Bukalemun tarafsızlığı: Bir dış politika masalı

Türkiye, uzun yıllar dış politikasının temelini oluşturan Sovyet dostluğunu savaş sırasında bir kenara bırakmış, yalnızlaşma pahasına gözlerini bir Alman zaferinin sağlayacağı olanaklara dikmişti.

Çağdaş Sümer

1945 yılının Haziran ayında Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’in Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov ile yaptığı görüşme, uzun yıllar boyunca Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Bloğuna girme çabalarının gerekçesi olarak gösterildi. Buna göre savaştan zaferle çıkan Sovyetler Birliği, söz konusu görüşmede Türkiye’den hem toprak hem de Boğazlarda üs talep etmiş, Sarper ise arkasında herhangi bir Büyük Güç desteği olmamasına rağmen bu taleplere boyun eğmemişti. Ardındansa artan Sovyet tehdidi karşısında Türkiye ‘‘hür dünya’’ ile ittifak yapmak zorunda kalmıştı.

Savaş sonrasının yalnızlığı

Bugün, resmî tarihyazımını sorgulayan yetkin çalışmalar sayesinde Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’den resmi olarak toprak talep etmediğini biliyoruz. Molotov’un Sarper ile yaptığı görüşmede dile getirdiği 1921 anlaşmasıyla belirlenen sınırlarda tamirat yapılması fikri, SSCB’nin ileri sürdüğü bir talep değil, Türkiye’nin SSCB ile bir ittifak antlaşması yapma talebi karşısında dile getirdiği bir teklifti. Molotov, iki ülke arasında 1935'te 10 yıllığına uzatılan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’na rağmen İkinci Dünya Savaşı boyunca düşmanlıktan başka bir şey görmediği Türkiye’nin dengeler bütünüyle değiştiğinde gündeme getirdiği ittifak antlaşmasının imzalanabilmesi için sınırlarda tamirat yapılmasını koşul olarak ileri sürmüştü. Üstelik Sarper’in görüşmelerin ardından Ankara’ya ilettiği raporda da belirttiği gibi bu öneri, Molotov tarafından Türkiye’yi yeni bir savaş sırasında Boğazları birlikte savunmaya ikna etmek için dile getirilmişti. Sarper, Sovyetlerin önerisinde ısrar etmeyeceğine inanıyordu. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman savaş gemileri için yol geçen hanına dönüşen Boğazların yeni bir savaş halinde savunulmasına ortak olmak ve Karadeniz’in kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılmasını sağlamak istiyordu.

Peki Türkiye 1945 yılında, Sovyetler Birliği’nin savaş sırasında gerçekleşen köklü değişiklikler, yani Türkiye’nin Sovyetlere karşı düşmanca tutumu nedeniyle yenilenmeyeceğini ilan ettiği dostluk ve tarafsızlık anlaşması yerine, karşılıklı olarak sınırların bir dış tehdit halinde müştereken korunmasını öngören bir ittifak antlaşmasını neden gündeme getirmiş ve Sovyetler neden işi yokuşa sürmüştü? Bu sorunun cevabı Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği, resmi tarihe etkin tarafsızlık olarak geçen, ama Niyazi Berkes’in deyişiyle bir bukalemun tarafsızlığından ibaret olan, günü kurtarmaya yönelik, ilkesiz, zikzaklarla dolu dış politikada yatıyordu. Türkiye önce Milli Mücadelenin zafere ulaşmasında, ardından ülkenin 1930’larda dünyayı kasıp kavuran iktisadi bunalım yıllarını devletçi bir sanayileşme planıyla atlatmasında büyük rol oynayan kuzey komşusunu İkinci Dünya Savaşı’nda sadece yalnız bırakmakla kalmamış, bilakis Nazilerin Sovyet halkını imha etmeye yönelik topyekun savaşını büyük bir heyecanla karşılamıştı. Türkiye ayrıca Sovyetleri tedirgin etme pahasına 1939 yılında İngiltere ve Fransa ile yaptığı ittifak antlaşmasının da yükümlülüklerini yerine getirmemiş, savaş sona erdiğinde hiç kimsenin güvenmediği, mihver devletlerine son dakikada uluslararası baskı altında savaş ilan etmek mecburiyetinde kalan bir devlet konumuna düşmüştü. Artık Batılı müttefiklerinin yüz vermediği ve düşmanca politikalarıyla en önemli dostunu kaybeden Türkiye, kendisini güvende hissetmek için Nazilerle birlikte mirasını paylaşma planı yaptığı Sovyetler Birliği’ne ittifak önermek zorunda kalmıştı.

Türkiye ve Sovyetler: Ayrılan yollar

Aslında Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bozulması savaş öncesine, Türkiye’nin boğazlar rejiminin gözden geçirilmesini talep ettiği 1930’lu yılların ortalarına dayanıyordu. 1932’de dönemin başbakanı İsmet İnönü, yeni kalkınma hamlesinin finansmanına destek sağlamak için Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmiş, 1 Mayıs kutlamalarını Sovyet liderleri ile birlikte Kızıl Meydan’da izlemişti. Ertesi yıl Cumhuriyet’in ilanının 10. yıldönümü kutlamaları için iade-i ziyarette bulunan Sovyet heyetinin çektiği ‘‘Ankara: Türkiye’nin Kalbi’’ belgeselinde İnönü, kameraların karşısında, ‘‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetlerle dostluğu, en çetin zamanlarda başlamış, en çetin imtihanları geçirmiş, bugün için ve ati [gelecek] için iki milletin kalbine yerleşmiş, etraflı bir politikadır. […] Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın dostlarımız!’’ diyordu. Fakat bu dostluk havası çok uzun sürmedi ve Türkiye Mussolini’nin 1934 tarihli, Asya ve Afrika’yı İtalya’nın yayılma sahası ilan ettiği ünlü Bizim Akdeniz (Mare Nostrum) konuşmasının ardından hızla İngiltere’yle ittifak kurma politikasına yöneldi.

Sovyet filmi "Ankara: Türkiye’nin Kalbi"nden İsmet İnönü'nün konuşmasını içeren kesit

Sovyetler Birliği’nin de desteğiyle 1936 yılında Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını büyük ölçüde kısıtlayan Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini Batılı devletlere kabul ettiren Türkiye, yeni Boğazlar rejiminin görüşüldüğü Montrö Konferansı’nda, Sovyetler Birliğini şaşırtacak şekilde İngiltere'yle birlikte hareket etti. 1920 yılında Moskova’ya gönderdiği heyete verdiği talimatta Çanakkale Boğazını Ruslarla birlikte savunmayı öneren ve ‘‘Boğazın savunma ve denetimini tüm Karadeniz devletlerinin sorunu olarak kabul ettirmenin çok daha uygun ve iyi bir çözüm yolu’’ olduğunu dile getiren Türkiye, 1936’da Sovyetlerin güvenlik kaygılarını göz ardı eden bir çözüme imza attı. Sözleşmenin imzalanmasının ardından Sovyetlerin gündeme getirdiği yeni bir ittifak antlaşması İngiltere’nin müdahaleleri sonucunda akamete uğrarken, SSCB görüşmelerin İngiltere'nin telkini nedeniyle sonuçsuz kaldığını ve Türkiye’nin anlaşılan bir devletin onayını beklediğini, onu almadıkça bir şey diyemediğini ileri sürüyordu. Bozulan ilişkilere 1937 yılında Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın Moskova ziyareti de çare olmadı. Artık iki ülkenin yolları ayrılmıştı. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde SSCB ile birlikte hareket etmek yerine tıpkı Montrö’de olduğu gibi Londra ve Moskova arasındaki anlaşmazlıklardan faydalanmaya ve İngiltere-Fransa bloğuna yaklaşmaya çalışıyordu. 1939 Eylülü’nün sonlarında Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’nun Moskova’ya gerçekleştirdiği ziyareti, 28 yıl boyunca Sovyet Dışişleri Bakanlığı görevini yürütecek olan Gromiko, Hazal Yalın'ın çevirisiyle şöyle anlatacaktı:

‘’25 Eylül 1939’da Türkiye Dışişleri Bakanı Saraçoğlu, SSCB’ye Boğazlar ve Balkan bölgesine münhasıran karşılıklı yardım paktı imza etmek önerisiyle Moskova’ya geldi. Sovyet hükümeti, görüşmeler yapmayı kabul etti. Ancak çok geçmeden, Türk hükümetinin karşılıklı yardım paktı için görüşmeler yaparken eş zamanlı olarak Britanya ve Fransa ile de görüştüğü ortaya çıktı. Bu, şu anlama geliyordu: Eğer Sovyetler Birliği, bu sırada Türkiye ile onun önerdiği paktı imza etseydi, kendini İtalya ve Almanya ile savaşa çekilmiş olarak bulabilirdi, oysa Britanya ve Fransa’dan, Sovyetler Birliği’ne yardım için hiçbir yükümlülükte bulunmamıştı ve dahası onlar tarafından Sovyet ülkesiyle ilişkilerinde son derece düşmanlık mevcuttu. Bu suretle, Saraçoğlu’nun önerisi, SSCB’yi, Britanya-Fransa blokuyla eşit haklarda olmayan bir askeri ittifaka çekme, Sovyet-Alman anlaşmasını bozma ve SSCB ile İtalya ve Almanya arasında silahlı çatışmayı provoke etme girişimini temsil ediyordu. Elbette ki Sovyet hükümetinin bu şartlarda bir pakt imzalaması mümkün değildi. Bu nedenle Türkiye’ye, 1925 tarafsızlık anlaşmasının teyit edilmesini önerdi. Saraçoğlu, bu öneriyi geri çevirdi. Daha sonraki gelişmeler de, Türk hükümetinin bu sırada SSCB ile ilişkileri iyileştirmeyi değil, hükümetleri Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanca bir siyaset güden Britanya ve Fransa ile yakınlaşma hedefi güttüğünü gösterdi.’’

Kahkahalarla karşılanan savaş

Saraçoğlu’nun Moskova ziyareti öncesinde imzalanan ve daha Saraçoğlu Ankara’ya varmadan ilan edilen Üçlü İttifak ile Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki bukalemun tarafsızlığı da başlamış oldu. Nazi ordularının yıldırım savaşlarıyla müttefikleri bozguna uğrattığı ve Avrupa’nın büyük bir bölümü üzerinde hâkimiyet kurduğu savaşın ilk yıllarında Türkiye, bir yandan Üçlü İttifak’ta taahhüt ettiği savaşa girme sözünü Fransa’nın savaş dışı kalmış olması gerekçesiyle yerine getirmezken, diğer yandan İngiltere ve Fransa’nın Sovyet karşıtı planlarına angaje olmakta beis görmemişti.

Sovyetler Birliği savaş süresince hem Türkiye hem de İngiltere’deki istihbarat ağı vasıtasıyla Türkiye’nin izlediği politikayı ve diplomatik yazışmalarını yakından izlemiş, ayrıca Kızılordu’nun Berlin’e girmesinin ardından Türkiye ile ilgili belgelerin de bulunduğu Nazi istihbarat kayıtlarına da el koymuştu. Dolayısıyla 1945 yılında Türkiye ittifak önerisiyle kapısını çaldığında muhatabının savaş sicili konusunda açık bir fikre sahipti. Sovyetler Birliği’nin elde ettiği bilgiler arasında, İngiltere ve Fransa’nın Türk hava sahasını kullanarak, SSCB ile Almanya arasındaki petrol ticaretini durdurmak için 1941 öncesinde Sovyetler Birliği’ne ait Bakü’deki petrol sahalarını bombalamaya yönelik planı ve Türkiye’nin buna verdiği onay da yer alıyordu. Yine aynı yıllarda, Stalin’e de sunulan Sovyet Genel Kurmay raporunda Türkiye’nin mihver devletleriyle birlikte hareket etme ihtimalinden söz ediliyordu.

Bu ihtimal Alman savaş makinesinin yeni bir yıldırım savaşı için Sovyet topraklarına yöneldiği Barbarossa Harekâtı ile daha da kuvvetlendi. Türkiye’yi yöneten sivil ve askeri bürokrat kadrolarla, kamuoyuna yön veren gazeteci ve yazarların Sovyet karşıtı tutumu, Almanların Sovyetler Birliği içinde ilerledikleri 1941-1943 döneminde giderek belirginleşti.

Erdal İnönü’nün anılarında anlattığına göre, İnönü Almanların Sovyetlere saldırma haberini Yalova’daki Cumhurbaşkalığı Köşkü’nde almıştı. İnönü’nün oğulları Erdal ve Ömer, haberi getiren yaverle birlikte babalarının uyuduğu yatak odasına girmiş ve İsmet İnönü’yü uyandırarak haberi vermişlerdi. Yatağında doğrulan Cumhurbaşkanı birden kahkahalarla gülmeye başlamış, kahkahaların süresi ve şiddeti gittikçe artmıştı. Bu sevinç duygusunun başkent Ankara’yı da yaygın bir şekilde kapladığı, Ankara’daki diplomatların kendi başkentlerine gönderdikleri raporlarda da belirtilmişti. Alman Büyükelçisi von Papen’in Berlin’e bildirdiğine göre, tarafsız devletlerin temsilcilerinin ve Türk politikacılarının kutlama girişimleri yüzünden Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’nun telefonları kilitlenmişti.

‘Rusların en az yarısını öldürmek gerek’

Bu ruh hali içindeki Türk diplomasisinin yaptığı ilk iş, müttefiki İngilizleri Sovyetleri yalnız bırakmaya ikna etmeye çalışmak oldu. Sovyetler Birliği’ne Alman saldırısının başladığı 22 Haziran 1941 günü, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu, İngiltere Elçiliği'nden bir yetkiliyle görüştü ve ‘‘Britanya hükümetinin kendisini SSCB’nin müttefiki olarak ilan etmemesi gerektiğini, zira bundan hiçbir menfaati olmayacağını bildirdi. Sovyetler Birliği’ne hiçbir doğrudan yardımda bulunulmaması için de ısrar etti.’’ İngiltere Elçisi'nin aynı gün merkeze geçtiği görüşmeyi Sovyet Elçiliği de aynı gün öğrendi ve Moskova’ya bildirdi.

SSCB’ye saldırmasından dört gün önce Almanya ile Dostluk Antlaşması imzalayan Türkiye, Sovyetlerin Stalingrad zaferine kadar bu anlaşmanın hakkını verdi. 1941-43 yılları arasında Ankara’da üst düzey siyasetçi ve bürokratların hatırı sayılır bir kesimi, savaşı Almanya’nın kazanacağına ve SSCB’nin yıkılacağına inanıyordu.

1941 yılında Almanya ile Dostluk Antlaşması açıklanırken

Öyle ki artık Başbakanlık koltuğuna oturan Şükrü Saraçoğlu Rusya’da yaşayan Rusların en azından yarısının öldürülmesini istiyordu. Alman Büyükelçisi von Papen, 1942 yılında Başbakan Saraçoğlu ile yaptığı görüşmeyi şöyle aktarıyordu: ‘

‘Başbakan bana bir Türk olarak ve Başbakan olarak cevap vermek istediğini söyledi. Bir Türk olarak Rusya’nın yok edilmesini gönülden arzu ediyor. Rusya’nın yok edilmesi, Führer'in, benzeri ancak yüz yılda bir meydana gelen başarısıdır; keza bu, Türk halkının da ezeli rüyasıdır. Rus meselesi Almanya tarafından, ancak Rusya’da yaşayan bütün Rusların en azından yarısı öldürülürse, milli azınlıkların yaşadığı Ruslaştırılmış bölgeler Rus nüfuzundan ebediyen çıkarılır ve bu bölgeler kendi ayakları üzerine dikilirse, mihver devletleriyle gönüllü işbirliğine çekilirler ve Slavlığın düşmanı olarak eğitilirlerse çözülebilir. Rus insan potansiyelinin önemli kısmının yok edilmesi hususunda müttefikler doğru yolda gidiyorlar. Milli azınlıkların yerleştirildiği bölgelerin gelecekteki durumuyla ilgili hücrelerin ne karar verdiği bilinmiyor. Yalnız bu bölgelerin nüfusunun ezici çoğunluğu Türki halklardan oluşuyor ve Türkiye bu sebepten bu meselenin çözümüne meşru bir ilgi gösteriyor.’’

Saraçoğlu’nun milli azınlıklar dediği Sovyetler Birliği’nin Türki halkları, savaş yıllarında Alman-Türk yakınlaşmasının önemli başlıklarından biri oldu. Hükümet resmî olarak bu konuyla ilgilenmese de bir kısmı Sovyet topraklarından gelip Türkiye’ye yerleşen, bir kısmıysa Türkiyeli olan Türkçüler, Almanya’nın Sovyetlere yönelik işgal çabalarıyla fiili olarak ilgileniyorlardı. von Papen’in Berlin’e gönderdiği raporlarda bu kişilerin arasında Hüseyin Hüsnü Erkilet gibi askerlerin ve Zeki Velidi Togan gibi profesörlerin de bulunduğu yazılıyordu. Alman Büyükelçiliği’nin teşvikiyle yürütülen çalışmalarda, Sovyetlere karşı savaştırılmak istenen Türk kökenli savaş esirlerinin bulunduğu kamplara gönüllü gönderilenler oldu. Türk hükümeti bunları resmen bilmiyormuş gibi yapsa da, yurtdışına çıkışlarını önlemediği gibi, bazılarınınkini de kolaylaştırdı.

İşgal altındaki Sovyet topraklarına yapılan ziyaretler

Türkiye’nin Doğu Cephesi'nde devam eden savaşa ilgisi Türk esirleriyle sınırlı kalmadı. 1941 ve 1943 yıllarında iki Türk askerî heyeti, Almanların daveti üzerine cephede incelemelerde bulunmak üzere işgal altındaki Sovyet topraklarına gönderildi. General Ali Fuat Erden ve Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet’in yer aldığı ilk heyetin gezi bölgesi, Sovyetler Birliği’nin güneyindeki, Kırım’ın da dahil olduğu Türk ve Tatar topluluklarının yaşadığı bölgelerdi. Heyet Almanlar tarafından esir alınan Kızılorduya mensup Kırım Tatarlarının bulunduğu esir kamplarını da ziyaret etmişti. Her iki general de Kırım’ın ve Türklerin ve Tatarların yaşadığı yeni ele geçirilecek bölgelerin geleceğiyle de ilgileniyorlardı. Emekli General Erkilet, ziyarette kendilerine eşlik eden Büyükelçi von Hentig’e Berlin’de Kırım Türk-Tatar Millî Merkezi’nin çekirdek kadrosunu teşekkül ettirmek istediklerini, bu merkez aracılığıyla Kırım’ın geleceği için Almanlarla işbirliği yapmayı düşündüklerini söyledi ve görevlendirilecek şahısların Almanya’ya girişleri, Berlin’deki faaliyetleri ve Kırım’a gönderilmeleri için yardımcı olmasını ve aracılık yapmasını rica etti.

Türkiye’nin işgal altındaki Sovyet topraklarına askeri düzeydeki ikinci ziyareti ise 1943 yılında bizzat Hitler’in daveti üzerine gerçekleşti. General Cahit Toydemir başkanlığındaki heyet önce Berlin’i ziyaret etti, daha sonraysa yaklaşan Kursk Muharebesi'ne yönelik hazırlıkları incelemek üzere Doğu Cephesine hareket etti. Her ne kadar Hitler ‘‘Türklere güvenebiliriz. Panzer tümenlerimizin Harkov’daki gösterisi, onların üzerinde büyük bir etki yarattı’’ dese de Toydemir, Kızılordu’nun büyük bir zafer kazanacağı Kursk tank muharebesi öncesinde silah altına alınan Almanların yaşlarının 14-15’e kadar indiğini görmüş ve Ankara’ya dönüşünde Almanların savaşı kaybedeceği ve bu işten uzak durulması gerektiğine dair rapor vermişti. Belli ki, Türkiye’nin Stalingrad’ın düşmesi halinde Almanların yanından savaşa girme beklentisiyle Sovyet sınırına asker yığdığı günlerin üstünden çok sular akmıştı.

Kursk Muharebesi öncesinde Hitler'in daveti ile Almanya'ya giden Orgeneral Cemil Cahit Toydemir Alman ordusunu inceliyor

Türkiye’nin Almanya’nın savaş çabalarına verdiği desteğin başka boyutları da vardı. Savaş boyunca Montrö Sözleşmesi'ne göre yasak olmasına rağmen Almanlara ait savaş gemilerinin sivil gemi süsü verilerek Boğazlar’dan Karadeniz’e geçirilmesine göz yumulması bunların başında geliyordu. Almanlar, yardımcı savaş gemileri ile bazı küçük savaş gemilerini üzerlerindeki silahları söküp ambarlara koyarak ticaret gemisi adı altında Boğazlardan geçiriyorlardı. Alman yanlısı olarak bilinen Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu İngiltere’nin itirazlarını, daha sonra istifasına neden olacak şekilde, bu geçişlerin Montrö’ye göre engellenemeyeceğini ileri sürerek yanıtlıyordu.

Türkiye ile müttefik devletler arasındaki bir başka gerilim kaynağı ise Türkiye’de Almanya’ya yapılan krom satışıydı. Bir yıl önce Almanya ile yapılan ticaret antlaşmasının dışında bırakılan ve savaş sanayisi için kritik önemde olan krom, 1941’deki Alman saldırısının ardından anlaşmaya dahil edilmiş ve Almanya’ya müttefiklerin baskısıyla sevkiyatın durdurulmak zorunda kalacağı 1944 yılına kadar vagon vagon krom cevheri gönderilmişti.

Nazilerin Sovyetler karşısında yenileceğinin anlaşıldığı 1944 sonrasında Türk dış politikası bir kez daha dümen kırarak bu kez İngiltere ve ABD’ye yakınlaşmaya yöneldi. İçerde Almanlarla flört edilen dönemde siyasi faaliyetlerine göz yumulan ırkçı-turancı gruplar takibata uğrarken, dışarda da bu kez Berlin’e doğru ilerleyen Sovyetler Birliği’ne karşı bir İngiltere-ABD-Alman ittifakının savunuculuğu üstlenildi. Türkiye, uzun yıllar dış politikasının temelini oluşturan Sovyet dostluğunu İkinci Dünya Savaşı’nda bir kenara bırakmış, uluslararası alanda yalnızlaşma pahasına gözlerini bir Alman zaferinin kendisine sağlayacağı olanaklara dikmişti. Avrupa’yı Nazi işgalinden ve faşizmden kurtararak savaştan büyük bir prestijle çıkan Sovyetler Birliği’ne karşı bundan sonra izlenecek stratejiyse en az savaş sırasındaki kadar büyük bir ilkesizlikle malul olacaktı. Türkiye önce ABD ve İngiltere’den beklediği yakınlığı göremeyince ittifak için Sovyetler’in kapısını çalacak, savaş sırasında izlediği düşmanca siyaset hatırlatıldığındaysa, Soğuk Savaş’ın cephe ülkesi olarak ABD ve İngiltere’nin gölgesine sığınmak için içerde ve dışarda komünizm tehdidine başvuracaktı.

Yararlanılan Kaynaklar:

Altan Öymen, Bir Dönem Bir Çocuk, İstanbul, Doğan Kitap, 2018.
Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, İstanbul, İletişim, 2001.
Hazal Yalın, 1945 Türkiye-SSCB İlişkileri, İstanbul, Kırmızı Kedi, 2021.
Behlül Özkan, ‘‘1945 Türkiye-SSCB Krizi Dış Politikada Kurucu Mitin İnşası,’’ Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler Kuşku ile Komşuluk, İstanbul, İletişim, 2017, ss.55-78.
Vahdettin Engin, ‘‘II. Dünya Savaşı ve Türkiye,’’ İkinci Dünya Savaşı ve Türk Dünyası, İstanbul, Türk Dünyası Belediyeler Birliği, 2016, s. 247-258.