Tarih ve Gelecek: Sovyetler Türkiye'den toprak talep etti mi?

Tarih ve Gelecek'te bu hafta Türkiye'nin NATO kampıyla bütünleşmesine gerekçe olarak gösterilen 'Sovyetler'in toprak talep etmesi' söylencesi ele alınıyor.

Haber Merkezi

Tarih ve Gelecek'te bu hafta Türkiye'nin Batı kampıyla bütünleşmesine gerekçe olarak gösterilen "Sovyetler'in toprak talep etmesi" söylencesi ele alınıyor. Bunun gerçek bir neden mi, yoksa bir bahane olarak abartılmış bir mit mi olduğunun konuşulduğu programda Barış Zeren'in sorularını Çağdaş Sümer yanıtladı.

Programda öne çıkan başlıklar şöyle:

Çağdaş Sümer: 1945'tte Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan kriz ve Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'nda izlediği politika tartışılırken, Şükrü Saraçoğlu ya da Numan Menemencioğlu gibi Türkiye’de o dönem dış politikaya yön veren isimlerin yaptığı resmî açıklamalar ya da bazı başka diplomatlarla olan kayıt altına alınmış görüşmeleri, aslında Türkiye’nin ne kadar tarafsız bir politika izlediğini kanıtlamak için kullanılıyor. Bu biraz şaşırtıcı. Şuna benziyor aslında: Bundan otuz kırk yıl sonra, bir tarihçi Türkiye, Suriye krizi sırasında Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden politikalar izlediğinde birilerinin çıkıp, ‘‘Olur mu, Türkiye’nin başbakanının, dışişleri bakanının, açıklamaları var, biz Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız diye’’ diyerek buna itiraz etmesi gibi. Biz eğer tarihi sadece birtakım siyasetçilerin, devlet adamlarının resmî açıklamaları üzerinden okuyacaksak, o zaman 19. yüzyıldaki Rankeci tarih anlayışından kurtulamamışız ve tarihçiliğin son yüzyılda Marksizmin de etkisiyle yaşadığı büyük atılımı, devrimi pek de önemsemiyoruz demektir. Tarih böyle yazılmaz, biz bir tarihsel süreci sadece o dönemin aktörlerinin açıklamaları üzerinden okuyamayız. Daha bütünlüklü bakmamız gerekiyor.

‘Panik halinin nedeni tampon devlet statüsünün tehlikeye girmesi’

Barış Zeren: Uluslararası bağlam bir şekilde göz ardı ediliyor. Bu aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923’lerden itibaren izlediği dış politikayı da kapsayacak şekilde düşünülebilir, Türkiye’nin kendi başına hareket eden bir tür adacık gibi olduğu düşünülüyor. Halbuki dış dünyadaki gelişmelere son derece bağlı bir ülke. Tartışmada çoğunlukla gözden kaçırılıyor bu nokta. Halbuki çok etkili, hele de 20. yüzyıl gibi bir dönemde. Yalta ve Potsdam gibi ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasındaki savaşı bitiren görüşmeler süreci, bu tarafsızlık adını verdiğimiz politikaların Türkiye’yi ne kadar yalnızlaştırdığını gösteriyor. Bu bir eleştiri değil bağlamı çizebilmek için bunu saptamamız gerekiyor. Özellikle savaşı yapan liderlerin, Churchill, Roosevelt ve Stalin’in katıldığı Yalta’da, Churchill biraz daha suskun kalsa da Roosevelt ve Churchill Türkiye’ye karşı son derece dışlayıcıdır. Yalta ile Potsdam arasında Türkiye yalnız bir ülkedir, çünkü yeni kurulacak dünyada nerede duracağı belli değil. İki taraf da sahiplenmiyor. Bunun nedeni, tarafsızlık söylencesi diyoruz ama Türkiye’nin sicilinin son derece bozulmuş olması.

Çağdaş Sümer: Türkiye’nin bu dönemki panik hali İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru giderek artıyor ama bu durum 1934’ten beri var. Dünya değişiyor ve ben bu değişen dünyada nerede yer alacağım sorusu karşısında Türkiye çok tedirgin. Bunun sebepleri var ama ufak bir ek yapmak gerekiyor. Bütün bu tartışmanın odağında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebi yok. Bunu artık herkes biliyor. Sovyetler Birliği’nin savaş sonrasında durup dururken Türkiye’den resmi olarak toprak talebinde bulunmadığı, Türkiye’nin tam da konuştuğumuz yalnızlık duygusu nedeniyle Sovyetler Birliği’nin kapısını çalıp, bir ittifak antlaşması önerdiğinde, Sovyetler Birliği’nin, ‘‘iyi o zaman bazı konular var onları da görüşelim madem’’ dediği çok açık. Buradaki Sovyetler Birliği’nin temel kaygısı da gelmesi muhtemel, beklediği yeni savaşta güney kanadını, Boğazları garantiye alacak, Montrö’yü aşan bir anlaşma yapmak. Bütün mesele Boğazlar aslında.

‘Stalin’in hatası diyenler tarihsel bağlamı gözden kaçırıyor’

Panik haline dönecek olursak, Türkiye’nin 1923 sonrasında tarafsız bir dış politika izleyebilmiş olması, aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ile Sovyetler Birliği arasında bir tampon devlet olması ile ilgili. Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir ülke olarak yaşayacağı anlaşıldığında İngiltere bir karar verdi vee İran, Türkiye Polonya gibi ülkelerin Sovyetler Birliği ile Batı arasında birer tampon bölge olarak yaşamasını kabullendi. Ama 1930’ların ortalarına gelindiğinde artık açık bir şekilde görüldü ki yeni dünyada tampon devletlere yer yok ve bu ülkeler yeniden politikalarını gözden geçirmek zorunda hissettiler kendilerini. Özellikle Mussolini’nin 1934’te yaptığı ve Asya ve Afrika’yı İtalya’nın yayılma alanı olarak ilan ettiği Mare Nostrum (Bizim Deniz) konuşmasından sonra Türkiye artık tampon devlet statüsünün ortadan kalkmakta olduğunu hissediyor ve yeni dünyada kendisine yer edinmeye çalışıyor. En sonunda 1950’lerin başında Soğuk Savaş’ın kanat ülkesi olarak yerini buluyor. Bütün hikâye bundan ibaret.

Barış Zeren: Stalin’in taleplerine ilişkin bir nokta daha var ilginç. Stalin’in hatası meselesi. Aslında bu da oradaki bağlamı çok anlamamakla ilgili. Molotov bunu anılarında bir hata olarak nitelendiriyor. Tamam. Fakat bunu da tarihsel bağlam içinde değerlendirmek gerekiyor. Önemli olan nokta şu: Potsdam görüşmelerinde tartışılan nokta dünyanın nasıl bölüneceği ve en önemli mesele Sovyetler Birliği’nin etki alanının savaşta kazandığı yerlerin dışına çıkmaması. Bu Sovyetler Birliği tarafından da bir dış politika, bir tür denge politikası olarak benimseniyor. Zaten atom bombası atılmış Hiroşima’ya Potsdam sırasında. Stalin de bunu kabullenmiş durumda. Bırakalım Türkiye’ye saldırı düzenlemeyi daha savunmacı, Potsdam’daki denge konseptine daha uygun bir politika güttüğünü görüyoruz. Bu da çokça gözden kaçırılıyor. Aslında Stalin’in hatası denilen şey, Türkiye’ye yönelik tehdidi denilen şey sinir harbinden ibaret. Sovyetler Birliği bir sınır çizmek istiyor Türkiye ile ilişkilerinde.

‘İktidar bloğu antikomünizm üzerinden tahkim edildi’

Çağdaş Sümer: Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tam da yeni bir savaş beklentisiyle yaptığı şey, etrafında sınırlarında bir güvenlik ağı örmek. Özellikle Finlandiya’dan başlayarak Türkiye’ye kadar olan ülkelerde kendisine düşman olmayan rejimler görmek istiyor. 1941’den sonra açık bir şekilde kendisine düşmanlık gösterdiğini bildiği kadronun eğer iktidarda kalırsa başına iş açacağını düşünüyor. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin iki temel politikası var. Birincisi Boğazların bir daha düşman devlet tarafından kullanılmasını engellemek; ikincisi, genel stratejisi çerçevesinde düşman gördüğü bir kadronun Türkiye’de çok da uzun süre iktidarda kalmamasını sağlamak. Genelde gözden kaçırılıyor. Bu süreç aynı zamanda Türkiye’de çok partili hayata geçiş süreci ve burada savaş sırasında, Tefvik Rüştü Aras ya da Serteller başta olmak üzere Sovyetlerle ve Müttefiklerle dostluğu savunan kadroların, Bayar-Menderes çizgisi ile birlikte hareket etmesi söz konusu. Burası SSCB’nin daha tercih edeceği bir çizgiydi 1945’te ve Türkiye’deki mevcut rejimi de zorlamaya çalışmış olmaları muhtemel. Zaten Türkiye’nin Sovyet tehdidini giderek daha yüksek sesle dile getirip doğrudan bir hükümet projesi olan Tan Baskını ile süslemesi, bir yandan ABD'ye yönelik ‘‘biz kanat ülke olmaya hazırız’ mesajıydı, ama diğer yandan Bayar-Menderes çizgisine  de Sovyetler Birliği ile dostluğu savunanlardan ayrılın kendinize gelin denmiş oldu. Ki bu mesajın alındığını ve Demokrat Parti'yi kuracak kadroların hızla solcu aydınlarla aralarına mesafe koyduklarını biliyoruz.  Böylece Türkiye’de iktidar bloğu anti-komünizm üzerinden tahkim edilmiş oldu.

Programın tamamını izlemek için tıklayınız:

Tarih ve Gelecek: Sovyetler Türkiye'den toprak talep etti mi?