995 km: Sırtı tetikçiye, yüzü okura dönük bir anlatıcı

Mungan’ın anlatıcı/yazarı kavga etmeye hazırlanan iki kişiyi ayırmak için araya giren kimseler gibi. Sırtı tetikçiye yüzü okura dönük. 

Erkan Yıldız

Murathan Mungan'ın son romanı “995 km” 2023 yılının Ekim ayında Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Eser, kitabın arka kapağındaki tanıtım metninde “kara polisiye” olarak tanımlanıyor. 90'ların politik iklimini anlatma iddiasını taşıyan bir roman okumak, hele yaşantınız o yıllara değdiyse heyecan verici bir deneyim. 

İki ana bölümden oluşan romanda, hikâyenin başladığı ve bittiği yer arasında 995 km ve bir günden biraz daha fazla bir zaman bulunuyor. Romanın baş karakterinin uyuduğu uykudan sabah namazı kılmak için “Beynindeki bir komut düğmesine basılmış gibi tam saatinde” gözlerini açmasıyla biz de romana gözlerimizi açıyoruz. 

Romanın 15 alt bölümden oluşan bu ilk kısmı, “Cihadın Askerleri” isimli İslami terör örgütünün militanı ve “JEM” isimli kontrgerilla yapılanmasının tetikçiliğini yapan karakterin gözünden şekilleniyor. 90’ların siyasi iklimine hakim olan okur için “Cihadın Askerleri”ni Hizbul-kontra, “JEM”i de JİTEM'le eşleştirmek ilk akla gelen şey olacaktır. Romanın omurgasının şekillendiği bu bölümde tetikçinin işleyeceği “Saim Baran” (Ape Musa) cinayetinin hikâyesini okurken tetikçinin de bir karakter olarak inşa edilmesine tanık oluyoruz. Bu tanıklıkta karakteri tamamlayan ve zamanla onun adeta gölgesine dönüşen anlatıcı/yazarın önemini vurgulamak gerekiyor. Kitabın ilk kısmı boyunca bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az konuşan tetikçinin sustuğu, hissettiği, yaşadığı ve hedeflediği ne varsa anlatıcının ağzından duyuyoruz. 

Kimdir bu tetikçi?

İçini tutumlu kullanmayı; düşündüğünü, hissettiğini belli etmemeyi, niyetini sızdırmamayı nefsine hakim olmanın bir çeşidi gibi yaşamayı becermiş, adeta hayatta kalmanın bir gereği olarak bedenine yerleştirmişti. (...) Yüzünü bir duvar olarak düşündüğü her seferinde aynı gurur kaplıyor içini, seviniyor mu, üzülüyor mu, yeriniyor mu, kahır mı çekiyor, kızgın mı, öfkeli mi, belli değil. Bilinmeyen, anlaşılmayan, tanınmayan, akılda kalmayan silik yüzlerden onunki...” s.13

Tetikçi, bir yetim olarak akraba evlerinde, sokaklarda büyümüş, büyürken hissettiği yalnızlığını, onu bir tür hiçliğe ulaştıran sessizliğini ve görünmezliğini hayata tutunmak için silaha dönüştürmeyi yine çocuklukta keşfetmiş. Çocuklukta tanıştığı bir diğer şey yoksulluk. “Saim Baran”ı katledeceği günün sabahında yaptığı kahvaltıdan anlıyoruz bunu.

Bütün gün tok tutardı ciğer, kolay acıktırmazdı, bir damak zevkinden çok, çocuklukta edinilmiş bir yoksulluk bilgisiydi bu.” s. 13

Yaşamı, inancı ve davası nedeniyle “toprağa emniyetle basması gerektiğini” biliyor. Hep tetikte, tedbirli olmak zorunda. Bilgi biriktirmenin güç biriktirmek olduğunu öğrenmiş. Yüzleri, sesleri, sözleri, yeri geldiğinde kullanmak üzere depoladığı güçlü bir hafızası var. Belki kininin güçlü olmasının kaynaklarından birisi de bu. Yoksa kendisine tokat atan bir insanı, on beş yıl sonra sabah namazı çıkışında öldürecek enerjiyi başka nasıl bulabilir insan?

Karakterin inşasında çocukluğa ilişkin verilerin belli bir ağırlığı olduğunu görüyoruz. Bu ağırlığı sadece yazarın sıklıkla oraya dönmesi değil çocukluğun genel olarak insan hayatındaki özel yeri yaratıyor. Tetikçinin zor geçen çocukluğunu hikâye boyunca aklımıza getiren bu olsa gerek. Yazar, bir başka unsurdan daha faydalanıyor bu inşa meselesinde. O da romanda adı geçen “Cihadın Askerleri” adlı örgütün üst düzey yöneticisi olduğunu anladığımız “Hoca”. Tetikçinin “Hoca” ile temaslarına dair yazılanlar, okura hem örgütün hem de tetikçinin bir İslamcı olarak inşa edilmesinin bilgisini aktarıyor. “Hoca” tetikçi için, tetikçi de “Hoca”için önemli. “Hoca” fetvaları, yol göstericiliği yürüdüğü yolda tetikçiye eşlik ediyor.

Roman boyunca karakterin fiziksel özelliklerinden ya da ona varlık kazandıracak sıfatlardan (bir adı, lakabı ya da bizim burada isimlendirdiğimiz gibi- tetikçi- bir sıfatı yok) söz edilmiyor. Boyu, kilosu, ten rengi ne bileyim kaşları nasıldır, saçları ne renktir, gözleri, burnu, elleri…? Sadece sesinin “... çelik gibi bir ses: sert, katı, soğuk…” s.13 olduğunu biliyoruz. Yazarın bu tercihi, yani tetikçiye ilişkin fiziksel özelliklere, ona varlık kazandıracak nitelemelere hiç işaret etmemesi tetikçiyi hem hiç kimseleştirmek hem de herkesleştirmek anlamına gelebilir. Herkesleştirmek ve hiç kimseleştirmek…zamanın ruhuna uygun bir tercih bu. Böylece her okur, kendi evreninde, tetikçiyi fiziksel özellikleri bağlamında kişişelleştirebilir. Tıpkı, çocuklar için hazırlanan, seçtiğiniz kişiye istediğiniz giysileri giydirip, saç ve ten rengini belirleyip tarzını şekillendirme şansı bulduğunuz bilgisayar oyunlarında olduğu gibi.

Rabbim, şükürler olsun ki 41'i tamam ettim,” dedi içinden. “41 kere maşallah!” Saim Baran, nihai davası uğruna öldürdüğü 41.kişiydi. “Rabbim 99 adını nasip et bana,” dedi. “Şehadet şerbeti içene kadar Hak yoluna 99 kurban vereyim!” s. 23

Romanın baş karakteri, “Saim Baran”ı öldürdükten sonra söylüyor bu sözleri. Duası bu. “Kindar ve dindar bir nesil” özleminin prototipi adeta. Tam burada bir alıntı daha paylaşmak istiyorum. “Selamet Çay Ocağı” başlıklı bölümde tetikçi 995 km’lik yolculuğunu tamamlamış, “Eğitmen”in kurmasını istediği teması kurmadan önce “Hoca”nın git dediği “Selamet Çay Ocağı”na gelmiş, “Cihadın Askerleri”nin bölgedeki adamı “Seyfullah”la buluşmuştur. Sohbetleri tetikçiyi, insanları domuz bağlarıyla bağlayıp, işkencelerle katlettikleri, sonra da gömdükleri sığınaklara götürür.

Kendisinin de üç kere sığınak kazmaya civar illere gönderilmişliği vardı. (...) O kabir azabı benzeri azap çektikleri sığınaklarda sorgulanan, etleri dağlanarak, kemikleri kırılarak konuşturulan ya da susturulan münkirlerin, münafıkların, mürtetlerin, müşriklerin cezalandırılmasında alnının terinin, kürek tuttuğu elinin payının olduğunu bilmek, bunun sevabını düşünmek kalbine iyi geliyor, imanını tazeliyordu.” s. 239

Yaşama karşı mesafesi belli, davası ve eylemi arasında tutarlılığı olan, inançlı, disiplinli bir dava adamı olarak soğukkanlı bir cani, buz gibi İslamcı bir katil var karşımızda. Hem devlet için hem de kutsal davası için katlediyor. 
Buna rağmen okurken bu karakterden rahatsız olmuyor, ona düşmanlık beslemiyoruz.

Neden?

Anlatıcının rolü…

Medyascope’ta Murathan Mungan’la yaptığı röportajda Ruşen Çakır benzer bir soru soruyor:

Orada çizdiğin bir katil var…işini inanarak yapan, bilerek yapan birisi var ve sen bu katili anlatırken onu kötülemiyorsun. Sonuçta kötü bir şey yapıyor. O mesafeyi nasıl kurabildiğini….Senin böyle bir kahramanı bu kadar pozisyon almadan anlatabilmiş olman ve okuyucunun da gördüğüm kadarıyla bundan rahatsız olmaması beni çok çarptı. Yani “sen nasıl olur da böyle bir katili bize normal biriymiş gibi anlatırsın” diyeni ben görmedim.” 

Mungan cevabında böyle bir karaktere yazar olarak mesafelenmenin ve konuya objektif bakmanın önemini vurgularken bu mesafeyi anlatıcı/yazar eliyle sağladığını işaret ediyor. 

Benzer vurgular romanı değerlendiren yorumcuların yazılarında da kendini gösteriyor. Hemen tüm yorumcular bu mesafelenmede büyük bir ustalık ve “has edebiyat” görüyor. 

Yazarın karaktere mesafelenmesinin önemini anlıyorum. Bunun doğru yapıldığı metinlerin okuru çok derinden sarstığı, yıllarca akıldan çıkmadığı bir gerçek. Ozan Özgür'ün yazdığı “Gecenin Kapıları” ve Javier Marias'ın kaleme aldığı ”Acı Bir Başlangıç Bu” isimli romanlar buna iki iyi örnek olacaktır. “995 km”de bunun önüne geçen bir durum var. Sanki yazar kendisiyle karakteri arasında oluşturduğu mesafeyi okura da empoze ediyor. 

Mungan’ın anlatıcı/yazarı kavga etmeye hazırlanan iki kişiyi ayırmak için araya giren kimseler gibi. Sırtı tetikçiye yüzü okura dönük. 

Karakterin travmalarla geçen çocukluğunun anlatıya kattığı ağırlıkta, tetikçinin her şeye rağmen riyakârlıktan uzak, inanmış, adanmış, özverili bir dava adamı profilinde gördüğüm biraz da budur. 

Buna özellikle “Nihat Astsubay” ve “Eğitmen”in tetikçinin belli bir aidiyet de hissettiği Kürt kimliğini aşağılayıp, tetikçi ve benzerlerinin bir aparat olarak değersizliğini vurgulamalarını da ekleyelim.

Ve elbette kitabın finalinde kusursuz bir dava adamı olan tetikçinin, adı “Göktürk” olan çocukluktan çıkmamış bir Türk milliyetçisi tarafından öldürülmesi… Bu final okura sadece “bir çocuktan katil yaratan karanlığı” göstermiyor aynı zamanda pisi pisine bir ölümü de işaret ediyor. Çiğ ve toy bir katilin işlediği bir cinayetle “haksız” ve vakitsiz bir sona kavuşuyor tetikçinin yaşamı.

Okurun tetikçi karşısında koruduğu sükuneti kabaca özetlediğim, yazarın mesafe olarak adlandırdığı bu yaklaşıma bağlıyorum. Yazarın karakterine mesafesi olarak alkışlanan anlatısının okuru karakter karşısında tarafsız hale getirmesi “995 km”nin en önemli sorunu bu bana kalırsa. Okur böyle bir karakter karşısında neden tarafsız kılınıyor anlamak mümkün değil.

Küçük bir not da yorumcular için iliştirmeme izin verin. Yazarın, karakteri rahatsız edici ifade kullanmadan anlatması ile böyle bir karakterin okuru rahatsız etmemesini bir ve aynı şeymiş gibi vurgulayan yorumcular yeni bir okuma yöntemi keşfetmiş olmalı. Acaba okurken gözlerini mi kapıyorlar?

Mungan, romanın ikinci kısmını yazmaya daha sonra karar verdiğini söylüyor. Acaba yazar ikinci bölümü bu şekilde hangi düşüncelerle yazdı? Mungan, okuduğum, izlediğim röportajlarda bu bölümün yazılma gerekçesini açık etmiyor. 

İlk bölümde oldukça kapalı, sırlı, vermeyi tercih ettiğinin dışında hiçbir şey sızdırmayan, mesafeli bir dille, anlatımla okuru karşılayan yazar “Umut’un Evindeki Gece” ile başlayan ikinci kısımda alabildiğine açık davranıyor. Anlatıcı/yazar başta olmak üzere, romanın yeni karakterleri gazetecilik yapan “Kerem”, “Umut” ve “Rojda” ve ilk bölümden de bildiğimiz “Eğitmen” ve “Nihat Astsubay” adeta okura “gel, gel” yapıyor. “Gel bak, 90’larda neler oldu.” Karakterler birbirleriyle diyaloğa girmiyor da büyük bir coşkuyla okura sesleniyorlar sanki. Belli ki bu coşkuyla 1992 yılında olduklarını unutup birbirlerine “Ya buralarda fazla liberal olmakla suçlanmıyor musun sen?” s.208 diye soruyorlar. Yazarın dikkatinden kaçan küçük bir detayı not edip, geçelim.

1992 yılında yarım liberal, fazla liberal suçlaması değil de yeni yeni başlayan sivil toplumculuk tartışmaları var. Liberalin azı- fazlası iki binlerin konusu. 

Sonuçta bu seslenme karakterlerin sahiciliğini zedeliyor. 

Yazarın ilk kısımda sergilediği ince işçiliği, bize hissettirdiği edebi derinliği seyrelten bir durum bu.

Bir edebiyatçı olarak yeteneklerinin ve ustalığının farkında Mungan. Kendisini övmeyi, övülmeyi seviyor.

Acaba kendi kalemine, ustalığına çok fazla güvendiği için mi yoksa okura güvenmediğinden mi bu boşluklar oluşuyor? 

Belki her ikisi birden.

Yazarın, ikinci bölümü yazarken kullandığı tercihler metnin ilk bölümde kazandığı edebi değeri romanın bütününde ıskalamasına neden oluyor. Sonuç olarak, belli bir heyecanla sayfalarını çevirmeye başladığımız “995 km”nin sonuna geldiğimizde çok memnun kalmadığımız edebi bir yolculuk yaptığımızı görüyoruz.