GÖRÜŞ | Viyana görüşmeleri: İran nükleer silaha mecbur kalabilir

Şu haliyle anlaşma tüm taraflar için avantajlar taşıyor, ancak taraflar, müzakere masasına ağır bagajlarla gelmeyi tercih etti.

Hakkı Hacınebioğlu

İran ve 4+1 ülkeleri (İngiltere, Rusya, Çin, Fransa ve Almanya) arasındaki Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) müzakereleri Viyana’da tekrar başladı. İran seçimlerinden sonra yeni hükümetin şekillenme sürecinde aksayan görüşmelerin yedinci turu 29 Kasım’da başlamış oldu. Sürecin bir diğer ve en önemli muhatabı ABD görüşmelerde doğrudan yer almıyor. İran delegasyonu ile diğer ülkeler arasındaki görüşmelerden sonra 4+1 ülkeleri ile ABD heyeti arasında bir başka görüşme trafiği gerçekleşiyor. Tek başına müzakerelerin bu içeriği bile anlaşma sağlanmasının zor, uzun ve karmaşık bir süreç sonunda mümkün olabileceğini hatta görüşmelerin nihayetinde sonuçsuz kalabileceğini gösteriyor.

Şah’ın rüyasından mollaların ‘istiklal’ arayışına

İran’ın nükleer enerjiye ilgisi ironik bir şekilde, ABD’nin de desteğiyle Muhammed Rıza Şah döneminde başladı. 1950’li yıllarda başlayan programın ivme kazandığı dönem 70’ler oldu. Bu İran’ın ciddi bir sanayileşme sürecine girdiği, petrol rantiyesinden elde edilen gelirlerin bir dizi yatırıma akıtıldığı bir dönemdi. Şah ve İran’ın nükleer programının babası olmakla meşhur Ekber İtimad, nükleer enerjinin İran’ın sanayileşme ile birlikte artan enerji ihtiyaçlarına çözüm olmasını, petrolle elde edilen enerjiye alternatif yaratılmasını ve modernizasyon için gerekli yüksek teknoloji kabiliyetlerini İran’a kazandırmasını umuyorlardı.

Bir takım milliyetçi rüyalar eşliğinde İran’a dair yüksek bir vizyon yaratmaya çalışan ve çıtayı mümkün olduğu kadar yüksek tutan Şah için nükleer enerjinin moral ve propaganda değeri de vardı. Bu haliyle monarşi dönemi İranı’nın nükleer enerji çalışmaları epey barışçıl görünüyor. Ancak Ekber İtimad’ın çok sonra verdiği röportajda Şah’ın hiç değilse nükleer silah üretme kabiliyetine sahip olmayı istediği, gerekli olması durumunda kısa sürede nükleer silah üretilebilmesini aklına koyduğu anlaşılıyor. Şah’ın kanlı ve işbirlikçi tiranlığı, akıldışı milliyetçi saçmalıklarıyla birlikte bugün hala devam ediyor olsaydı İran nükleer silahlara sahip olmuş olur muydu, bilmek mümkün değil. Ancak benzer dönemlerde, benzer barışçıl hedeflerle nükleer enerji programına başlamış olan ülkelerden, misalen Pakistan, bugün ciddi bir nükleer silah envanterine sahip. Şah’ın nükleer enerji çalışmalarından beklentisinin salt barışçıl amaçlar taşımadığından kuşkulanmak için bir başka sebep de Şah’ın silahlanmaya verdiği önemdir. Şah, akıl almaz paralar harcayarak İran ordusunu bölgenin tartışılmaz en güçlü ordusu haline getirmiştir. Çılgınlık seviyesindeki harcamalar ve satın alınan askeri platformlar 20’nci yüzyıla son derece zavallı bir halde giren İran ordusunun büyük bir ordu haline gelmesini sağladı.

1979 İran İslam Devrimi’nden sonra İslami yeni rejim nükleer enerji programını askıya alır. Bunda yeni rejimin nükleer enerji ve devrimin programı arasında bağ kurmakta zorlanması, nükleer enerji çalışmalarının bazı ayaklarının Batı olanaklarına muhtaç olması etkili olmuş görünüyor. Bu durum elbette uzun sürmez. Molla rejiminin 1982 yılında çalışmalara tekrar başladığı anlaşılıyor. Burada da tıpkı Şah döneminde olduğu gibi nükleer enerji çalışmalarında barışçıl ve askeri olmak üzere iki ayak olduğunu, askeri ayağın monarşi dönemine kıyasla daha da net olduğunu söyleyelim.

İran yalnızca petrol rantiyesi üzerine kurulu bir ekonomiye sahip olamayacak kadar büyük bir ülke. Üstelik devrim öncesinden bile geniş bir coğrafyada, bütün bir İslam dünyasında varlık gösteren, bütün bir İslam dünyasına dair ideolojik, ekonomik ve siyasi ihtiraslara sahip olan bir ülke. Bu şartlar altında nükleer enerjiden molla rejiminin beklentileri oldukça fazla. Nükleer enerji, İslam devriminin kendi kendine yeten bir ekonomi yaratma iddiasında enerji olanaklarının çeşitlenmesi hedefiyle uyumlu. Sanayileşme, yüksek teknoloji üretme gibi hedeflerle de tam uyum içinde. Günümüzde nükleer enerjinin İran ekonomisi için önemi gittikçe artıyor. Dünyanın en zengin petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olan İran, aynı zamanda ABD, Rusya ve Çin’den sonra en çok doğal gaz harcayan ülke. Öyle ki İran, doğal gaz ihtiyacını karşılayabilmek için Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden nakledilmesinden aldığı paya muhtaç ve böyle giderse birkaç yıl içinde doğal gaz ihracatını sona erdirmek zorunda kalacak. Finans ve teknoloji yetersizlikleri nedeniyle alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapamayan İran için nükleer enerji hiç olmadığı kadar önemli. Devrimin hedeflediği kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip bağımsız bir ülke ideali için nükleer enerjiden daha önemli başka bir alan yok.

Meselenin askeri ayağında işler haliyle karmaşıklaşıyor. İran, nükleer enerji programının askeri bir nitelik taşımadığını savunuyor. İslam Devrimi Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamaneyi’nin kitle imha silahlarının haram olduğuna dair fetvasıyla da İran’ın nükleer silah üretmesi şimdilik yasa dışı. Başta ABD olmak üzere Batı, İran’ın nükleer silah üretmeyi hedeflediğine emin. Batılı istihbarat örgütlerinin zaman zaman hazırladığı raporlar İran’ın nükleer silah üretme hedefi taşıdığını gösterse de bu son derece zorlu bir konu. İlgili belge ve raporların gerçeklikle propaganda nitelikleri arasında ayrım yapabilmek ciddi bir titizlik istiyor. Bu titizliği geleceğin tarihçilerinden beklemek en doğrusu olacaktır. Fakat İran’ın nükleer silah üretme arzusuna sahip olup olmadığını anlamak için başka konular üzerinden iz sürülebilir.

İran savunma sanayii, İran’ın savunma ihtiyaçlarını ciddi ölçüde karşılasa da birçok stratejik başlıkta yetersiz. Örneğin, kahir ekseriyeti devrim öncesinde Batı’dan satın alınan platformlardan oluşan hava gücünün yedek parça ve modernizasyon ihtiyaçlarını bir ölçüde karşılayabilen İran savunma sanayii, ömrü dolmak üzere olan bu platformların yerine yeni nesil platformlar üretme kabiliyetinden yoksun. Amerikan ambargosunu atlatıp ithalatla bu sorunu çözemezlerse İran’ın hava kuvvetleri yakın gelecekte, neredeyse sadece ismen var olan bir kuvvet komutanlığına dönüşecek. Böylesine büyük bir savunma açığı ihtimali ortadayken İran savunma sanayinin göz bebeği, konuya ilgisiz olanların dahi bileceği üzere balistik füze programı. Kilometrelere varan hedeften sapma payı ile balistik füzelerin ancak faydalı yük olarak kitle imha silahı taşırlarsa stratejik bir önemlerinin olduğu biliniyor. İran, savunma sanayii kabiliyetleri ile orantısız bir balistik füze gücüne sahip.

Ruhani’nin fiyaskosu

Bilindiği üzere İran, nükleer enerji programı bahanesiyle ABD tarafından çok ağır bir ambargoya tabi tutulmuş durumda. Üstelik Donald Trump döneminde yaptırımlar daha da sıkılaştırıldı. İran’ın bir önceki hükümeti olan reformist Hasan Ruhani hükümeti, müesses nizamın dış ve iç politika alışkanlıklarından ayrı bir program vaadiyle iktidara gelmişti. İster istemez bir yerde niyet okumak zorundayız ama Ruhani ve ekibinin molla rejimini içeriden dönüştürmeyi hedeflediği yanlış bir yorum olmayacaktır. Ruhani, ABD yaptırımları nedeniyle içinden çıkılmaz bir finans ve teknoloji darboğazı yaşayan İran burjuvazisini, yaptırımları uzlaşı yoluyla sona erdirme hedefiyle ikna etti. Onun büyük başarısı ise 2015 yılında gerçekleşti. İran’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya ile yaptığı anlaşmada, nükleer enerji programından verilen kısmi tavizler ve nükleer silah üretmeme garantisi karşılığında ABD, yaptırımların ciddi bir kısmını kaldırdı. Bu dönemden 2018’e kadar Avrupa’nın en meşhur tekelleri İran’a ihracat ve yatırım için sayısız girişimde bulundu. Yaptırımlar nedeniyle pek çok önemli ihracatı gerçekleştiremeyen ve dış yatırım alamayan İran’a adeta sermaye yağıyordu. Genç, görece nitelikli ve ucuz iş gücüne sahip olan İran’a yatırım yapmak, veya yatırımlarını artırmak için başta Avrupa sermayesi olmak tüm dünyadan büyük şirketler, büyük bir iştahla harekete geçtiler. Ruhani ve ekibinin İran burjuvazisi ve halkı üzerindeki kredisi müesses nizamın aleyhine olarak arttı.

2018 yılına geldiğimizde durum bir anda tersine döndü. İran’la yapılan anlaşmanın hatalı olduğunu, İran’ın nükleer silah üretmesini engellemediğini savunan Donald Trump yönetimi anlaşmadan çekildi. Trump yönetimi özellikle İran’ın balistik füze programının da kısıtlanması gerektiğini, balistik füze programının sürmesi halinde İran’ın bir vadede nükleer silaha sahip olma ihtimalinin ortadan kalkmadığını savunuyordu. Trump yönetimi İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasının İran’ın bölgesel ihtiraslarına son vermesini de kapsamasını istiyordu. Yine kısmen niyet okumak zorundayız, ancak Barack Obama yönetiminin İran’ın bu denli lehine olan bir anlaşmayla Ruhani ve ekibinin müesses nizam karşısında elini güçlendirmeyi hedeflediği pekala söylenebilir.

Bu tarihten sonra Trump yönetimi bilindik Amerikan haydutluğunu İran’a yöneltti. Ek yaptırımlarla İran ekonomisini ağır bir şekilde sarstı. Pandemi döneminde bile hafifletilmeyen yaptırımlar arasında doğrudan doğruya sağlık sistemini hedef alanlar dahi var. Ruhani hükümeti, bu durum karşısında Avrupa sermayesinin ABD’yi yola getirmesini umut etmekten başka bir şey yapamadı. Ruhani hükümeti bir yandan anlaşma yükümlülüklerini yerine getirmeye devam ederken bir yandan Avrupa ülkeleriyle bağ kurmaya devam etti. Avrupa Birliği, tüm arzu ve gayretlerine rağmen Trump yönetimine geri adım attıramadı. AB ve İran arasındaki ticari ilişkilerde, ABD yaptırımlarını bypass etmek maksadıyla kurulan INSTEX adlı ödeme mekanizması da ABD’nin baskısıyla hayata geçemedi.

Böylece reformist kanadın ve Ruhani’nin büyük hikayesi, büyük bir fiyaskoya dönüştü. Devrim sonrası İran’ın en büyük ekonomik atılım beklentisi, devrim sonrasının en büyük ekonomik yıkımına dönüştü. Söylem üstünlüğünü Ruhani ve reformistlere kaptıran muhafazakar kanat ve müesses nizam hızla toparlandı. 2020 milletvekili ve 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde reformistler tarumar oldu. İran’da artık Devrim Rehberi ve müesses nizamın kurumlarıyla uyumlu bir hükümet var. Toparlanan müesses nizam henüz reformist hükümet görevdeyken, milletvekili seçimleriyle birlikte mecliste muhafazakar çoğunluk oluştuğunda, zaten bir ölçüde elinde tutmaya devam ettiği dış politikayı büsbütün eline aldı. Ruhani hükümetinin anlaşma yükümlülüklerini sürdürme politikasına hızla son verildi.

Devam eden müzakereler

İranlı bilim insanı Muhsin Fahrizade’ye düzenlenen suikastten sonra da İran nükleer çalışmalarda el yükseltti. Suikasttan sonra çıkarılan yasayla İran Atom Enerjisi Kurumunun en az yüzde yirmi oranında uranyum zenginleştirmesi zorunlu kılındı. Yeni santrifüjlerin devreye girmesiyle birlikte İran, yüzde altmış oranında uranyum zenginleştirdiğini açıkladı. 5+1 ülkeleriyle imzalanan anlaşmada İran’ın zenginleştirmesine izin verilen uranyum oranı yüzde 3,67 iken, nükleer silah üretmek için gerekli oranın yüzde 90 olduğu biliniyor. Bu sırada İran, nükleer silah üretiminde kullanılan uranyum metali üretmeye de başladı.

Bu politika, Devrim Rehberi ve müesses nizamın ısrarcı olduğu, Batı ile anlaşmaya varmanın tek yolunun onları buna mecbur bırakmakla mümkün olabileceği tezinin sonucu. İbrahim Reisi muhafazakar hükümeti ve tüm kurumlarıyla İran müesses nizamı, nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasının İran için çok önemli olduğunun farkında. Ancak adil bir anlaşmaya varmanın ve ABD’nin yeniden anlaşmadan çekilmesini engellemenin tavizler verme yoluyla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlar. Ruhani hükümeti döneminde Hamaney, her fırsatta hükümeti Avrupa’ya da güvenilemeyeceği yönünde uyarıyordu. İran Viyana’da devam eden görüşmelerde ABD ile doğrudan görüşmemekte kararlı. Şu haliyle İran, masada otursa da müzakereyi reddediyor. İran, ABD’nin anlaşmaya eski haliyle geri dönmesini, İran’ın balistik füze programı gibi yeni başlıkların tartışılmayacağını kararlılıkla vurguluyor. ABD’nin anlaşmadan tekrar çekilmesinin önlenmesini talep ediyor. Bu ancak ABD Senatosu da anlaşmayı, anlaşma olarak onaylarsa mümkün. Yalnızca BM Güvenlik Konseyi’nden geçen anlaşmanın ABD için bir bağlayıcılığı bulunmuyor. ABD ise Trump dönemindeki ek taleplerini sürdürüyor, İran’ın balistik füze programının durdurulması, İran’ın “saldırgan dış politikasının” sona erdirilmesini talep ediyor.

Tarafların doğrudan masaya bile oturamadığı bu süreçten kısa sürede olumlu bir sonuç çıkması zor görünüyor. Trump’ın anlaşmadan çekilmesinden sonra hızla değer kaybeden İran Riyali, bu ihtimalin güçlü olması nedeniyle görüşmeler başlamadan hemen önce de bir değer kaybı yaşadı. İran’ın her biri ayrı yazı konusu olabilecek onlarca, belki yüzlerce ağır sorunu var. Anlaşma gerçekleşmezse bu sorunların çözümü bir yana daha da derinleşmesinin engellenmesi bile mümkün değil. Ve eğer anlaşma gerçekleşmezse, İran için nükleer silah üretmek bir tercihten ziyade zorunluluk haline gelebilir.

Yukarıda değinilen İran’ın hava gücünün yaşadığı ağır kriz başta olmak üzere, İran’ın savunma kabiliyetleri de yaptırımlardan derin bir şekilde etkileniyor. İran ordusunun envanterindeki askeri platformların büyük bir kısmı devrim öncesinden kalma oldukça eski platformlar. İran yaptırımlar nedeniyle silah envanterini yenileyememeye devam ederse oluşacak savunma açığını nükleer silahlarla kapatmak zorunda kalabilir. Son iki yıldır, hiçbir zaman üstlenmese de muhtemelen İsrail tarafından, İran nükleer tesislerine bir dizi sabotaj düzenlendi. Bu sabotajların İran’ın nükleer programında aksamalara neden olduğu muhakkak olsa da, bu tip saldırılar nükleer silah üretmeye karar veren bir İran’ı durduramaz. İran’ın nükleer enerji alanında geçtiğimiz yüzyıldan itibaren biriktirdiği büyük bir deneyim söz konusu.

Şu haliyle anlaşma tüm taraflar için avantajlar taşıyor, ancak taraflar, müzakere masasına ağır bagajlarla gelmeyi tercih etti.