Türkiye’de kadınlar için laiklik

Unutulmamalıdır ki dinci gericiliği kim püskürtürse kazanan o olacak. Kazanansa bu defa burjuvazi değil, emekçi kadınlar ve emekçi halk olmalıdır. 

Aslıhan Çakaloğlu

Türkiye’de kadının özgürleşmesi için ilk büyük adım cumhuriyetin kuruluş sürecinde atıldı.  Kadınların tebaa olmaktan çıkıp yurttaş haline gelmeleri, toplumsal yaşantıda daha görünür, ailede daha çok söz sahibi olabilmeleri Türkiye Cumhuriyetinin laiklik başlığında attığı adımlar sayesinde mümkün oldu. Gerçekten de 1924 Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası, 1925 Kılık Kıyafet Yasası, 1926 Türk Medeni Kanunu ve 1934’de yapılan Anayasa ve Seçim Kanunu değişikliği ile kadınların seçme ve seçilme hakkının yasallaşması kadınların hayatında devrim niteliğinde değişiklikler yarattı. Bunlara cumhuriyetin kuruluş yıllarının aydınlanmacı karakteri ve kadınlar hür olmadıkça toplumsal ilerlemenin olmayacağı fikri eklenince kadınların yeni ülkenin kuruluşunda etkin görevler alabilmesinin önünün açıldığı söylemek de mümkün hale geliyor. 

Oysa cumhuriyetin hemen öncesinde nüfus sayımlarında yurttaş olarak bile kaydedilmeyen kadınlar adeta eve hapsedilmişlerdi. Sokağa çıkarken ne giyecekleri çarşaflarının uzunluğundan ayakkabı biçimlerine kadar tarif edilmişti. Gemi ve tramvayda ayrı bölümlerde yolculuk yapıyor, yanlarında kocaları olsa bile lokantada yemek yiyemiyorlardı. Kız çocuklarının okullaşması ancak ilkokul düzeyinde mümkündü, biraz daha fazlası ancak II. Meşrutiyet sonrası mümkün olabildi. Eğitim ve meslek sahibi olma hakkı isteyen, eve kapatılmaya, zorunlu peçeye ve örtünmeye karşı olan kadınların II. Meşrutiyeti sevinçle karşılaması bu açıdan şaşırtıcı olmasa gerek. Boşanma hakkına (bazı koşullarda) 1917’de çıkarılan Aile Kararnamesi ile kavuşabilen kadınlar, bundan sadece 2 yıl sonra bu haklarından yine mahrum kaldılar. Meşrutiyetin ilerici etkisi ile birinci dünya savaşı yıllarında din mahkemelerinin Adliye Nezaretine bağlanması, din okullarının Maarif Nazırlığı, vakıfların ise Maliye Nazırlığı gözetimine bırakılması bu toprakların ilk laikleşme uygulamalarından sayılabilir.1

Saltanata ve halifeliğe son veren 1923 Cumhuriyeti ise seküler yapısı ile dini yasaları geçersiz kıldı. Kamusal alan dinsel referanslardan arındırıldı, eğitim sistemi laik bir içerik ve biçimle tek merkezde yapılandırıldı. Müfredat içeriğinin bilimsel olarak ve cinsiyet eşitliği gözetilerek oluşturulması, sadece kentlerde değil köylerde de karma ve uygulamalı eğitimin (Köy Enstitüleri) verilmesi cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok alanda başarılı ve öncü kadının yetişmesine katkı sağladı.

Kılık Kıyafet Kanununun fes giyilmesinin yasaklanmasından öte kadınların örtünme zorunluluğunu ortadan kaldırması nedeniyle oldukça önemliydi, bu anlamda cumhuriyet laik olmanın gereklerini yerine getirildi. 1926 Türk Medeni Kanunu ise Müslüman bir toplumun kadınları için muazzam bir sıçrama sayılabilecek uygulamaları hayata geçirdi. Miras ve velayet hakkında eşler arasında eşitlik, boşanma hakkının kadınlara da tanınması, erkek çok eşliliğinin yasaklanması söz konusuydu. Bu kanunda yer alan kocanın ailenin reisi olarak tanımlanması ve kadının çalışabilmesinin kocanın iznine bağlanması gibi maddeler ise kadın mücadelesinin de emeğiyle ilerleyen yıllarda revize edildi.

Toplumsal alandan kamusal alana laikliğin tasfiyesi 

Yukarıda tanımlanan tüm bu ileri adımlar burjuva laisizminin uygulamaları bile olsa emekçi kadınlar için asla gerisine düşülmemesi gereken kazanımları içeriyor. Ancak cumhuriyetin kuruluş yıllarından AKP dönemindeki cumhuriyetin tasfiyesi yıllarına hızlı bir geçiş yaptığımızda, bugün bir karşı devrim saldırısının içinde olduğumuz ve yükselen kadın mücadelesine rağmen kadınların toplumsal konumlarında bir gerileme olduğu hızla farkediliyor. 

İktidarı ele geçiren burjuvazinin iktidarını elinde tutmak için gericilikle işbirliği yapması elbette bizim topraklarımıza özgü değil. Fransız Devrimi ve 1848 Avrupa Devrimleri bunun tarihsel, bugünkü dünya ise güncel örnekleriyle dolu. Dinin siyasal etkisini ortadan kaldıran düzenlemeler yaparken gayet radikal olan burjuva devrimlerinin toplumsal yaşantıda dinin belirleyici olmasından adeta memnun olmasının nedenleri ise bu deneyimlerden açıkça anlaşılabiliyor. Burjuvazi için bu noktada önemli olan işçi sınıfı mücadelesinin iktidarını tehdit etmesi durumunda gerekirse dinin “birleştirici” ve şükrettirici özelliklerinden faydalanabilmek ve bu dünyaya ait sorunların çözümünü öbür dünyaya erteletebilmek oluyor.  

Türkiye’de de cumhuriyetin kuruluş yıllarına damgasını vuran laiklik ve aydınlanmacılık gibi ilerici değerler zamanla yerini muhafazakârlığa ve ardından liberalizme bıraktı. Bugün ise siyasal rejimin temel ekseninin dinselleşme olduğunu, siyasetin çoktandır dinsel referanslarla yapıldığını görüyoruz. Dinin artık sadece toplumsal alanda değil kamusal alanda da belirleyiciliği söz konusu. Çünkü yirmi yıldır iktidarda olan AKP her fırsatta bir karşı devrimci uygulamayı yürürlüğe koyuyor. Bu uygulamaların çok büyük bir kısmı ise hiçbir dolayım olmaksızın doğrudan kadınları ilgilendiriyor. 

2008 yılında kamusal hizmetlerden yararlanmada başörtüsü serbestisinin MHP’nin desteği ile mecliste kabulü, ilerleyen yıllarda bu serbestinin okulda dokuz yaşına kadar inmesine evrildi. Böylece din özel alanın dışına, kamusal alana taştı.

Eğitimde yapılan onlarca değişiklikten biri olan 4+4+4 eğitim sistemi ile AKP’li yıllarda pek çok kız çocuğu örgün eğitimin dışında kaldı. Karma eğitimin sınırlandırılması çabasına imam hatiplerin yaygınlaştırılması ve kız çocuklarının bu liselere yönlendirilmesi eşlik etti. Eğitim müfredatının içeriği bilimsellikten uzaklaştı, bireysel rekabete odaklandı ve müfredatta cinsiyetler arası eşitliğinin esamesi kalmadı. Okul kitaplarında kadınlar evde ve mutfakta resmedilirken üretici ve karar verici olan erkeklerdi. 

Önemsiz gibi geçiştirilen ama medeni kanunda önemli bir törpülenme olan bir diğer değişiklik, resmi nikâh olmadan dini nikâh kıyılmasını cezalandıran yasanın 2015 yılında kaldırılmasıydı. Bunu müftülere evlendirme memurluğu yetkisinin verilmesi izledi. TCK Madde 103-4-5’de (çocuk istismarı ve cinsel taciz yasası olarak biliniyor) yeni düzenlemeler yapılmasına, nafaka süresinin kısıtlanmasına, şiddet ve boşanma davalarında arabuluculuk uygulanmasına dair hala süren tartışmalarsa kadınların önemli birer mücadele gündemi olmaya devam ediyor. Görüldüğü gibi eğitim sisteminde ve medeni kanunda yapılan tüm bu değişiklikler kadınların kurtuluşunun laiklikle doğrudan olan ilişkisini açıkça gözler önüne seriyor. 

Kadın mücadelesinin ve bazı uluslararası kurumların yıllardır önemli bir gündemi olan kadına yönelik şiddetle mücadele, iktidar tarafından Diyanet İşleri Başkanlığının kadın vaizler ataması ile “destek”lendi. Devletin şiddet gören kadınlara sağlanması gereken hukuksal ve psikolojik desteği bu vaizler yaptıkları cami ve ev sohbetlerinde bir çeşit arabuluculuk ile idame ettirme eğiliminde oldu. Şiddet gören kadınlara şiddet uygulayan aile bireylerini alttan almaları, ailelerine sahip çıkmaları ve daha çok camiye gelmeleri önerildi. 

Öte yandan siyasal iktidar kadın erkek ilişkilerine kendi yaklaşımını toplumun genel kabulü haline getirmek için her fırsatı değerlendirdi. Kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu, kadın ve erkeğin eşit değil birbirini tamamlayıcı olduğunu dillendiren siyasilerin kadınlar için uygun gördükleri tamamlayıcı rol yüce annelik ve kutsal ailenin devamını sağlamak idi. Eşitlik söyleminin her türlüsüne alerjisi olan siyasi iktidar, kendi kadın örgütlerine cinsiyetler arası “adalet”in propagandasını yaptırdı. Kısaca laiklik uygulamaları azaldıkça aileye ve kadının anne rolüne vurgu arttı. Henüz yasal düzleme taşınması göze alınamayan dinci gericiliğin kürtaj ve doğum kontrolü karşıtlığı ise siyasiler tarafından güçlü bir Türkiye için gereken genç işgücü ihtiyacı söylemi ile meşrulaştırılmaya devam ediliyor. 

Kadının temel görevinin annelik olarak tanımlanması ve ailenin kutsanması aslında tam da burjuvazinin ihtiyaçlarına tekabül ediyor. Ev eksenli tanımlanan kadının emeği değersizleştiriliyor ve kadın emek gücü ucuz emek gücü olarak piyasada yerini alıyor. Bunun bir diğer sonucu ise ebeveynlerin her ikisinin de çalıştığı ve geçim sıkıntısı çeken emekçi ailelerin gasp edilen kreş hakları nedeniyle çocuklarını tarikat ve cemaatlere emanet etmek durumunda kalması oluyor. 

Kısaca laikliğin tasfiyesi ve toplumun dinselleşmesinin sonucu olarak Türkiye’de kadın politikasının en önemli bileşenleri; Nazi Almanyası’nın kadınlar için uygun bulduğu (3K:Kinder, Küche, Kirche) çocuk, mutfak, kilise -din- üçlüsünün ta kendisi oluyor.

Hangi laiklik, hangi özgürlük? 

Birinci Cumhuriyetin ve kuruluş paradigmalarının tasfiyesi her ne kadar AKP iktidarı döneminde gerçekleşse de sürecin temel taşları aslında 1980’lerde sola yönelik büyük saldırı ve neoliberal politikaların uygulanması ile döşenmeye başlandı. Solun yenilgisi ve işçi sınıfı mücadelesinin geri düşmesiyle ülkenin ekonomik ve politik geleceğinde liberalizmin etkisi belirgin derecede arttı. 

1980 darbesi sonrası liberaller, sol adına konuşmaya devam eden bir kesimin desteği ile temel mesele olarak cumhuriyet ile hesaplaşmayı önlerine koydular. Cumhuriyetin ve laikliğin tepeden inmeci ve halkın değerleri ile uyumsuz olduğunu iddia ettiler.2 Laiklik ve otoriterlik akademinin yeni gözde konusu haline gelirken zamanla bu başlıklara feminizm eklendi. Böylece ilerici kesimlerin dilindeki din ve vicdan özgürlüğü söylemi de yerini bireysel hak ve özgürlüklere bıraktı. 

Bu yılların önemli siyasi olaylarından biri “Türbana özgürlük” eylemleriydi. Örtünmenin siyasallaştırılmasını dikkate almayan liberalizm, türbana özgürlük talebini eşit yurttaşlık ve bireysel özgürlük talebi olarak pazarladı. Kamusal alandaki türban yasağı kadına yönelik baskı ve devlet şiddeti olarak karşıya alındı. Akademinin bizzat beslediği bir düşünce olarak Türkiye modernleşmesinin otoriterliği, müslüman kimliğin baskılandığı ve mağdur olduğu izlenimini beslerken bundan güç alan liberal sol ve feministler üniversiteler önünde yapılan türban eylemlerine “birleştirici etkisi” nedeniyle destek verdi. Kadın haklarının işçi sınıfı siyasetinden bağımsız olması gerektiği düşüncesi laikliğin kültürel bir alan olarak kavranması ile birleşince kapsayıcılık adına dinci gericiliğin yükselişine karşı körlük kaçınılmaz hale geldi.  

Bu dönemde kadın mücadelesi içindeki liberal kesimler kapsayıcılık, çok seslilik, özgürlük ve demokrasi adına türbana özgürlük talebini sahiplenirken kemalist kesimler laiklik ilkesinin ihlaline odaklanarak 1950’lerdeki “Modern Türk Kadını” idealinin yerine “Laik Türk Kadını” idealini koydu. Hem laiklik düşüncesi hem de kadının kurtuluşu kavrayışlarında her iki cephede de olmayan ise sınıfsal bakışın ta kendisiydi. 90’lı yıllarla beraber kadın mücadelesinin ana eksenini hukuk temelli bir hak arayışı oluşturmaya başladı. Bu anlamda laik ve özgürlükçü kesimlerin ayrılan yolları yeniden kesişti. Emperyalizm kapitalizmin rehabilite edilebilir olduğu yanılgısını yaygınlaştırmaya çalışıyor, üstelik bu doğrultuda hazırlanan bazı uluslararası kuruluşların rapor ve eylem planları devletler tarafından benimseniyordu. Sivil toplumculuk destekleniyor, kadın örgütleri düzen içi iyileştirmeler için devletle işbirliği içinde bazı projeler yürütüyorlardı. Kadınların kurtuluşu için eğitim ve kentleşme biricik reçete olarak formüle ediliyordu. Yoksul kız çocukları için eğitim burslarının, kadınların ekonomik bağımsızlığı için halk eğitim kurslarının organizasyonu temel etkinlik haline geldi.3

Sonsöz yerine 

Türkiye’de kadınlar için laiklik başlığı bu yazıda pek çok tartışmaya girmeden ve ancak genel hatlarıyla ele alınabildi. Kadının kurtuluşu mücadelesinde önemini yitirmesi söz konusu olmayan laiklik, dinci gericiliğin devam eden saldırısı nedeniyle güncelliğinden de hiç kaybetmiyor. Laik cumhuriyetin kadınlar için kazanımlarına karşı yapılan bu saldırılar sürdükçe toplumsal yaşantının her alanında kadınların maruz kaldığı şiddet, ayrımcılık ve sömürü artıyor. Burada suçluyu tek başına gerici siyasal iktidardan ya da onun gerici uygulamalarına göz yuman ve laikliğin içini boşaltan düzen muhalefetinden ibaret görmek, cezayı keserken burjuvazinin bizzat kendisini gözden kaçırmak anlamına gelebileceğinden dikkat gerektiriyor. Bir sermaye projesi olduğu açık olan AKP iktidarının, piyasanın ihtiyaçlarını karşılama yeterliliğine bağlı olarak bundan sonra da burjuvazi tarafından destekleneceği ya da günü geldiğinde burjuvazinin bunu yapma iddiası olan bir başka düzen partisi ile yoluna devam etmeyi seçeceği akılda tutulmalı. Söz konusu yeterlilik ise sermayeye sağlanan teşviklerin ötesinde siyasal iktidarın kitleleri yönetebilme gücüne, yani emekçi sınıfların derinleşen sömürü ve eşitsizlikler karşısında suskun kalmasının ve boyun eğmesinin sağlanmasından başka bir şey değil.

Bu noktada akla ilk toplumsal dinamiğin, iktidara geldiği ilk yıllardan itibaren AKP’ye geri adım attırabilen kadınlar olmasını, kadınların dinselleşme ve otoriterleşme eğilimi karşısında aldıkları direngen tutumun Türkiye siyasetini doğrudan etkilediği gerçeğini bir kenara yazalım. Üstüne bugün pandeminin büyüttüğü ekonomik kriz ve geçim sıkıntısı içinde emekçi sınıfların giderek artan hoşnutsuzluğunu ve dinci gerici iktidarın azalan yönetebilme yeteneği de ekleyelim. Unutulmamalıdır ki dinci gericiliği kim püskürtürse kazanan o olacak. Kazanansa bu defa burjuvazi değil, emekçi kadınlar ve emekçi halk olmalıdır. 

http://dayanismameclisi.org/

  • 1. Server Tanilli, Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar: Kadın Sorununun Neresindeyiz? Cumhuriyet Kitapları, 2010
  • 2. Türkiye Komünist Partisi, Muhafazakârlık ve Liberalizme Karşı Türkiye’de Aydınlanma ve Kadın Mücadelesi, Gelenek, Ocak 2019, 137.
  • 3. Selin Çağatay, Kemalist Feminizm, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 10 / Feminizm, İletişim Yayınları, Kasım 2020