Erzincan örneği, ekolojik yıkım, tehlikeler ve Hatay

'Yıkımların yaşandığı her yerde halk direniyor. Yaşamı için, havası, suyu, toprağı için! Bu direnmenin özünde sınıfsal bir politik mücadele olduğunun da bilincinde.'

Neval Oğan Balkız*

Kızılderili Atasözü şöyle der: "Bütün ağaçlar kesildiğinde, bütün hayvanlar öldüğünde, bütün sular kirlendiğinde, hava solunamaz hale geldiğinde, paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacaksınız!" 

Toprağı, suyu, havayı öldürürken ve insanları, zehirli, kirli, sağlıksız yaşam alanlarında yavaş yavaş ölüme mahkum ederken “yalnızca kâr ve daha çok kâr” hırsıyla, kendi türüne en büyük acımasızlığı yaşatanlar, neyi, ne zaman, nasıl “anlayacaklar?”  

6/20 Şubat depremlerinin yıl dönümüne denk gelen bir süreçte özellikle biz depremzedeler; depremde yaşadığımız acıların, deprem sonrası içinde bulunduğumuz koşulların, depremin ve sonrasındaki süreçte gerçekleşen yıkım, moloz taşıma ve depolama işlemlerindeki hukuksuzluk, tedbirsizlik ve keyfiliğin de katlanılamaz hale getirdiği ekolojik felaketin ağırlığının yarattığı haklı öfkenin yoğunluğu yanında, yaygın ve sürekli hale gelen doğa ve insan kaynaklı afetlerin, Erzincan İliç’teki örnekte olduğu gibi “göz göre göre beklenen” tehlikenin gerçekleşmiş olmasının acısını ve kaygısını da yaşıyoruz. 

Yaşanan afet ve yıkımlar ekonomipolitik bir tercihtir!

AKP iktidarı boyunca, neoliberal politikaları en acımasız şekilde yerelleştirmek ve yerleştirmek için çalıştı. Kendi ekonomipolitik yapısı ve amacı olarak, sermaye ve iktidarlarının çıkarları için, daha çok kâr için, vahşi piyasa koşulları ve enerji politikaları ile, insanların doğal yaşam alanlarını ellerinden aldı, dağları, ormanları, zeytinlikleri denizleri, nehirleri, tarım arazilerini yağmaya açtı, talan etti. Maden, Turizm Teşvik ve Orman kanunlarında yapılan değişiklikler tarım ve orman alanlarının bütünlüğünü bozdu, ormanların, koruma alanlarının, tarım arazilerinin birçok amaç için tahsisini kolaylaştırdı ve buraları inşaata açtı. Uyguladığı, toplumsal reformsuz “biçimsel bir demokrasi” ile ekonomik eşitsizliği arttırdı, toplumdaki eşitsiz, adaletsiz erk ve kaynak paylaşımını giderek yoğunlaştırdı. Bu ‘biçimsel seçim demokrasisi’, sivilleştirilmiş, muhafazakar, milliyetçi İslamcı AKP iktidarının yerleşmesine; neoliberal politikalara güçlü şekilde eklemlenmesine, siyaseti pragmatik, kısa vadeli reformlar ve tavizler ile çıkarların koordinasyonundan ibaret gören anlayışının kurumsallaşmasına yol açtı. Bu ekonomi politiğin ana dinamiğini de doğanın ve kaynakların acımasızca yok edilmesi oluşturdu.

2002 yılında iktidara geldiğinde 26 milyon 350 bin hektar olan tarım alanı, 2023 yılı itibariyle 23 milyon 137 bin hektara kadar geriledi. AKP iktidarı sürecinde, 2 milyon 573 bin futbol sahasına denk gelen yaklaşık 28 milyon dekar tarım arazisini imar ve inşaata açmış oldu.

Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ) Yük Tevzi Bilgi Sistemi Dairesi Başkanlığı verilerine göre; Türkiye’de, 756 adedi hidroelektrik, 16’sı ithal kömür, 46'sı linyit, 4’ü taş kömürü ve 63’ü jeotermal santral bulunuyor.

Bunların kurulması için bir gecede 6 bin zeytin ağacının kesildiği Soma Yırca'da olduğu gibi, Amasra'da, Bartın'da, Zonguldak Çatalaağzında, Karadeniz Ereğili'de, Samsun Terme'de, Sinop Gerze'de, Ordu Ünye'de, Karaman Akçaşehir'de, Çanakkale Karabiga'da termik santrallerin yapılması planlanıyor. Mersin Akkuyu'da insan yaşamını yok edecek nükleer santral inşaatı, çok bilinmeyenli tehlikeleri de içerecek şekilde devam ediyor!

Türkiye’nin ormanları, tarım arazileri, meraları maden projeleriyle talan ediliyor. Manisa Turgutlu Çaldağı'nda (iki milyon ağacın kesilmesine yol açacak) nikel madeni, Kaz Dağları, Bergama, Havran, Eşme, İzmir Efem Çukuru vb. yerlerde yaşanan doğa yıkımı, giderek ülkenin her yanına sistematik şekilde yayılıyor!

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın verilerine göre, sadece 2024 yılının ilk yirmi günü içerisinde 537 farklı proje için ÇED (çevresel etki değerlendirmesi) süreci başlatıldı. Bu projelerin 190’ı yeni maden sahaları için yapılan başvurulardan oluştu. Doğal alanları tehdit eden 89 proje için onay verildi. 11 ildeki (Bingöl, Bursa, Elazığ, Eskişehir, Kastamonu, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Muğla, Sinop, Tokat ve Zonguldak bu iller içerisinde) 6 milyon 74 bin 411 metrekarelik alan “orman” olmaktan çıktı. 212 yeni maden sahası ihale edileceği açıklandı. 

Erzincan ikinci depremi İliç’te yaşıyor! 

1939’da Erzincan’da yaşanan büyük depremin ardından, onulmaz acıları “Kara Haber” adlı şiirinde ağıda dönüştüren Nâzım Hikmet şöyle yazmıştı:

“Erzincan'da bir kuş var
kanadında gümüş yok.
Gitti yârim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy, dağlar, dağlar, dağlar...
Aldı ellerine kanlı başını
karın ortasında Erzincan ağlar...
O ağlamasın da kimler ağlasın...”

Erzincan ve tüm ülke, bugün de ağlıyor! Anagold Şirketinin işlettiği Yukarı Fırat Su Havzası ve birinci derece fay hattı üzerinde bulunan Çöpler Kompleks Madeni için 2001’de sondaj çalışmalarına başlanmış ve ilk ÇED çalışmaları 2007-2008 tarihlerinde yürütülmüş ve hazırlanan ÇED raporuna, 16 Nisan 2008 tarihinde “ÇED Olumlu” kararı verilmişti. Maden için 2008’de verilen ÇED Raporu kapsamında 18 yıl sürdürülmesi planlanan faaliyetlerde 100 milyon ton kaya (pasa) ve 52 milyon ton cevher çıkarılacağı belirtiliyordu. 2010’da siyanürle altın üretimine geçildi. Ancak rakamlar zaman içerisinde arttı. 2014’teki ÇED raporunda pasa 173 milyon tona çıkarıldı. 2019’da sodyum siyanür 11 bin tona, sülfürik asit üretimi 122 bin tona çıkarıldı. 2021’de ise rakamlar dört kata kadar arttı; pasa 420 milyon tona, cevher 85,3 milyon tona çıkarıldı. Aynı yıl içinde yayınlanan raporda ise 18 adet tehlikeli maddeye yer verildi. Bunlar arasında solunum yollarına, sudaki organizmalara, ciddi yanıklara, aşındırıcı etkilere, cilt ve gözde aşırı tahrişlere neden olan sodyum siyanür, nitrik asit, bakır sülfat, sodyum hidrosülfit gibi insan sağlığı ve doğa için son derece zararlı maddeler yer almaktaydı. Mayıs 2022’nin ardından aynı madende 21 Haziran 2022’de siyanür solüsyonlu borunun kırılması sonucu siyanür sızıntısı meydana gelmişti.

Şimdi de maden alanında siyanürlü ayrıştırma işleminden geçmiş  tonlarca toprak, bütün bir bölgeyi tehlikeye sokacak şekilde, kaydı. Dokuz işçi toprak altında. Şimdi de aynı şirketin, benzer tehlike ve yıkımın, Artvin Hod Maden alanında da yaşanmasına yol açacak faaliyetleri için girişimlerde bulunduğu, kamuoyunda konuşuluyor. Dolayısıyla, bugün yaşanan bu büyük tehlike, göz göre göre gerçekleşti! Sorumluları da ortada. O imzaları atanlar, o izinleri verenler, şimdi hâlâ siyasetin ön yüzleri olarak, yerlerinde oturuyorlar. Kimileri de belediye başkan adayı oldular. 

Tehlike her yerde

2000 yılında Romanya’da yaşanan Baia Mare Felaketi’nin ardından bazı Avrupa ülkelerinde siyanürle altın ayrıştırmak yasaklanmış olmasına rağmen, Türkiye’de süreç, en vahşi haliyle sürüyor.

  • Ovacık Altın Madeni – İzmir/Bergama – Koza Altın – 2001
  • Sart Altın Madeni – Manisa/Sart – Pomza – 2002
  • Kışladağ Altın Madeni – Uşak/Eşme- El Dorado Gold/TÜBRAG Madencilik – Kanada- 2006
  • Mastra Altın Madeni – Gümüşhane – Koza Altın – 2009
  • Çukuralan Altın Madeni – İzmir – Koza Altın – 2009
  • Çöpler Altın Madeni – Erzincan/İliç – Anagold – 2010
  • Efem Çukuru Altın Madeni – İzmir – El Dorado Gold/TÜBRAG-Kanada – 2011
  • Kaymaz Altın Madeni – Eskişehir- Koza Altın – 2011
  • Bolkardağ Altın Madeni – Niğde – Gümüştaş Madencilik- 2012
  • Midi Altın Madeni- Gümüşhane – Yıldızbakır – 2012
  • Himmetdere Altın Madeni – Kayseri – Koza Altın – 2012
  • Fatsa Altın Madeni- Ordu – Altıtepe Madencilik – Bahar/Stratex-Oriole/Cominco – 2015
  • Bakırtepe Altın İşletmesi – Sivas – Koç/Demir Export – 2015
  • Kaş Altın Madeni – Kayseri – Koç/Demir Export – 2016
  • İnlice Altın Madeni – Konya – Eczacıbaşı/Esan – 2016
  • Kızıltepe Altın Madeni – Balıkesir – Zenit Altın – El Dorado Gold – 2017
  • Lapseki Altın Madeni – Çanakkale – Norol/Tümad Madencilik – 2019
  • İvrindi Altın Madeni – Balıkesir – Norol/Tümad Madencilik – 2019
  • Öksüt Altın Madeni – Kayseri/Öksür – Öksüt Madencilik/Centerra – 2020 (İbrahim Gündüz-2022)

Bu maden alanlarında, siyanür ve diğer kimyasallar ile ayrıştırma yapılmaya devam ediliyor. Bu yöntemin yasaklanmasını, ilgili şirketlerin ve sahaların kapatılmasını sağlamak, Türkiye’de, tüm kamuoyunun, sivil kitle örgütlerinin, üniversitelerin ve siyasetin en öncelikli hedeflerden biri olmalıdır.

Antakya /Hatay için büyük tehlike 

Depremde en büyük yıkımı yaşamış Hatay (özellikle, Antakya, Samandağ, Arsuz İskenderun, Kırıkhan) 255 bin binanın yıkılmış olduğu, enkazın hala en az yüzde 25’nin kaldırılmayı beklediği, büyük bir halk kesiminin halen beş bin çadırda ve iki yüze yakın konteyner kentte, birçok insanın hasarlı evlerde yaşam kurmaya çalıştığı koşullarda; sağlıklı barınma ve depreme karşı güvenli konut sorununun giderek büyüdüğü, insanların güvenli gıdaya erişim olanağının, temiz su ve hijyen olanaklarının çok sınırlı olduğu, şebeke sularının kullanıma elverişli olmadığı (bakteri ve basil nedeniyle) ve analizlerinin de yayınlanmadığı, şehrin bütünüyle bir enkaz, toz ve moloz yığınına dönüştüğü, molozlar ve asbestin halk sağlığı açısından yaygın hastalıklarla, nefes darlığı, kanser vb. büyük bir risk oluşturduğu, ekolojik yıkım yarattığı, sağlık hakkına erişimin çok sınırlı olduğu, alt yapısı oluşturulmuş hastanelerin bulunmadığı, ulaşımın ve eğitimin zor koşullar içinde sürdürülmeye çalışıldığı, yaşam güvenliği, bireysel ve toplumsal güvenlik sorununun, hırsızlık olaylarının yaygın hale geldiği, insanların kendi acılarını sağaltma, yas tutma olanaklarının bile olmadığı ortamda; tarım alanları, orman arazileri, zeytinlikler hukuka aykırı şekilde imara açılmakta, acele kamulaştırma kararları ile yer tespitlerinin neye göre ve hangi gerekçelerle yapıldığı da kuşkulu bir şekilde, hukukun genel ilklerine, mevzuata ve mülkiyet haklarına aykırı olarak, Dikmece örneğinde olduğu gibi, afeti yaşayan köylünün elinden alınmaya çalışılmakta, halkın açmış olduğu davalarda alınmış yürütme durdurma kararları da uygulanmamakta, mağduriyet çeşitlenerek, kalıcı hale getirilmekte. Bu süreçte sistematik ağaç kesimleri yapıldı, şehrin her bölgesini, dere yatakları, tarım alanları, evlerin bahçeleri dahil, moloz döküm alanı haline getiril, yerinde ayrıştırma uygulaması yapıldı, kanun ve yönetmeliklere aykırı ayrıştırma, ayıklama, taşıma ve depolama gerçekleştirildi, Halkın sağlığını sürekli tehdit edecek şekilde, asbest, silika, civa vb. maddelere sürekli maruz olacağı, bu zehirli, kanserojen maddelerin hava, toprak ve suya karışacağı, gıda ürünleri ile de insan sağlığını kuşaklar boyu tehdit edeceği bir boyut ve ortam yaratıldı. Tehlikenin boyutu, Türkiye Acil Tıp Derneği Afet Grubu Sekreteri Doç. Dr. Sarper Yılmaz’ın raporundaki veriler ile çarpıcı, vahim şekilde ortaya konulmuş durumda. Ancak bu ekolojik yıkım, bu çevresel afet yetmezmiş gibi, deprem sonrası süreçte Hatay’da Antakya, Defne, Arsuz, İskenderun’da ağırlıklı olmak üzere kırka yakın taş ve maden ocağı projeleri başlatılması kararı verildi, Bunlardan yaklaşık on ikisi için mahkemeler, ÇED gerekli değildir kararı vermiş bulunuyor. Bizler, Anayasal ilkelere, yasal düzenlemelere aykırı olarak yaşam hakkımız, maddi ve manevi kişiliğimizi geliştirme, sağlıklı bir çevrede yaşama haklarımız başta olmak üzere, “biyolojik, fizyolojik ve moral” boyutlarıyla insansal varlığımızı sürdürme olanaklarından yoksun bırakılıyoruz, kuşaklar arası aktarılacak hastalıklara maruz bırakılıyoruz! 

Sağlıklı bir çevrede yaşamak, doğayı korumak eylemliliği yaşamsaldır ve politiktir

Bu yıkımların yaşandığı her yerde halk direniyor. Yaşamı için, havası, suyu, toprağı için! Hayatta kalmak ve hayatı var etmek için direniyor. Bu direnmenin özünde sınıfsal bir politik mücadele olduğunun da bilincinde. Serdar Kızık'ın dediği gibi; "Çünkü çevreyi kirletenlerin, onların hayatına, doğalarına, varlığına kastedenlerin sermaye ve onun iktidarları olduğunu biliyor. Bu bilinç hepimize sesleniyor. Varlığına sahip çık diyor! Kulak değil, el verme zamanı! Hayatı var etmek ve sürdürmek buna bağlı."

Türkiye’de çevre mücadelesi, toplumsal alanda özgürlük ve demokrasi talebini bir kavram düzeyinden çıkarmış, onun olanaklığını tanıyan bir eylemselliğe dönüştürmüş bulunuyor, kimi oldukça önemli sosyoekonomik, ekolojik ve siyasal dönüşümleri, demokratik kurumlar bağlamında gerçekleştirmeyi amaçlayan bu eylemlerin öznelliği ve tekliği, iktidar ilişkilerine soyut bir itiraz değil, ciddi şekilde karşı koymanın etkili bir yolunu oluşturmasından, yeni söylemler ve biçimler ortaya koymasından kaynaklanıyor. Bu eylemlerde toplumun değişik ve farklı kesimleri; yeni mücadele yöntemlerini keşfetmiş bulunuyor. Artık itaatkar olmaktan çok, başına buyruk olmanın, merkezi bir otoritenin yönlendirdiği bir muhalefet için değil, kendiliğinden oluşan beraberliklerin içinde bulunmanın farkını deneyimlemiş durumda. Aynı hareketin parçaları olduklarını kavrayarak ve farklılıklara saygı göstererek bir arada olmanın ve tartışmanın önemini biliyor. Bu nedenle eylemler; geleneksel politikada “görülebilir olanla görülemez olanı, hayal edilebilir olan ile edilemez olan arasındaki ilişkiyi” ve “bu ilişkideki değişimleri düzenleyen kurucu unsurları” yeniden düşünmemizi/sorgulamamızı zorunlu hale getiriyor.   

Bu anlamda, geleneksel neoliberal akıl yürütmeleri aşarak; “politik” olanın gerçekleştiği yeni alanın sınırları nedir? Geleneksel partilerin yanında, bu alanda hangi yeni aktörler yer almalıdır? Politik karar alma süreçlerine kimler katılmaktadır? Kimler katılmak istemektedir? Sorularına yanıt oluşturacak veriler sunuyor. Bunu için herhangi bir model yok. Tek model, deneyimlerin çeşitliliği ve bu eylemliliğin buluşları olacaktır.

*Hukukçu/Akademisyen