TİP. Epeyce bir süredir sahada belirgin hale gelen ve farklı değerlendirmelere konu olan bu hareket büyük oranda Gelenek-TKP çizgisinden ayrılanlardan oluşması sebebiyle olsa gerek kimi mecralarda TKP ile hiçbir sonuca götürmeyecek karşılaştırmalara tabi tutuluyor. 

Devrimci mücadele içinde kuşkusuz kaynaklarınızın verimliliğinden siyasal öngörü kabiliyetinize, kullandığınız araçlardan örgütsel kabiliyetinize, geliştirdiğiniz taktiksel açılımlara kadar pek çok başlığın yeniden ve yeniden masaya yatırılıp değerlendirilmesi gerekebilir. Bütün bu başlıklarda alacağınız kararlar sizi bazı mevzilere taşıyabilir ya da başarısızlığa götürebilir. Ancak başarı kıstaslarının farklı hareketler ve dolayısıyla farklı stratejik yaklaşımlara göre değişkenlik arz edeceği unutulmamalıdır. Stratejik farklılıklar siyasal hareketleri farklı kulvarlara taşır. Bu durumda ortak olduğu varsayılan nihai hedefe ulaşmadan önce tanımlanacak her türden “başarı” kulvar farklılığından ötürü mantıken özgünleşmiştir. Farklı stratejik yaklaşımları benimsemiş hareketlerin aynı kulvarda oldukları varsayılarak mukayese edilmesi bu yüzden sonuçsuzdur. Girilen farklı kulvarlarda elde edilen kısmi başarıların değil hangi kulvarın bizi ortak olduğu varsayılan nihai hedefe götüreceğinin değerlendirilmesinde fayda vardır. 

TİP’in girdiği kulvarın kamuoyu önünde devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulması solda yaygın bir dejenerasyona mahal vermemek adına kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye siyasetinin bugününe damga vuran temel meselelerden biri olan “ideolojisizleşme” olgusunun ne yazık ki TİP aracılığıyla sola da sirayet edebilecek yeni kanallar bulmuş olması ve düzen siyasetine yaklaşımda beliren arızaların fütursuzca normalleştirilmesi kabul ve göz ardı edilemez. Bunlar elbet yeni tespit olunduğu için değil ancak seçimle birlikte ortaya çıkacak olan tablonun hayal kırıklığı da bayram havası da yaratsa kısa süre sonra faydalı sorgulama süreçlerine kapı aralayacağına dönük bir inanç taşındığı için bu zamana bırakılmış değerlendirmelerdir. Kimi dönüm noktaları herkes için bir an durup geniş perspektiften bakabilmenin mümkün olduğu aralıklar sunuyor.

Duvarı yıkmak mı duvar boyamak mı?

TİP ve TKP ayrımının çeşitli çevrelerde doğru olmayan bir mukayeseye konu edildiğini ifade etmiştik. Kulvarlar farklılaşmıştır. Bununla beraber bu iki yaklaşımdan birinin çok da eski olmayan bir tarihte diğerinin içinde ancak bir eğilim olarak varlık gösterdiğini ve aynı kulvarda yürüdüğünü de unutmamak gerekiyor. O kulvar Gelenek Hareketi’nin yola çıkışı esnasında Türkiye’de henüz hiç sahibi olmamış bir kulvardır. Ve tabiatıyla geride bıraktığımız yıllarda Gelenek’le özdeşleşmiş, dinamizm kazanmış, vücut bulmuştur.

Önce adıyla müsemma bir çizgi çekmiştir Gelenek. Bu çizgi, hatasıyla sevabıyla yüzyılı aşkın tarihe sahip geleneksel sol ile ona karşı düzensizce isyan bayrağı çekegelmiş, reel sosyalizmden nedamet getiren “yenilgici” yeni sol arasındadır. “Yenilgici” diyoruz ama aynı zamanda yenildiğini yola çıkış için gerekçe gören bir yaklaşımın doğal olarak “yenme” arayışı içinde olacağının da altını çizmek gerekiyor. Taraflardan biri güçlenmenin, her ne olursa olsun iktidara gelmenin bir koşulu olarak tavizler ve geri çekilişlerin teorisini sahipleniyor diğeri ise zamanla ve pek anlaşılır biçimde iktidar fikrinden uzaklaşıyor ancak değerlerine bağlı, dürüst bir kültürel, sosyal örgütlenme biçimini alıyordu. Geleneksel solun iktidar fikrinden uzaklaşma serüvenini anlayan ancak kabul etmeyen, iktidar perspektifinin değerlerden verilen tavizler olmaksızın canlı tutulabileceğine dönük bir iddia ile oluştu bu kulvar.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin bir ön koşulu olarak Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir politik güç haline gelmesi mutlak zorunluluktur. Sol ancak temel ilkelerinden taviz vermeden taşıyacağı özgül ağırlıkla Türkiye devriminin yolunda misyon üstlenebilir. Bağımsızlık ön şartını taşımaksızın düzen içi unsurların oluşturduğu dengelerde yer edinmek ise sol için teorik planda verilen tavizlerden bile öngörülemeyecek kadar feci politik sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, sosyalizmi ve solun namusunu dert edinip “yetmez ama evet” çizgisiyle hesaplaşma iddiası taşıyanların güncel hesaplarda seçime girmedikleri şehirlerde “yetmez ama evetçi”lere oy istemesi feci bir sonuçtur. Çelişkili bir pozisyona sürükleneceği gerçeğini göz ardı edecek kadar büyük bir fayda beklentisi ile “yetmez ama evetçi”nin söz ve müziğiyle seçim sürecini başlatma kararı ise içine düşülen sarmalda ne kadar etken ya da edilgen olunabildiğinin vahim bir göstergesidir. İşte o sarmalın dengelerinin izin verdiği derecede “sol” olabilmek bu demektir.

TİP’in tutum ve eylemlerinde kendisini gösteren bu kulvar değişikliğinin elbette pek çok gerekçesi olabilir. Takip edilen yolun devrime uzandığını bildiğimiz kadar yolun engellerle, duvarlarla örülü olduğunu da bilerek o yola çıkıyoruz. Gelenek’in yürüdüğü yolda engeller, duvarlar boy gösteriyorsa yolun devrime uzandığına inanmış devrimci için yola çekilmiş duvarları yıkmak görevdir. Duvar yıkanların yolundan çıkıp duvar boyayanların yoluna girmek olumlu anlamda iktidar arayışıyla gerçekleştirilmiş bir eylem de olabilir. Ancak yazık ki o iktidar “sosyalist” olma niteliğini yitirmiştir. Erken bir değerlendirme olduğunu düşünmeyin. Çünkü hem ülkemiz hem de dünya sosyalist hareketi içinde mahkûm ettiğimiz bu yol asla yeni değildir. Gerçekliğin değiştirilmesi iddiasından vazgeçiş “gerçekçi politikalar” masalının ardına gizlenir. Maalesef bu “gerçekçi politikalar” da bugün kirli siyaset atmosferinin kabulü ve ideolojisizleşme trendine uyum sağlanması ile sonuçlanıyor. TİP kendini ne pahasına olursa olsun “oy verilecekler” kategorisine almak üzere ideolojisizleşiyor. Nasıl olduğuna bakalım.

'Oy Verilecek Partiler' kategorisi

Bir işçi aynı anda hem bireysel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmasını hem Amerikan emperyalizmine karşı olunmasını istiyor. Hem laik bir toplumsal yaşamın tesis edilmesini hem uluslararası tekellerin egemenliğinden çıkmış bir ekonomik yapıyı önemsiyor. Hem geçim derdinden kurtulmayı, pazar arabasını gönlünce doldurabilmeyi hem de güvencesiz çalışma koşullarından, yoğun emek sömürüsünden kurtulmayı hayal ediyor.

Bütün bu taleplerin ideolojik olmadığı iddia olunabilir mi? Ama tamamı ideolojik bütünlük arz eden bu siyasal duruş örnekleri bilinçli ve sistematik biçimde önemsizleştirip siyaset dışı ilan ediliyor. Siyaset bizzat düzen partileri ve bu gerçekliğe gözünü kapamış diğerleri tarafından mezata dönüştürülüyor. Parti liderleri de bu mezatta pazarlamacı rolünü üstleniyor. Bir partinin “ideolojik” olarak tanımlanması, bu özelliğin ayırt edici olarak işaretlenmesi ve genellikle dışlayıcı bir dille kullanılması o partiyi seçimlerde oyun dışı görmek için bile geçerli bir sebep olarak sunulabiliyor. Çünkü siyaset kurumu ideolojisizleşmeyle eş zamanlı yalnızca sandığa endekslenerek kötürümleştiriliyor. Bu durumda ideolojilerden arındırılmış bir siyasetin ne işe yaradığı bilinmeden başvurulan tek aracı olarak geriye seçimler kalıyor. Tıpkı çaresiz hastalığa yakalanmışların üfürükçülerden medet umduğu gibi…

Seç birini! Laiklikten yana isen CHP’ye, uluslararası tekellere karşı isen AKP’ye oy vereceksin. Peki CHP’nin ağzından laikliğe, AKP’nin ağzından uluslararası tekellerin egemenliğine ilişkin tek bir sözcük bile duydun mu? Duymasan da vereceksin… Ya da bireysel hak ve özgürlüklere önem veriyorsan, tutuklu gazetecilere özgürlük istiyorsan, medya sansürüne karşı isen aynı anda emperyalizme karşı olamaz mısın? Sen olursun belki ama senin oyunu isteyenler emperyalizmin bölgesel planlarında kendilerine rol kapmaktan, şeytanla işbirliğinde fayda aramaktan geri durmayacak…

TİP’in bu ideolojisizleşme akımında kendine edindiği misyon “gerçekçi” ve ideolojik olmamakla malul, “oy verilecekler” kategorisine kendisini atabilmiş partilerin “seç birini” politikasının siyasal alanda yarattığı dejenerasyonun en açık örneklerinde karakterize oluyor.

İdeolojik bütünlük arz eden taleplerin siyasal alanı domine eden “dükkan” partileri tarafından bütünlükten yoksun bırakıldığına şahit oluyoruz. Boşluk doğuyor. AKP karşıtı geniş muhalefet cephesi içindeki boşluk iktidar cephesinde tespit edilebilenden daha büyük ve göze batar oluyor. Ana belirleyen AKP karşıtlığı olunca bambaşka ideolojik yaklaşımlara sahip geniş seçmen kitlesinin tümünün içini rahat ettirebilecek geniş bir tedarik zincirine ihtiyaç duyuluyor. En belirgin boşluk sofistike orta sınıf hassasiyetlerine Türkiyelileşme sancıları dinmemiş HDP’de yanıt bulmakta zorlanan toplumsal kesimler için hissediliyor. “Bölücü” diye tek kalemde mahkûm edilebilmenin ağırlığını hassas kalplerinde daha fazla taşıyamayacak ve sahada şiddetle savunabileceği belirgin, bütünlüklü siyasal fikirlere sahip olmaktan uzak orta sınıfımız CHP’nin yakın dönemde izlediği “banal” stratejiyi benimsememekte ısrar ediyor. Ve böylece CHP ve HDP kitleleri arasında oluşan bu belirgin boşluğun olduğu gibi kabulü ve basit bir sözcülük işlevi ile burjuvazi adına önemli bir misyon başarılmış oluyor. O zaman gelsin boğazda lüfer ziyafeti…

Şimdi söyleyin TKP’nin “oy verilecek partiler” algısını yıkması mı gerekir yoksa “oy verilecek partiler” arasına girmek için ilkelerini bir kenara bırakması mı? Bu koşullar altında ikincisini bekleyenlerin TKP’den artık devrimciliği bırakmasını istediği açıktır.

Öncülükle mi sözcülükle mi?

Açık ki ideolojiler toplumdan silinip atılmadı. Ancak ideolojisizleşme olgusu bir işçinin bir siyasi partiye oy vereceğini tüm kaygılarından arınmış olarak, göğsünü gere gere ilan edememesi sonucunu doğurdu. İdeolojisizleşme bizi kuşatmıştır ve kuşatmayı delmeden düzen içi dengelerde oluşan boşlukları doldurmak bizi kuşatan duvarı boyamak anlamına gelir. Sosyalizmin yolunu açmak için duvarı yıkıp, doldurulacak boşluğu önce yaratmak icap eder. Boyacılık Türkiye’nin çok da uzak olmayan geleceğini belirleyecek esas kırılmada öncülük iddiası taşıyan bir aktör olmaktan uzaklaşma anlamını taşır. Çünkü bu kırılmanın eksenini belirleyecek ve temel paradigmayı değiştirecek güç çemberin içinden devşirerek değil çemberin dışında yaratarak oluşur. Başka bir deyişle, şeklini alarak değil şekil vererek, dışarıya çekip yeni ufuklar kazandırarak…

Devrimci siyasetin yol haritasına ilişkin, devrimcilerden muhalefete muhalefet etmeme tutumunu benimsemeleri ve o geniş bulaşığın içinden şekilsiz bir parsel koparma çabası içine girmeleri beklenmediğinde ancak verimli bir tartışma mümkün olacaktır. Çünkü sosyalizm iddiası ile yola çıktığınızda gerçekliğin bir yüzüne gözlerinizi tamamen kapamanın yani muhalefete muhalefet etmemenin etik dışı olduğu kadar sosyalizme hizmet etmeyeceği de açıktır. Üstelik hem şirin görünüp hem tırmalamanın yani “hem karnım doysun hem pastam dursun” tutumunun o dünyadaki ortaklıklar içinde değerlendirildiğinde bile oldukça antipatik bulunduğu ortadadır.

Son çıkışa çağrı

Yaygın olarak birbirinin yerine kullanılsa da “savrulma” ve “dönme” eylemleri etkenlik-edilgenlik bağlamında birbirinden tamamen ayrı anlamlara sahiptirler. TİP’in eylemlerinde çeşitli açılardan kendisini yoğun şekilde hissettiren özellik edilgenlik olarak karşımıza çıkıyor. Siyasal varlığını devam ettirebilme güdüsüyle, taviz vermeksizin dahil olunamayacak boşluklara dolduğunu nasıl görüyorsak, TİP’in uzunca bir süredir gündeminin varlık-yokluk olmadığını ve içine girdiği dünyanın ihmal edilemeyecek bir aktörüne dönüştüğünü de görüyoruz. Bu yazıya konu olma sebebi de budur. Söz konusu hareket tepeden tırnağa dönme eylemine bulaşmış bir topluluktan değil süratle savrulmakta olan bir topluluktan oluşuyor. Bu durumda devrimcilik iddiasına sahip olanlar için görülmesi hiç de zor olmayan tehlikelerin altını çizmek ve devrimci iddialarından vazgeçmemiş olanları duvarları yıkmaya çağırmak görevimiz oluyor. 

İşçi sınıfı siyaseti bazılarının iddia ettiği gibi yerinde saymıyor. Aksine pek çok olanağı barındıran yeni bir döneme giriyor. Düzen cephesindeki onca çabaya rağmen ortaya çıkan kısır meclis yapısı ve bu siyaset atmosferi, toplumda seçimler söz konusu olduğunda vazgeçilmeye zorlanan ideolojik bütünlük beklentisini daha şiddetli hale getirecektir. Görülüyor ki ortaya çıkan kısır meclis yapısı burjuvazinin hesaplarını dahi boşa düşürecek denli önemli bir temsil problemini beraberinde getirmiştir. Ortaya çıkan denklemin dışında kalan bütün kesimlerle geniş bir toplumsal ittifak yaratılabilmesinin koşulları oluşmuştur. 

Türkiye’de kamu kaynaklarının yağmalanması karşısında “devletleştirme” politikasının arkasında duracaklar yalnızca komünistler değildir. Dinsel tahakküm araçları karşısında tarikat ve cemaatlerin dağıtılması gerekliliğini savunanlar da öyle. Laik bir toplumsal sistemin inşa edilmesi için mücadele edecek olan herkes henüz “komünist” olmasalar da bu yolda komünistlerle beraber yürüyecekler. Türkiye dış politikasının emperyal eğilimler taşıdığını görenler Amerikan emperyalizminin saldırganlığına, kirli planlarına da gözlerini kapatmadıkları ölçüde komünistlerle yan yana duracaklar.

Bu koşullar altında sözünü ettiğimiz kuşatmayı yarmak üzere, daha geniş toplumsal kesimlerle komünistlerin güç birliğinde oluşturulacak bir cephenin öncüsü olma iddiasını en gerçek şekilde taşıyan TKP’ye Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı tutumdan yola çıkarak yöneltilen apolitik eleştirileri ise “soldan” eleştiri olarak görmek mümkün görünmüyor. Bunlar “ideolojisi olanlar siyaset dışıdır” tezinin başka bir açıdan yeniden üretilmesidir. Bir dünyada "ideolojik parti" ancak bir “demokratik” unsur, idealist fikirler taşıyan, saygıyı hak eden ancak küçük kalmaya mahkûm parti olarak görülürken başka bir dünyada siyasetsizlik ideolojik olarak steril kalmanın tek yolu olarak benimseniyor. 

Bu ikincilere, çok temel bir doktrinden hareketle TKP’nin ne çocuk ne de hasta olduğunu, dimdik yola devam ettiğini hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu hatırlatma da yeri gelirse başka bir yazının konusu olacak.