İntihal kavgasından yükselen sesler: 'Hadi bakalım Demet Akalın'

Tartışmanın her iki tarafı da kopardıkları gürültüde geçmişte parçası oldukları hegemonyanın ayrıcalıklarını arıyorlar. Bulamazlar.

Erkan Yıldız

Sanırım pek çoğumuzun, önceki güne kadar Mine G. Kırıkkanat ile Elif Şafak arasında bir intihal davası olduğundan haberi yoktu. Ta ki mahkeme, Elif Şafak’a ait “Bit Palas” isimli romanının, ilk baskısı 1990 yılında yapılmış ve Mine G. Kırıkkanat’ın ilk romanı olan “Sinek Sarayı” isimli kitaptan intihal edildiğine karar verene, daha doğrusu bu karar sosyal medyada duyurulana kadar.

İşin aslı yine bu davadan haberimiz olana kadar ben dahil pek çoğumuzun Mine G. Kırıkkanat’ın söz konusu romanından ve edebiyatçı kimliğinden de haberimiz yoktu. Dolayısıyla Mine G. Kırıkkanat hakkında şöyle iyi/kötü yazar, “intihal yapacak kimse mi kalmadı?” gibi yorumlar yapacak donanımdan yoksunuz. En azından ben öyleyim. Diğer taraftan Mine G. Kırıkkanat’ın dünyaya baktığı yere, bakış açısına, bakma biçimine ilişkin bir bilgim var. Kendisinin süzme bir anti-komünist olduğunu biliyor, mültecilerle, yoksullarla ve Kürtlerle ilgili düşüncelerinin yeni ırkçı, Fatih Yaşlı’nın deyişiyle atarici, zombi kuşağının düşünceleriyle örtüştüğünü görüyoruz.

Elif Şafak için de üç aşağı beş yukarı benzer bir pozisyona sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Belki edebiyatçılığıyla ilgili fazladan şöyle bir cümle kurabilir: Elif Şafak’ın edebiyatçılığının ve edebiyat yoluyla sahip olduğu ünün öyle “edebiyatın temel değerleri” ile filan ilgili olmadığı, doğru zamanda, doğru ilişki ağlarının kurulması ve gerekli “pr” çalışmalarının sonucunda elde edildiği sır değil. Kendisinin yıllar süren AKP destekçiliği ve yine tüm bu yıllar boyunca Fethullahçılarla kıvamında muhabbeti bulunan bir liberal olduğu ise açık bir bilgi. 

Bu ikilinin yollarının daha önce solu düzen içi bir aparata dönüştürme gayretinin bir ürünü olan Radikal Gazetesi’nde kesiştiğini de yine hatırlatalım.

Neyse. Söz konusu davada karar açıklandı ve kıyamet koptu. Ülkemizde siyaset hangi sahte ikiliklere sıkıştırılıp, gerçeklikten kaçırılıyorsa burada da bir benzeri yaşandı. Öyle bir vaveyla koptu ki sormayın gitsin.

Mine G. Kırıkkanat ve çevresinin zafer çığlıklarına ilk etapta edebiyatı bir din gibi yaşayıp, dokunulmaz olduğunu düşünenler eklendi. AKP’nin 20 yıldır yaşattığı sansürü, buna doğrudan ya da dolaylı destek olanları, yazarın boyun eğişinin temsili oto-sansürün varlığını pas geçen bu cenah, “intihalin bilirkişisi mi olur?” diye başlayıp, davadaki intihal gerekçelerini de sarakaya alarak meselenin sansürü olağanlaştıracağına kadar bir dizi argüman sıraladılar.

Bu arada, Mine G. Kırıkkanat’ın yayınevinden yükselen “Aslı varken taklidine gerek yok. Orjinal bir roman okumak isteyenlere tavsiyemizdir” çıkışı meselenin salı pazarında iç çamaşırı satan tezgahların rekabetine döndüğünü hepimize göstermiş oldu. Vasat bile sayılmayacak bir üslup, bir tür şirretlik edebiyat piyasasını da teslim almış görünüyor.

Elif Şafak ve taraftarlarının buna “Demet Akalın hadi bakalım” diye karşılık vermemesine bir parça şaşırdığımı söylemeliyim. Ancak “Ümit Özdağ’ın kimi desteklediğine bakarsak Elif Şafak’ın haklı olduğunu görürüz” savunmasıyla bu şaşkınlığım kısmen sona ermiş oldu. Zira Ümit Özdağ’ı da siyasetin Demet Akalın’ı gibi görmek mümkün.  

İki gün devam eden bu tartışma, kayıkçı dövüşü artık biter diye düşünüyorduk ki 130 yazarın (130 diye duyurulmasına karşın gerçekte 124 yazarın imzası var) “Elif Şafak’ın linç edilmesi” ile ilgili kaygılarını beyan ettikleri bildiri önümüze düşüverdi. Bu 124 yazar özetle diyorlar ki “Davanın içeriğinden bağımsız olarak, bütün edebiyatçılara ve yazar dostlarımıza çağrımız şudur: Hiçbir edebiyatçının -iktidarın da sıklıkla kullandığı- bu tarz yöntemlerle linç edilmesine izin vermeyelim. Edebiyatın temel değerlerine sadık kalalım.

'Edebiyatın temel değerleri…'

Adı intihal meseleleriyle de anılan iki isim imzacılar arasında dikkatimizi çekiyor. Birisi Beyaz Kale romanının neredeyse tamamını “Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati” isimli eserden aparttığı yıllardır konuşulan Orhan Pamuk. Diğer isim ise geçen yıl Vildan Külahlı’yı, komik ve gerçeklikten uzak iddialarla intihalle suçlayan İlay Bilgili. “Edebiyatın temel değerleri…” bu hikâyede nerede duruyor?

Yine imzacılardan bir kısmının uzun yıllar boyunca AKP destekçisi yazarlar olduğunu biliyoruz. Demokrasiyi getirecek bir parti diyerek AKP'nin ve inşa ettiği rejimin toplumda meşruiyet edinmesi için bu yazarlar bir hayli çaba gösterdiler. Tüm bu yıllar boyunca milyonlarca insan iktidarın hak gasplarına maruz kaldı. Sadece sosyal medyada başlayıp bitmeyen, sokaklarda süren linçlere, tehditlere şahit olduk. Bu yıllar boyunca yine yüzlerce insan çeşitli vesilelerle katledildi. İktidar bu katliamların bir kısmına iş kazası, tren kazası, “takdir-i ilahi” derken, Suruç, Gar, Reyhanlı katliamlarını müstehzi bir gülümseyişle seyretti.  

Söz konusu yazarlar tüm bunlar yaşanırken bir araya gelip “edebiyatın temel değerleri”nin insanlıkla ilişkisini bir kez olsun iktidara hatırlatamadılar. İktidarın şiddetinin kendilerine yönelmesinden korktular ya da bu politikalarda bir sorun görmeyip “bunların edebiyatla ne ilgisi var canım” deyiverdiler. 

E iyi de daha edebiyat içre bir sorun olan, ülkenin en büyük şairi Nâzım'ın, ülkenin en varlıklı ailesine ait YKY tarafından sansürlendiği ortaya çıktığında da sessiz kaldılar. İşe bakın. Bunca meselede akla gelmeyen “edebiyatın temel değerleri” Elif Şafak söz konusu olduğunda nasıl da şıp diye akıllara geliverdi? Üstelik “Elif Şafak’ı hedef alan linç kampanyası” gibi abartılı, uydurma ve aynı zamanda siyasi göndermesi olan bir gerekçeyle… Hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta “network” adamına sahip çıkıyor.  

Bu sahip çıkışı “edebiyatın temel değerleri” gibi nerede başlayıp nerede bittiği ve ne olduğu açıkça belli olmayan bir ifadeyle taçlandırmaları da oldukça manidar. Bu ifadede -iktidarın sıklıkla kullandığı- ve AKP yargısının elinde gericiliğin saldırı aracına dönüşen “toplumun değerleri” ifadesine yakınlık seziyorum. Bu yakınlığı, şimdilerde muhalif gözükseler de geçmişte AKP destekçiliği yapmış yazarların dillerinde ve düşüncelerinde meydana gelmiş hasarın sonucu olarak görüyorum. 

Tartışmanın her iki tarafı da kopardıkları gürültüde geçmişte parçası oldukları hegemonyanın ayrıcalıklarını arıyorlar. Bulamazlar. Hem edebi hem siyasi olarak bir süredir kayıp olduklarını ve artık geri dönemeyeceklerini ilan edebiliriz.