Güncel bir mesele: Laiklik

Piyasacı ve dinci karakterine bakmaksızın sadece otoriterleşmeye odaklanmak, AKP rejimini anlamak açısından bize neredeyse hiçbir şey vermeyeceği gibi geleceğe dair siyasal ufkumuzu da daraltır.

Fatih Yaşlı

Türkiye’deki yeni rejime ilişkin tartışmalarda, rejime karakteristiğini veren temel olgulardan birinin “dinselleşme” olduğuna ve laikliğin ortadan kaldırıldığına yönelik tezlere verilen yanıtlardan birini “Türkiye hiç laik olmuş muydu” şeklindeki soru oluşturmaktadır. Bu soruya kanıt olarak sunulan en önemli şey ise tahmin edilebileceği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Buna göre böyle bir kurumun varlığı daha baştan “laiklik” ilkesini geçersiz kılmaktadır. Ülkedeki belli bir dinin belli bir mezhebinin din işlerini devlet üstlenmiş, topladığı vergilerle onun ibadethanelerini yapmış, din adamlarını devlet memuru olarak kabul ederek onları maaşa bağlamıştır. Böyle bir durumda laiklikten söz etmek ise imkânsızdır.

İlk bakışta soru da bakış açısı da mantıklı gibi görünmektedir, ancak meseleye biraz daha yakından bakmak soruyu da, yaklaşımı da tartışmaya açık hale getirecektir. Öncelikle bakılması gereken yer Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’i kuran kadroların saltanat ve hilafete yaklaşımlarıdır, bu ise “egemenlik” meselesi bağlamına yerleştirilmelidir. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılırken kullanılan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü boş yere seçilmiş değildir, bu söz esas olarak saltanat/saray iradesinin yerine “millet” adlı iradeyi koymaktadır. Kaynağını gökyüzünden alan iradenin karşısına seküler bir irade konulmuş durumdadır böylelikle.

Bu sözün gerçekten ne anlama geldiği ise ancak Millî Mücadele’nin sonlarına doğru anlaşılacaktır. Egemenliğin kaynağı da mekânı da değişmiş durumdadır ve dolayısıyla artık padişaha da saraya da gerek yoktur. Egemenliğin kaynağı doğrudan milletin kendisi ve mekânı da Meclis olarak sunulacak ve önce saltanat sonra da hilafet kaldırılacaktır.

Eğer laiklik siyasal kamusal ve toplumsal yaşamın artık din kuralları tarafından belirlenmemesi ve dinin özel alana itilmesi ise hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının laiklik adına atılmış çok radikal iki adım olduğunun kabul edilmesi gerekir. Böylece hem egemenliğinin kaynağı olarak gökyüzünü gösteren bir hanedan hem de dünyadaki bütün Müslümanların temsilciliği iddiasında olan bir kurum tasfiye edilmiştir.

Ancak laikleşme sadece bunlarla sınırlı değildir, bu iki siyasal mekanizmanın tasfiyesiyle yetinilmemiş, başta eğitim ve aile olmak üzere doğrudan toplumsal yaşayışa yönelik bir süreç de başlamıştır. Tevhid-i Tedrisat yani öğretim birliği yasasıyla ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne bağlanması, eğitimin tarikat ve cemaatlerin elinden alınması anlamına gelmektedir. Medeni Kanun ise aile kurumunun işleyiş mekanizmalarının dine dayalı olmaktan çıkarılması ve kadın erkek eşitliği adına atılmış son derece önemli bir adımdır. Kılık kıyafete dair düzenlemelerden tutun da Latin alfabesine geçişe uzanan genişlikteki düzenlemelerin hepsi dinin toplumsal yaşayış üzerindeki etkisini zayıflatmak, minimize atmak adına gerçekleştirilmiştir ve tüm bunların hepsi ancak “laiklik” başlığına yerleştirilerek anlaşılabilir.

Tüm bunların ise elbette ki bir sınırı vardır ve o sınır da Cumhuriyet’in sınıfsal karakteriyle ilgilidir. Gecikmiş ve büyük ölçüde tepeden inme, kitle desteği cılız bir burjuva devriminin ürünü olan Cumhuriyet’in laikliğinin de aydınlanmacılığının da sınırlarını o karakter belirlemiştir. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yani sınıfsızlık iddiası üzerinde yükselen bir sınıf egemenliğinin dine bakışını da bu belirleyecektir. Dolayısıyla homojen bir kitle (ulus) inşası ile din arasında kaçınılmaz bir ilişki ortaya çıkacaktır. Bu homojen kitlenin sadece etnik olarak değil, dini ve mezhepsel olarak da olabildiğince homojen olması hedeflendiğinden, İslam dini ve onun Sünni versiyonu devletin dini olarak kabul edilmiş, anayasal bir düzenlemeyle devletin dini olmaktan çıkarıldığında da toplumun dini olarak kabul edilmeye ve ona uygun bir şekilde davranılmaya devam edilmiştir.

Yani İslam ve Sünnilik çoğunluğun dini olduğundan, yeni kurulan rejim de bunu veri alacak, onu hem toplumsal bir harç olarak görürken hem de Osmanlı’dan kalan “medenileştirme” mirasına uygun bir şekilde onun şehirli, yerleşik bir dinsel inanç olduğunu kabul edecektir.  Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın Sünni mezhebine uygun olarak yapılandırılmasının gerisinde bu “homojen” ulusu yaratma anlayışı vardır, sınıfsızlık iddiası üzerine kurulu sınıf iktidarı bunu gerektirmektedir yani.

Tüm bunlara ek olarak, yeni rejim bu kurum aracılığıyla çoğunluğun mensup olduğu bu din ve mezhebi kontrol altında tutacağını düşünmektedir. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı, yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde, dinin özel alandan dışarı taşmasını da olabildiğince engelleyecek ve onu kontrol edebilecek bir kurum olarak tasarlanmış, ancak bu tasarım yine Cumhuriyet’in sınıfsallığı nedeniyle kısa bir süre sonra geçersiz hale gelmiştir.   

Dinselleşmenin dönüşü

Türkiye’de dinin yeniden siyasete dönüşü ve dinselleşme ile bu sınıfsallık arasında doğrudan bir ilişki vardır. Türkiye emperyalizme entegrasyonu derinleştikçe dinselleşen bir ülke olmuştur ve bu entegrasyonu ise elbette ki yönetici sınıflar birlikte istemişlerdir. Emperyalizme entegrasyon sürecindeki kırılma noktası ise Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve yönetici sınıfın antikomünist saiklerle hızla batıya yanaşmasıdır. 2. Dünya Savaşı esnasında Nazizm’le işbirliğinde somutlaşmaya başlayan antikomünizm merkezli siyaset, Soğuk Savaş’ta ABD’yle kurulan ilişkilerle birlikte boyutlanacak ve ekonomik, siyasi, sosyal alanların hepsini birden etkileyecektir.

Bu noktada 1945-50 aralığı yaşananlar ülkenin sonraki yıllarını da belirlemesi açısından önem taşır ve bu aralığı Türkiye siyasetinin özel bir uğrağı haline getirir. Laikliğin de, genel olarak Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin de aşındırıldığı yıllar bu yıllardır. Türkiye’nin IMF’ye, Dünya Bankası’na NATO’ya üyelik başvurularıyla dinin yeniden siyaset sahnesine dönmesi ya da eğitim alanında geriye doğru atılan adımlar –örneğin din derslerinin müfredata dönüşü veya Köy Enstitüleri’nin başına gelenler-  elbette ki tesadüf değildir. Gericiliğe alan açmak anlamına gelen devletle Türk sağı arasındaki antikomünist mutabakat da emperyalizmle derinleşen entegrasyonun bir sonucudur.

Bu süreç, Demokrat Parti döneminde daha da ivme kazanacak, 1960’lı yıllarda işçi sınıfı siyaset sahnesinde çıktığında ve toplum sosyalizmle buluşmaya başladığında ise egemen sınıfların elindeki en önemli araçlardan biri haline gelecektir. Irkçı milliyetçilik ve dinci gericilik bu dönemde örgütlü bir şekilde solun karşısına çıkarılmış, sola yönelik ideolojik saldırıyla Cumhuriyet’e yönelik ideolojik saldırı iç içe geçmiş, bu akımlar aynı zamanda birer paramiliter nitelik taşımış ve uluslararası antikomünist merkezlerin yörüngesinde hareket etmişlerdir.

1965-1980 arası “uzun iç savaş”ın 12 Eylül darbesiyle sona ermesinin ardından ırkçı milliyetçilikle dinci gericiliğin sentezi olarak görebileceğimiz Türk-İslam sentezi devlet ideolojisi haline gelecek, ülkücü hareketin “kendisi zindanda fikri iktidarda bir hareketiz” sözü doğrulanacaktır. Yeşil sermayenin palazlandırılması da, din derslerinin anayasal garanti altına alınması da, 12 Eylül’ün antikomünist politikalarının bir ürünüdür. Amaç ise işçi sınıfının ve solun bir daha asla 12 Eylül öncesindeki gibi bir aktör haline gelmemesidir.

Velhasıl, siyasal İslam da AKP de gökten zembille inmemiştir, Cumhuriyet’in sınıfsallığı ve emperyalizmle kurduğu ilişkiler adeta AKP’nin “tarih-öncesini” oluşturmaktadır. Türkiye’de siyasal İslam da AKP de kendisine yükseleceği zemini çok kolayca bulmuştur, çünkü o zemin Türkiye yönetici sınıfı tarafından itinayla inşa edilmiştir.

Yeni rejim ve laiklik

Türkiye’de bugün AKP eliyle yeni bir rejim inşa edildiği genel bir kabul haline gelmişse de, gayet bilinçli bir şekilde, odaklanılan yer rejimin otoriter niteliği olmaktadır. Geriye kalan iki nitelik, yani piyasacılık ve dinselleşme ile belli bir plan program dahilinde göz ardı edilmektedir. Cumhuriyet’i kuran partinin “laiklik” demekten ısrarla kaçınması ya da örneğin bütünüyle neoliberal bir söylem olan “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı”ndan söz etmesi bu göz ardı edişe dair akla gelen ilk örneklerdir.

Oysa, piyasacı ve dinci karakterine bakmaksızın sadece otoriterleşmeye odaklanmak, AKP rejimini anlamak açısından bize neredeyse hiçbir şey vermeyeceği gibi geleceğe dair siyasal ufkumuzu da daraltır, körleştirir. AKP çok açık ve net bir şekilde “siyasal İslamcı” bir partidir. Siyasi motivasyonunu buradan almakta, yol haritasını buna göre çizmekte icraatlarını buna göre yapmaktadır. Ancak kendisini uluslararası benzerlerinden ayıran önemli bir nokta vardır: AKP, kafasındaki hedeflere onları kısa bir zaman aralığına sıkıştıran bir yöntemle değil, uzun bir zaman aralığına yayan tedrici bir yöntemle varmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken ise dini bir ajandası olduğuna dair ithamları hiçbir zaman kabul etmemekte, tüm icraatlarını “milletin değerleri”, “milli irade”, “demokrasi” vb. kavramların arkasına gizlemektedir. Aynı şekilde dış politikayı da dinsel-mezhepçi bir perspektifle yürütmekte ve “yeni-Osmanlıcılık” olarak adlandırdığımız bu anlayış iç politikayı belirlemenin ve dinselleşmenin bir aracı olarak kullanılmakta, ancak yeni-Osmanlıcılığın dinsel karakteri de reddedilip “milli çıkarlar” söylemine başvurulmaktadır.

AKP’nin rejim inşa sürecinin vardığı noktayı anlamak için örneğin siyasetin diline, örneğin Erbakan anması yapan muhalefete, dini gün ve bayramlarda siyasilerin verdikleri mesajlara, Ayasofya tartışmalarına, laiklik sözcüğünün asla ağza alınmamasına vb. bakılabilir. Ama inşanın dinsel karakterinin görülebileceği en iyi yer toplumsal yaşayışın düzenleniş biçimindeki değişikliktir. Okullardaki derslerin içeriklerinden tutun kampüslerdeki şenliklere, içkili mekânlara yönelik baskıdan tutun pandemi gerekçesiyle içki satışı yasağına, her üniversiteye camii dikilmesinden tutun maç saatlerinin iftar vaktine göre ayarlanmasına kadar uzanan bir genişlikte çok açık bir dinselleştirme basıncı vardır toplum üzerinde.  

Özellikle pandemi süreci rejimin piyasacı dinci ve otoriter karakterinin birbirinden ayrıştırılamazlığını kesin bir şekilde göstermiştir. Çarkların dönmesi adına milyonların işe gittiği ve yine milyonların kısa çalışma ödeneğine ve ücretsiz izne mahkûm edildiği, her türlü toplu etkinlik yasaklanırken camilerin açık olduğu, toplumsal yaşamın anayasaya ve hukuka aykırı bir şekilde genelgelerle ve yasakçı bir zihniyetle düzenlendiği, “içki yasağı” ile temayüz eden bir rejim vardır karşımızda ve bunların hepsi birbirini besleyecek güçlendirecek şekilde bir yönetme teknolojisi olarak kullanılmaktadır.

Dolayısıyla, iktidara ve inşa ettiği rejime karşı verilecek mücadele bu ayrıştırılamazlık üzerine inşa edilmeli ve piyasacılık, dincilik ve otoriterlik topyekûn bir şekilde karşıya alınmalıdır. Bunun yapılmaması halinde AKP’yi devirmek öyle kolay olmayacağı gibi, olası bir iktidar değişikliğinde post-AKP döneminin AKP dönemiyle ciddi benzerlikler taşıyacağı ve düzenin kendini restore ederek yoluna devam edeceği açıktır.

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin çıkarttığı Dayanışma Forumu adlı dergide yayınlanmıştır. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.