PAZAR SÖYLEŞİSİ | Orhan Gökdemir'le 'Faili Meçhul Cinayetler Tarihi' üzerine

Orhan Gökdemir, 'Faili Meçhul Cinayetler Tarihi' kitabının yeni baskısı için soL'un sorularını yanıtladı.

Volkan Algan

Araştırmacı/yazar Orhan Gökdemir'in "Faili Meçhul Cinayetler Tarihi -Osmanlı’dan Günümüze Bir Tarz-ı Siyaset Olarak Cinayet" adlı kitabınının yeni baskısı geçtiğimiz günlerde Yazılama Yayınevi'nden çıktı.

Kitap Osmanlı'dan günümüze Türk devlet/siyaset geleneğinin bir enstrumanı olarak "faili meçhul cinayetleri" mercek altına alıyor.

Gökdemir kitapla ilgili sorularımızı yanıtladı:

Kitabın ilk baskısı 2006 yılında yapılmıştı. O dönemin siyasi atmosferini de hatırlatmak gerekirse, kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Gazeteciliğe 1980’lı yılların sonunda başladım. Kürt Sorunu çok yakıcı bir biçimde kendini hissettirmişti. Devlet PKK’nın silahlı ayaklanması karşısında bocalıyordu. 12 Eylül rejiminin ağırlığı toplumun üzerindeydi. O iklimde devlet topyekûn hukukun dışına çıkmaya karar verdi. MİT’te, Emniyet’te yasadışı timler oluşturdular. Dediklerine bakılırsa amaç PKK’yla onun yöntemleriyle mücadele etmekti. “Ölüm Timleri” ile tanışıyordu ülke. 
Buna eşlik eden diğer gelişme ise devletin mafya içinde büyük bir operasyonu girişmiş olmasıydı. PKK’yı Kürt kökenli uyuşturucu baronlarının finanse ettiğine inanıyorlardı. Onları da tasfiye etmeye, yerlerine ülkücü mafyayı geçirmeye karar verdiler. Şu meşhur “Çiller’in Listesi” böyle oluşturuldu. Milli Güvenlik Kurulu’nda Çiller’in eline tutuşturdular, sonra da MİT’teki ve Emniyet’teki devlet çetelerini tasfiye için harekete geçirdiler. Böylece bir cinayet ayini başladı. Bir yandan devletin zararlı gördüğü siyasi unsurlar, diğer yandan uyuşturucu baronları, gazeteciler, aydınlar, özetle yasa dışına çıkan devlete direnme ihtimali olan kimse varsa öldürmeye giriştiler. 
Usul “failin karanlıkta kalması”ydı. Tamamı karanlıkta kaldı. Bir cinayet hem siyasal bir saikle işlenmişse ve hem de karanlıktaysa o faili meçhul cinayettir. Bu “arkasında devlet vardır” anlamındadır. Dile kolay, Türkiye’de düzene karşı direnişin başladığı 1960’lı yılların sonundan bu kitabın yazıldığı tarihi kadar 15 bin yurttaşımızın bu biçimde öldürüldüğü iddia ediliyordu. Bir miting alanını dolduracak kadar yurttaşımız yasa dışına çıkmış devlet tarafından çeşitli biçimlerde öldürülmüştü. 2000’li yılların başında azalmıştı azalmasına ama, bu dehşet verici rakamlara rağmen ortalıkta dişe dokunur tek bir araştırma yoktu. Zaman zaman Meclis’te araştırma komisyonları oluşturuldu, akla gelen ilk şeyi yapıp akademiye başvurdular. Sanırım sadece İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesinden bir değerlendirme geldi. O da bu cinayetlerin hukuki yanıyla ilgiliydi. Yani 15 bin yurttaşımız öldürülmüş ama üniversitelerimizin hiçbiri bu dehşetli iddiayı araştırmaya yeltenmemişti.

Bir gün İstanbul Barosu’ndan tanıdığım avukat arkadaşlar aradı, bu yönde bir çalışma yapılacağı bilgisini verdi. Benden de çalışmanın dünyadaki faili meçhul cinayetlerle ilgili kısmını yazmamı istiyorlardı. İşsiz bir gazeteciydim, kabul ettim. Yazdım, gönderdim. Ama o yazının dışında bir şey ortaya çıkaramamışlardı. Bunun üzerine çalışmanın tamamının taslağını yazmamı önerdiler. Ellerinde çeşitli barolardan gelmiş 40 küsur cinayet dosyası vardı. Aldım, kabul ettim. Galiba, istedikleri ilk yazı için sembolik bir telif ödemesi de yapıldı. Ama sonra Baroda yönetim değişti. Dosyalar ve taslak öylece ortada kala kaldı. 
Uzun bir zaman bekledikten sonra haber gönderdim, dosyalarını iade ettim. Çalışmayla ilgilenip ilgilenmediklerini sordum, ilgilenmiyorlardı. Bu çabanın boşa çıkarılmasına gönlüm el vermedi, bir yayıncının kapısını çaldım. Bu kitap öyle ortaya çıktı. Galiba eksiği gediği çok olmakla birlikte hâlâ alanındaki ilk ve tek çalışmadır.

Kitap sadece Türkiye yakın tarihinden değil, erken Osmanlı sayılan Fatih Sultan Mehmet döneminden cinayet örneklerini de barındırıyor. Neden bu kadar eskiye kadar iz sürme ihtiyacı hissetiniz? Bir tarihsel izlek mi söz konusu size göre?

Tabii, çalışmayı yaparken böyle bir bağlantı var mı yok mu diye bakılmalıydı. Sonuçta bu “siyaset” bir devlet geleneğidir. Cinayet, adam öldürme anlamında Arapça bir sözcük. Cani ise adam öldüren kimse demek. Aynı anlamda kullanılan Katl-katil sözcüğü ise Türkçe kullanımındaki belirsizliğe karşın “birden fazla cinayet” anlamını da yüklenebiliyor. Haksız yere öldürme fiilini içerdiği gibi, katl, İslam hukukunda bir tür ölüm cezası olarak da kullanılıyor. 

Katl, dar anlamda, kılıç ile idam anlamına geliyor. Ceza hukukunda da bu anlamda, bir kişinin başka bir kişiyi öldürmesi fiili karşılığı olarak kullanılmış. Adam öldürme her durumda ağır suç oluşturan bir fiil niteliği taşımıyor. Dolayısıyla cinayet, yürürlükteki yasalara göre haklı görülmeyen adam öldürme eylemi demek. Avrupa hukuku cinayet fiilini genel olarak değerlendirmekle birlikte işleniş biçimi itibarıyla birtakım ayrımlar getirmiş ve “kasten” öldürme ile “kazaen” öldürmeye birbirinden ayırmış. 

Osmanlılarda da katl fiili çeşitli biçimlerde tanımlanmış: Buna göre “Katl-i Gayr-i Müteammid”, kavga sırasında hiddetle bir kimseyi öldüren demek. Kasıt olmayan ölüm hadisesi anlamına kullanılıyor. “Katil-i Ma’zur” ise öldürme kastı ile silahlı olarak saldıran veya yaralayanı öldüren hakkında kullanılıyor. Bir tür “kendini savunma” durumudur ve elbette cinayetin “mazur” görüldüğüne işaret ediyor. “Katil-i Muhtu” ise hata yoluyla ölüme sebep olmuş katil demek. Kasıt, kavga, tasarlama olmayan cinayet için kullanılıyor. “Katil-i Müteammid”, tasarlayarak öldürmenin karşılığı. Görüldüğü gibi hem katl hem de cinayet, İslam hukukunda, devletle değil, sivil kişilerle ilgili bir tanımlama. Bir ceza olarak katl ise, tanımlanmış bir suçun karşılığı olarak “gizlisi-saklısı” olmayan, “meşru” bir öldürme biçimi anlamına geliyor. 

Faili meçhul cinayet bundan farklı olarak, bir öldürme eyleminin kim tarafından yapıldığının bilinmemesi demek. Burada, incelediğimiz cinayet türünün, ortada bir öldürme fiili olmasına karşın, yukarıdaki tanımlar içinde yer alamayacağı görülüyor. Faili meçhul cinayet, bazen Ceza Hukukundaki “faili belirsiz” adam öldürme karşılığı olarak kullanılmasına karşın, yeni şeklinde “siyasal bir amaçla” “faili belli olmayacak şekilde öldürme” karşılığı olarak kullanılıyor. Siyasal bir amaç söz konusu olduğunda ise, “fail” terimiyle, basit bir sivil suçluya değil, bir “şebekeye”, “cinayet işlemek üzere oluşturulmuş bir teşekküle” atıf yapılmış oluyor. 
Yani, cinayet, birbirinden bağımsız tekil olayların karşılığı iken, faili meçhul siyasal cinayette birden çok ve bir şekilde birbirleriyle bağlantılı öldürme fiili ile karşı karşıya kalıyoruz. Özellikle, Türkiye’de yakın tarihlerde işlenen faili meçhul cinayetlerde hem amaç hem araç hem de şekli bakımdan bir süreklilik olduğu dikkat çekiyor.

Yani, cinayet, birbirinden bağımsız tekil olayların karşılığı iken, faili meçhul siyasal cinayette birden çok ve bir şekilde birbirleriyle bağlantılı öldürme fiili ile karşı karşıya kalıyoruz. Özellikle, Türkiye’de yakın tarihlerde işlenen faili meçhul cinayetlerde hem amaç hem araç hem de şekli bakımdan bir süreklilik olduğu dikkat çekiyor.

Siyasal bir amaçla yapıldığına göre, buna belki “siyasal faili meçhul cinayet” demek daha uygundur. Bu cinayetler, cinayetten çok siyasettir, çünkü bu tür cinayetlerde en son düşünülecek şey kişisel bir meseleden kaynaklandıklarıdır. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu tür siyasal cinayetler içen “siyaseten katl” sözcüğü kullanılmıştır. Profesör. Dr. Ahmet Mumcu’ya göre siyaseten katletmek, hükümdarın ülke idaresi ve politika zaruretleri ile verdiği ölüm cezasını göstermektedir. Hükümdarın öldürme yetkisi nedeniyle bir tür ceza olan ‘katl’in, yetkisiz cinayetlere dönüşmesi, kuşkusuz, “siyaset” bağlantısını kurmayı güçleştiriyor. Ancak, modern zamanların siyasal cinayetleri de genellikle bir iç savaş vakası olarak ortaya çıkıyor ve arkasında mutlaka bir “hüküm” bulunuyor.

Bir siyaset tarzı olarak cinayet, dünyanın durumuna uygun olarak artık uluslararası bir biçim almıştır. Tarihteki çeşitlilikleri, zamanımıza yaklaştıkça kaybolmakta, işleniş tarzı, kullanılan silahlar, devletin bu cinayetler karşısında aldığı tutum bakımında gittikçe ortak bir özellik göstermektedir. Örneğin Latin Amerika’daki faili meçhul cinayetlerle Türkiye’dekiler arasında şaşırtıcı benzerlikler görünmektedir. Bu benzerlikler, elbette artık siyasetin “global” bir iş olmasındandır. Artık “cinayetin okulları” var ve bu okullardan mezun olanlar kendi ülkelerine dönüp, orada cinayet öğretmekte, uygulama yapmaktadır.

Ama elbette, bu çalışma açısından da tarihe başvurmak kaçınılmazdı. Tarihe bakıldığında görülen ilk şey eskilerin, modern çağın canilerinden daha acımasız veya daha vahşi olmadıklarıdır. 

Kitabınızın alt başlığı cinayetin bir siyaset tarzı olduğunu söylüyor. Burayı biraz açar mısınız?

Yukarıda da aktardığım gibi zaten “siyaset” kavramıyla “katl” arasında bir bağ var. Bizde, hükümdarın “öldürme yetkisi”ne “siyaseten katl” deniyor. Kuşkusuz burada “siyaset” ile “devlet çıkarı” arasında bir bağ var. Hükümdar kararı, kendi kişisel arzusu ile değil, devletin bekası için vermiş oluyor. Katl’deki “siyaset” budur. Hâl böyle olunca, siyasetin, bizim tarihimizde, genel yerleşik anlamının tersine bir de “ölüm cezası” anlamı kazanması manidardır. Kuşkusuz, beslendiği kaynak “bizim” özel tarihimizdir.

Özel tarihimiz ise, Osmanlı tarihini de içine katarak “uzun iç savaş” olarak özetlenebilir. Sürüklenip geldiğimiz bu topraklarda, misafir olmayı umarken ev sahibi olmuşuz. Evi elde tutmak ve korumak için zaman zaman “katl”den başka bir yol bulunamaması, tarihin bu sürprizi ile de ilişkilidir. İsteyen bunda “siyasal kültür eksikliği” de bulabilir. Ancak, her durumda, cinayet, bir tarz-ı siyaset olarak ortaya çıkar. Muhalefeti bir cinayet ile ortadan kaldırmak, cinayet ile korkutmak ve yönetmek bir tarz-ı siyasettir.

Böylece, bir tarz-ı siyaset, bir siyaset yapma geleneği ortaya çıkıyor. Eski deyişle katl, yenisi ile cinayet, mutlaka bir “siyaset” yapış tarzına tekabül ediyor. 

Bu açıdan 1990’lı yıllar ile Osmanlı İmparatorluğunun çalkantılı dönemleri arasında hiçbir fark yoktur. Mahkemeler, yasalar, kadılar, kolluk kuvvetleri, düzenli birlikler “siyasetin” doğrudan eklentisi haline geldiğinde, bu iç savaş demektir. 

Ama adı konulmamış bir iç savaştır bu. Moda bir deyime başvurarak “düşük yoğunluklu iç savaş” da diyebiliriz. Failin belirsiz oluşu, tetiği çekenin bilinmemesine işaret ediyor, o yüzden bu cinayetlerde bir fail aranıyor. Yoksa siyaset açısından genellikle fail bellidir; Sınıf veya iktidar savaşını kanla yürütme geleneğidir bu. 

Faili Meçhul cinayetler hangi siyasi koşullarda, nasıl bir "ihtiyaç"tan doğuyor?

Yeni baskısının önsözünde bu sorunun cevabı var. Ülkenin içinden geçtiği siyasal iklimle, düzenin ihtiyaçları ile bu cinayetler arasında tartışmasız bir bağ var. AKP’li yıllarda artık olmayacağı sanılıyordu. Cumhuriyeti yıktılar, laikliği tepelediler ve oluşan karanlıkta yeniden siyasal cinayetler filizlendi. Tabii o sırada ülke de tamamen çürüdü. Uyuşturucu ve kara para aklayıcıları, mafya eskileri, ne iş yaptığı belirsiz eski polis şefleri, politikacılar hepsi birer “siyasal” kimliğe büründü. Mafya babası “ülkücü”, eski polis şefi “merkez sağcı”, kara paracı “muhafazakâr” … Devlet bir çeteye dönüşünce, çete de siyasallaşır.

Haliyle son dönem siyasi cinayetleri, ticari cinayetlerden ayrıştırmak artık pek kolay değil. Ama biliyoruz, bunun eski usule dönmesi sadece ezilenlerin başkaldırısına bağlı. 1960’lı yılların sonunda solcu öğrencileri vurarak başladılar. 1990’lı yıllarda çoğunlukla ezilen Kürtlere yöneldiler. Demek, siyasal cinayetlerle düzenin ihtiyaçları arasında bir bağ var.

Düzen ise artık “enternasyonal” bir haldedir. ABD’siz, NATO’suz düşünemiyoruz.

Kitaptaki verilerin gösterdiği bir gerçek var. 1923’ten ülkeyi NATO’nun işgal ettiği 1950’li yıllara kadar “siyasal” cinayet çok azdır, ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak ikinci büyük savaştan sosyalizm alanını genişleterek çıkınca paniğe kapıldılar ve bir karşı devrim örgütü oluşturarak adına NATO dediler. Girişimizi 1951 Komünist Tevkifatı ve Kore Savaşı’na ölmeye gönderdiğimiz binden fazla yoksul askerimize borçluyuz. Kalışımız ise çok kanlı olmuştur. 1960’lı yılların sonundan bugüne siyasal cinayetler özünde bir NATO organizasyonudur. 

Bu kitapta yurdumuzun kanlı karanlık tarihi var. Karanlığı öldürerek kurdular. Hep en seçkin evlatlarını vuruyorlar ve görülmesin, öğrenilmesin diye karanlıkta bırakıyorlar. 

Faili Meçhul Cinayet denince büyük çoğunlukla ülkenin içindeki güçlerin "hesaplaşmasını" "mücadelesini" anlıyoruz. Aslında düşük yoğunluklu bir iç savaş pratiği. Bu cinayetlerin türleri hakkında ne söylersiniz? Kastım şu: Örneğin bir aydın cinayetiyle, Kürt savaşı sırasında adını bile hatırlayamadığımız yüzlerce ölüm arasında fark var mı?

Bana kalırsa yok. Modern zamanların faili meçhulleri ülkenin sola meylettiği 1960’lı yıllarda başladı. Solu yok etmek için öncülerine yöneldiler, esasında bir aydın katliamıdır. 1970’li yıllar boyunca direnişe öncülük eden ülkenin en seçkin evlatlarını öldürdüler. Baş edemeyince 12 Eylül cuntasını peydahladılar. Zindana doldurup işkence ettiklerinin, kaçırıp öldürdüklerinin büyük çoğunluğu genç aydınlarımızdır. Direnişten bağımsız aydın olmaz çünkü. Öldürmekle yetinmediler, kaynağını kurutmak için toplumu dinselleştirmeye giriştiler. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunun kaynağı oralardadır.

Kürt sorunu ise hiç hesapta yoktu. Eruh ve Şemdinli baskını, düzen açısından bir başka dönemin başladığının habercisiydi. Ama unutulmasın o baskını yapanlar da sol aydınların içinden geliyordu. 

Haliyle düzen 1990’lı yıllarda Kürtleri isyandan vazgeçirmek ve Türk aydınları da toplumun dinselleştirilmesine ikna etmek üzerine motive olmuştu. 1990’lı yıllar faili meçhul cinayetler tarihinde bir zirvedir. Arkasında böyle bir dinamik var. Çok öldürdüler ve çok çürüdüler. O tarihten bu yana hala bu çürümeden kurtulma mücadelesi veriyoruz.  

Bu konu açıldığında söz bir şekilde 'derin devlete' gelir. İddia odur ki Türkiye'de hak-hukuk tanımayan, kendilerini devletin sahibi gören, siyasetten-ideolojiden bağımsız bir öbek var ve tüm bu cinayetler bir şekilde o merkezin planları doğrultusunda işleniyor. Size göre "derin devlet" diye bir şey var mı? Varsa doğru tarifini nasıl yapmak lazım?

Devletin sığı ne ki derini ne olsun? Bu tanımlamalar devleti ve onun bağlı olduğu emperyalist organizasyonu bilmemekten kaynaklanıyor. Artık devlet bir karşı devrim organizasyonudur. Bütün uzuvlarıyla hem de. NATO’ya bağlı, ABD’nin emrindeki bir devlet başka türlü nasıl davranabilir? Fransız Devrimi’nin ardından kısa bir süre var olmuş “halkın devleti” çok uzun bir zamandır bir hayalden ibaret. Sermayeye hizmet ediyor o devlet artık. Ve haliyle yoksul halkımıza düşmandır. Sermaye ihtiyaç duyunca halkımızı vurmaktan, öldürmekten imtina etmez. Demem o ki derinliği de sığlığı da sermayeden kaynaklanır, sermayenin seviyesi neyse onun da seviyesi odur. Tarihimize baksanıza, Mehmet Eymür’ün, Mehmet Ağar’ın temsil ettiği şeyde ne derinlik olabilir? Derin devlet yoktur, sermayeye hizmet eden karşı devrim organizasyonu olan devlet vardır. Onun da bir derinliği ihtiyacı yoktur. İstediğinde hukuk dışına çıkabilen bir devlet neden derinleşme gereği duysun?   

Türk sağı ve faili meçhul cinayetler arasındaki ilişki hakkında ne söylersiniz? Süleyman Demirel'in meşhur 'bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz' beyanını bir itiraf gibi okumak mümkün mü mesela?

Türk sağı paramiliter bir devlet organizasyonudur. Fikriyatının esası “devlete hizmet”ten ibarettir. Sağ bu hizmeti verirken devletin niteliğine bakmaz. Devlet onun için niteliği ne olursa olsun kutsal bir varlıktan ibarettir. Komünizm yeryüzünde boy göstereli beri anti komünist olmaları bundandır. “Devletin bekası” yoksul halkımızın bekasından öncedir çünkü. 

Haliyle sağcılar bir Komünisti öldürdüğünde o “cinayet” değildir. “Siyaseten katl”dir. Sağcı cinayeti devlet adına işlemektedir çünkü. Bu kitabın söylediği tartışmasız gerçeklerden biri böyle ortaya çıkıyor; katilimiz her durumda tartışmasız bir sağcıdır. AKP’li, AP’li veya MHP’li fark etmez. Katl, sağcının fıtratında var.  

Buraya kadar düzenin egemenlerinin, düzenin tehlikede olduğunu, çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündükleri dönemlerde gerçekleşen örnekler üzerinde durduk. Ve çoğunlukla da sola, halktan yana politika yapanlara, aydınlara yöneldiğini. Ancak bir de egemenlerin "iç hesaplaşması"nın örnekleri var ki AKP döneminde bunun sayısı artmış görünüyor. Bir tür mafyalaşma dönemi diyebilir miyiz bu açıdan bakınca?

Tarihte devrimci niteliğini yitirmiş her devlet bir tür çeteye, bir tür mafyaya dönüşmüştür. Yıkılmadan önce Fransız monarşisi, alaşağı edilmeden önce Rus monarşisi, İngiliz gemisiyle kaçmadan önce Osmanlı monarşi bir çeteden ibaret değil miydi? Ortalıkta bir çeteleşme varsa iç bölmeleri arasındaki savaş da acımasız olur. Modern burjuva devlet, onu var eden devrimle bağı koptuğu için, artık bir mafya organizasyonudur. Mafya varsa hukuk yoktur, hukuk yoksa devlet ve toplum bir iç savaşın tam ortasındadır. 

Yalnız, adı konulmamış bir iç savaştır bu. Moda bir deyime başvurarak “düşük yoğunluklu iç savaş” da diyebiliriz. Failin belirsiz oluşu, tetiği çekenin bilinmemesine işaret ediyor, o yüzden bu cinayetlerde bir fail aranıyor. Yoksa siyaset açısından genellikle fail bellidir; Sınıf veya iktidar savaşını kanla yürütme geleneğidir bu. 

Uzun, kanlı bir iç savaştan çıktık ve ne yazık ki, siyaseten katl olanların bir bilançosu yoktur. Tutulmamış, tutulmak istenmemiş ve tutulması da engellenmiştir. Şimdi buradayız ve kardeş kanları geride kalanların üzerindedir. Hiçbir şey olmamış gibi yaşayamayacağımızı biliyorum; isteyen bu çalışmayı bir ilk hesaplaşma denemesi saysın. Ben anlamaya çalıştım. 

Bu çalışmanın bir yanıtı bir de sorusu var. Bunca acıdan sonra hiç olmazsa bu yanıtın karşılanması ve bu sorunun yanıtlanması gerekiyor. Kanla bir iktidarı tutabilirsiniz; bu görülüyor. Ya kanla bir gelecek kurabilir misiniz?