Vaka-i Hayriye’den 15 Temmuz’a: Egemenlere yeni bir tarikat gerek!

15 Haziran 1826 tarihe Vaka-i Hayriye (hayırlı olay) olarak geçen Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılış tarihi. Din-devlet-askeri güç ilişkilerinin tarihte ne tür biçimler alabileceğine bir örnek.

Orhan Gökdemir

Rivayete göre Orhan Gazi devşirme çocuklardan kurulu bir ordu kurduğu zaman Hacı (Hace) Bektaş dergahına gelip yeni kuracağı asker ocağı için dua istemiş. Bu, kurucu babaların Bektaşi olduğuna bir işaret sayılır mı, bilinmez. Ancak şurası açık ki Osmanlı’nın kuruluş devrinde her şey gibi dini eğilim de henüz oluşma aşamasındaydı. Hıristiyanlıkla İslam, İslam’la Yahudilik birbirine karışmış, üstüne bolca Şaman inancı-geleneği serpilmişti. İnançlar havuzundan herkes gönlünce içmekteydi.

Osmanlı’yı oluşturan güçler Küçük Asya’ya doğru itilmişlerdi. Moğollardan kaçıyorlar, Hazar havzasının etrafından dolaşarak Anadolu’ya geliyorlardı. Küçük pek çok aşiretten oluşuyordu gelenler. Bu aşiretin askeri gücü aşiretin üyelerinden oluşuyordu, ideolojik önderleri de tarikat şeyhleriydi. Osmanlı Bayramiliğin-Bektaşiliğin kucağında doğmuş bir devlettir.

Kuruluş efsanesinde de bunun izleri var. Kuruluşa Hacı Bektaş’ın öncülük ettiği, Osman Bey’e kılıç kuşandırdığı, Bursa’nın ve İznik’in fethine bizzat katıldığı iddia ediliyor ki, doğru değildir. Bektaş, Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan 30 yıl önce ölmüş, sahneden çekilmişti. Bu efsane, Bektaşilerin devletin kuruluşunda yer aldığının bir emaresi olarak okunabilir. Haliyle Bektaşilik başından beri Osmanlı askeri aygıtın içerisinde çok önemli bir aktördü. 19. yüzyıla doğru giderken en az o askeri güç kadar etkili hale geldi. Yeniçerilerin manevi eğitimi onlara emanetti. Bu yolla devşirmelerden oluşan ocağı tarikata bağlamak çok kolay olmuştu. Yeniçeri Ocağı gerçekte bir Bektaşi-Devşirme topluluğuydu. Ama tarih ilerledikçe Bektaşiler esnaflaşmış, yeniçerilerin çıkarları da buna bağlı olarak esnaflaşmış, tarikatla aynılaşmıştı. Böylece yeniçeri-esnaf birlikleri, Saray’a karşı yeni bir güç odağı haline gelmişti. Sık sık ayaklanıyor, Saray’daki iktidarı da kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiriyordu.

Yeniçeri-Bektaşi avı

II. Mahmut, devletin idarî sistemini Avrupa devletleri gibi merkeziyetçi bir biçime dönüştürmeyi planlıyordu. Bu da Saray’ın karşısındaki güç odaklarının bir şekilde dağıtılmasına bağlıydı. Yeniçeriler ve Bektaşiler hedefindeydi.

Yeniçeri Ocağı, sonradan “Vaka-i Hayriye” diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle, 15 Haziran 1826'da çok sert bir biçimde ortadan kaldırıldı. Direnenler topçu ateşiyle, yakalananlar idam edilerek öldürüldü. Böylece II. Mahmut’a devletin ikinci kurucusu sıfatını kazandıracak büyük dönüşümün önündeki son engel de kaldırılmış oldu.

Ocağı yaklaşık 6 bin yeniçeri askerini öldürerek silebildiler. Ama ocağı kaldırmak ocakla bütünleşmiş olan Bektaşiliğin de ortadan kaldırıldığı anlamına gelmiyordu. İkincisi biraz daha zordu. Böylece Saray’la Bektaşi Tarikatı arasında 30 yıl sürecek bir mücadele süreci başlamış oldu. Sert bir soğuk savaşla birlikte ilerleyen bir süreçti bu. Bektaşilerin inançsız olduklarına yönelik bir sürü fıkra Vaka-i Hayriyye’den sonraki o soğuk savaş döneminde üretildi. Halbuki Bektaşilik de diğer tarikatlar gibi bir tarikattı, müritleri ne onlardan daha az inançlı ne onlardan daha fazla içki içiyorlardı.

Saray Bektaşileri her yerde kovalarken onlardan doğan boşluğu doldurma çabasını da sürdürüyordu. Mevlevilere düştü görev. Fakat Bektaşiler Mevlevi kılığında kovalandıkları mevzilere geri dönüyorlardı. Baktılar olmayacak, Mevlevilikten vazgeçip Nakşibendi tarikatında karar kıldılar.

1826-1923 arasındaki yüzyıl devletin bir resmi tarikat arayışıyla geçti. Cumhuriyet’in ön günlerinde devlet açısından Nakşibendiliğin resmi tarikata dönüştüğü, diğer tarikatların biraz gözden düştüğü bir yeni denklem oluşmuştu.

Sünniliğe kaçış

Osmanlı iktidarının ve egemen sınıfının, Bektaşi Alevi geleneğinden tamamen kopup Sünniliğe geçişinin de tarihidir bu. Osmanlı, kendi topraklarındaki Türkmen-Kızılbaş nüfusun bu İran Şii devletine meyledeceği yönünde derin bir kuşku besliyordu. Bu kuşku sebebiyle Kızılbaşlara çok büyük eziyetler yaptılar, bir yandan da Bektaşiliği kullanarak Kızılbaşlığı kontrol etmek istediler, Kızılbaşlara karşı Bektaşiliği tahkim ettiler. Olmayınca Sünnilikte karar kıldılar, bunun Saray üzerindeki Alevi-Kızılbaş basıncını engelleyeceğine inanıyorlardı.

Ama Saray’ın bu dönüşümü aynı zamanda başka bir gelişmenin de habercisiydi. Hem Mevlevilik hem Bektaşilik saraya muhalefet eden güçler arasında yaygınlaşmaya başlamıştı. Jön-Türklerin çoğu bu tarikattandı. Yeni çıkma Masonluk da pak çok açıdan Bektaşiliğe benziyordu. Bir şekilde kendi güçlerini birleştirerek, ritüellerini tuhaf bir şekilde birbirlerine benzeterek ortak bir çizgi tutturdular.

1923’e doğru giderken bürokrasinin, aydın tabakanın içerisinde Mevlevilik ve Bektaşilik çok makbul, yaygın iki tarikat haline gelmişti. Mustafa Kemal’in Mevlevilikle bağı vardı, Nâzım Hikmet’in ilk şiirleri Mevlevilik üzerineydi.

Diğer inançlılar

1820-1920 arasındaki yüzyıl, Osmanlı üst egemen sınıfını büyük ölçüde gayrimüslimlerin oluşturduğu bir yüzyıldı. Osmanlı Yahudileri dışındaydı, onlar 1826’da gerçekleşen Vaka-i Hayriye’de Yeniçerilerle birlikte düşmüştü. Zenginlikle birlikte yoksulluk da artıyordu. Bu yüzyıl boyunca Osmanlı kırsalındaki fukara gayrimüslimler göçüp gitti, şehirlere bir gayrimüslim akını oldu. Ayrıcalıklı pasaportlarla geldiler, Batı’nın şemsiyesi altında korunaklı ticaret yaptılar. Türkler ve Yahudiler ise onların ayrıcalıklıkları sebebiyle ezildiklerine inandı. En çok da en yakınlarında olan Ermenilere diş bilediler. 20. yüzyıla devredilen Osmanlı mirası budur. Osmanlının kuruluşunda bir müslim-gayrimüslim anlaşması, çöküşünde ise bir müslim-gayrimüslim kutuplaşması, çatışması vardır.

Bu yüzyıl Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi sürecidir aynı zamanda. Doğdu, Tanzimat’la ete kemiğe büründü. Abdülmecit iktidardaydı, Mehmet Ali Paşa kuvvetleri Osmanlıyı ezip geçmişti. Osmanlı, Mehmet Ali korkusundan İngilizlere teslim olmaya hazırdı. İngilizler Mehmet Ali’yi yok etsin diye kendilerini ağır yaralayacak anlaşmaları gözü kapalı imzaladılar. Mehmet Ali’nin yeniden inşa ettiği Mısır o sayede yıkıldı, Osmanlı yoluna ağır yaralı devam etti.

Yalnız Gülhane Hattı Hümayunu birtakım reformlar getiriyordu ve bunlar Hıristiyanların lehineydi. Hıristiyanlar Anadolu’daki tarım arazileri ile o reformların ardından ilgilenmeye başladı. Onlar toprağı işliyordu ama Türkler uzun askerlikteydi. Askerlikten sağ salim dönebilecek kadar şanslı olanlar topraklarını tanınmayacak halde buluyordu. Anadolu’nun her köşesinde yoksul ve biçare Türklerin varlıkları Hıristiyanların eline geçiyor, yoksulun varsıla duyduğu öfke Müslüman’ın Hristiyan’a öfkesi biçimine bürünüyordu. İslamcılığın kökenlerini işte bu tarihte bulabiliyoruz.

Tarikatla yönetmeye dönüş

1940’lı yıllar dini devletin içerisine yeniden alma niyetinin belirginleştiği bir dönemdi. Nakşibendilik Cumhuriyet’in bütün baskısına rağmen ayakta kalmayı başarmıştı. Onun içerisinde de iki kanal vardı; ilkini Said-i Nursi, ikincisini Necip Fazıl tutuyordu. İkisi de Nakşibendilikten geliyordu. Bu iki kanaldan Cumhuriyet’in kopardığı tarikat-devlet bağı yeniden kuruldu. Bunda sermaye sınıfının komünizm korkusunun büyük etkisi vardı. İslamcılığı bir çare olarak gördüler ve tarikatlara yolu açtılar. 12 Eylül’le birlikte din yeniden kamu yaşamına vazgeçilmez bir şekilde sokuldu. Orduyu tıpkı 19. yüzyılın başında olduğu gibi Nakşibendi-Nurcu tarikatlara açtılar, her yeri tutmalarına izin verdiler. Onlar da buna dayanarak iktidara el koymaya kalkıştı. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında işte bu restore edilmiş devlet yapısının etkisi var; Bir tür Yeniçeri ayaklanmasıdır.

Sonrası da 1826’daki hayırlı olaya çok benziyor. Kovaladıkları Nurcuların boşluğunu Nakşibendilerle doldurdular. Bir tarikat gitti, başka bir tarikat geldi. Çünkü tarikatsız yönetemiyorlar. Vaka-i Hayriye’den 15 Temmuz şeyine değişmeyen bir ihtiyaç bu: Her krizde egemenlere yeni bir tarikat gerek!