'Edebiyatın dışına itilmiş özneleri, yeniden içeri davet etmeye çalıştım'

Emre Falay’ın Düş Değil adlı öykü kitabı hem yakın tarihimize ayna tutuyor, hem de siyasal kesitlerden insan manzaralarını anlatıyor.

Özkan Öztaş

Geçtiğimiz günlerde Yazılama Yayınevi’nden çıkan Emre Falay’ın Düş Değil adlı öykü kitabı hem yakın tarihimize ayna tutuyor, hem de siyasal kesitlerden insan manzaralarını anlatıyor.

Kendisiyle yaptığımız söyleşide yazarlık serüvenini, kitapta tercih ettiği konu ve biçimi, sanat-siyaset ilişkisini konuştuk. "Edebiyatın dışına itilmiş özneleri edebiyatın içine yeniden davet etmeye çalıştım" diyen Falay'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:

Hemen hemen her yazarın ilk edebi üretiminde kişisel hayatından büyük izler taşıdığı görülür. Hatta otobiyografik romanların sayısı da çoktur. Bu metinde, yani ilk üretimin olan bu çalışmada senin hayatına dair neler var? Otobiyografik bir metnin ötesine mi geçildi yoksa siyasal bir biyografi mi inşa etmiş oldun?

Yazarının yaşamı, aklı ve hayalleriyle yoğrulmamış, yazarının toplumsal konumlanışının ya da tercihlerinin dışında bir edebi metin var mıdır? İlk edebi üretimlerinde yazarlar bu tercihi belki daha doğrudan yansıtırken sonraki eserlerinde edebi kurgunun içine yedirmekte ustalaşıyor diye düşünüyorum. Bir de ilk üretim, kıyılamayan ilk çocuk gibi haşarılıkları göze alınan olsa gerek. Düş Değil her bir karakteri, sokağı, her bir sözcüğü ile biriktirdiklerimin bir çıktısı elbette. Belli bir kurgu içinde bu kitapta yolları kesişen karakterlerin büyük bölümü yaşantımın bir parçası oldu. Bir bölümü ise sızısı, umudu, arayışı ile kimi bir gazete haberinde okuduğum kimi olsaydı nasıl olurdu diye hayal ettiğim karakterler. Karakterleri bir araya getiren zeminde ise içinde yaşadığımız çağ ve memleketimiz var. İyi ama neden bir aradalar, neden hikâyeleri anlatılıyor, anlatılmaya değer mi, hadi anlatıldı diyelim okunmaya neden değer olsun sorusunun yanıtı ise politik olanda yatıyor. Bu noktadan sonra da ancak kolektif olandan söz edilebilir diye düşünüyorum. Anlatılan bizim hikâyemiz olsun istedim.

Hikâyelerde birçok farklı metnin havası var. Memleketimden İnsan Manzaraları ve Nâzım, Orhan Kemal'in işçileri ya da Sait Faik'in kimi öykülerinin izleri var gibi. Bu sence de öyle mi? Tercih miydi yoksa önüne geçemediğin bir etki mi?

Her bir öykünün biçimi üzerine ayrı ayrı epey kafa yorduğumu söyleyebilirim. Tümü bir araya geldiğinde ise bu biçimlerin birbirine ne kadar yakın olduğunu görüp şaşırdım. Hatta acaba yanlış mı yapıyorum diye bile düşündüm. Dönüp tekrar bakınca sorunun iki yanıtı olduğunu düşünüyorum. İlki beslenme kaynaklarımız. Nâzım’ı, Orhan Kemal’i, Sait Faik’i, çok daha fazlasını barındıran bu kaynaklar bizim de temel estetik yapıtaşımızı oluşturuyor. Yani etki kaçınılmaz ve hepsi tekrar tekrar dönüp ısrarla okunmalı. Her seferinde yeni bir şey daha bulacağımıza, yeniden keşfedeceğimize, bugüne ve yarına ilişkin arayışımıza yeni yol arkadaşları edineceğimize, yolculuğumuzda güçleneceğimize eminim. İkincisi ise belki bir tercih, belki de zorunluluk. Estetiğin anlatılanla anlatım biçimi arasındaki uyuma ilişkin de bir konu olduğunu düşünürsek, bu hikâyeler başka nasıl anlatılabilirdi, bilmiyorum. Yıllar önce Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde Direnmenin Estetiği üzerine seninle başlattığımız atölye çalışmasında güncel sanatın tarihi, anlamı, tarihin öznesi olarak anlam kazanan insanı dışarıda bırakan dilinden bahsederken katılımcı dostlarımızdan biri “Neyi anlatacağız sorusuna yanıt tamam da, nasıl anlatacağız?” diye sormuştu. Kendi klasiklerimize dönmekten korkmamalıyız, çünkü bugün sanattan ve edebiyattan hem bilinçli olarak dışlanan kökler onlar, hem de yeniyi arayacaksak bir başlangıç noktası olarak orayı hatırlamalıyız. Öykülerimdeki biçim en doğru ve en yetkin biçim mi, mutlaka tartışılır. Bu tartışmayı aşmanın tek yolunun da biçim ve içerik uyumuna kafa yormuş yeni üretimlerden geçtiğini düşünüyorum. Bu bakışla, bir yazarın, sanatçının arayış içinde farklı biçimleri denemesi olağan. Eleştirinin görevi de bu arayışın doğru biçimle buluşup buluşmadığına ilişkin yargısını iletmek olacaktır. Ben kendimce, klasik olarak görülüp edebiyattan neredeyse dışlanana geri dönmeyi tercih ettim. Kendi arayışımda, bugünün öykülerinde daha yetkin bir yol bulamadım.

"Abdullah'ın öyküsü"nü okurken bir yerde ben anlatıcı, "yüreğimizi, aklımızı temizlemeden, bir dili yeniden kurmadan, sözcükler yeniden bizim olmadan nasıl anlatılır?" diye soruyor. Sözcükler yeniden bizim olacaksa, bir zamanlar bizimken nasıllardı? Ve bugün nasıllar sözcükler ve daha önemlisi tekrar nasıl bizim olacak?

Az önce bıraktığım yerden devam edeyim o zaman. Israrla biçim ve içerik birlikteliğine vurgu yapıyorum. Mesele neyi anlatacağız ile başlıyor. Neyi anlatacağız sorusuna yanıtımız gerçekliği nasıl kavradığımızla doğrudan ilintili. Gerçekliği kavrayışımız, onun değişip değişemeyeceğine ilişkin yargımız, bu değişimde insana atfettiğimiz rol ise ideolojiler alanının konusu. Gidenin ve gelmekte olanın anlaşılması da bunun estetik, yazınsal alana yansıması da gayet politik. Bir kere bunun gereksindiği tavırdan geriye tek bir adım bile atmayacağız. Ancak bu yetmiyor. Israrla üretmek gerekiyor. Bugünün öyküsünün emekçilerin bir özne olarak hayata müdahil olduğu şekliyle edebiyata, sinemaya, plastik sanatlara, müziğe, tiyatroya girmesinden bahsediyorum. Örneklere ihtiyacımız var. Çok, çeşitli ve yetkin örneklere. Arayışımız üretime dönüşmeli. Referanslarımızdan ve kıymetlerinden söz ettik. Yeter mi? Yetinebilir miyiz? Hadi kendimi de katarak bir eleştiri yapayım: Abdullah öyküsünde bir çocuk işçiye sahaftan alınmış ‘77 baskı Behrengi kitabını armağan etmek, belki de ancak romantik bir tavırdır. Memleketin dört bir yanında hayatı insana yakışır biçimde yaşamaktan başka gayesi olmayan genç işçilere okumaları, dinlemeleri, izlemeleri için önereceğimiz güncel estetik üretimler hangileri? Eğer bu estetik üretim ancak yaşama dönük doğru bir kavrayışın çıktısı olacaksa, onu gerçekleştirmekte öne atılması gereken kim? Bu alan boş bırakılabilir mi? Boş bırakıldığında devrimcilerin yaşantısı pişmanlık, Kürt halkının mücadelesi acı, emekçilerin varlığı ancak çürüme ile giriyor edebiyata, sanata. Boş bırakıldığında, örnek olsun, Gürcistan göçmeni bir ev emekçisinin camdan düşüp ölmesinin romanı Çarlık Rusya, Sovyetler Birliği, kapitalist Rusya ve AKP Türkiye’sinin “iktidar kötüdür”de eşitlendiği, sadece kendine doğru mırıldanan bir anlatıya dönüşüyor. İçinde yer aldığımız, parçası olduğumuz, dönüştürmeye çalıştığımız bu yaşamı ve gelecek hayallerimizi anlatmakta bir adım öne çıkmanın zamanıdır.

Bir yanıyla da büyük olayların "küçük insanları" var sanırım öykülerde. Devrim için biraz da "sıradan insanların devrimcileştiği" dönemler deniyor. Hikayelerin o sıradan insanlara odaklanıyor. Her şeyin popüler kültürde bir kahramana ya da kurtarıcıya çıktığı bugünlerde nereye düşüyor bu anlatım biçimi?

Kitabın editörü olan sevgili Asaf Güven Aksel, “gündelik sıradan hayatın da, büyük eylem günlerinin de içindeki, yanımızdan geçip giden insanların öyküleri... Yeni bir yarın kurmanın gerekçelerinden, yeni bir yarın kurmanın öznelerine geçebilecek insanların yaşantıları...” diye yorumlamıştı. Özneleşme, öykülerin yazılması sürecinde en çok kafa yorduğum konulardan biriydi. Ve tabii edebiyatın buna nasıl yer vereceği. Kahraman ya da kurtarıcı hikâyelerinin sonuna geldiğimizi düşünüyorum. Dünya böyle bir kurtuluşa izin vermeyecek kadar yakıcı bir biçimde ve yaklaşan bir doğumu bekler gibi, sıradan insanın devrimcileşmesini bekliyor. Tarihi bir kenara bırakalım hadi, son on yıla şöyle bakalım… İnsanlık adına umudumuzu büyüten ne varsa böyle bir özneleşmenin işaretini taşıyor. Dolayısıyla buraya bakmak, onu aramak ve onun kültür sanat alanında ifadesini bulmak zorundayız. Diğer taraftan “kahramanlık” konusu kültür sanat alanında üretimde bulunanlar için de mümkün değil. Sanatın performansa dönüşmesi, içeriksiz performansın satın alınır hale gelmesi, radikal biçimciliğin de piyasaya eklemlenmesi ile son buldu. Bu sanatın her alanında geçerli. Haliyle yazar için de kolay kurtuluş yok. Anlatacağı şeyin parçası olmak, ona katılmak, omuz vermek, onun yanında saf tutmak zorunda.

Öykülerde epeyce örgütlü yaşamın deneyimleri var. Okurken eğer tanığıysa insan biraz biraz anımsıyor. 1 Mayıs 2007'de Dolmabahçe'de toplanan kalabalıklar, İstiklal Caddesi'nde "ABD'den Korkmuyoruz" bildiri ve imza çalışmaları, sonra Haziran Ayaklanması’nda öne çıkanlar ve Semt Evleri. Öykülerinin çok fazla parti propagandasıyla etkileşime girdiğini düşündün mü? Bu hikayeler biraz kapalı anlatımla içeriye doğru yazılan öyküler mi? Ya da böyle bir şey bir edebiyatçı için ürettiği metnin kıymeti açısından bir "tehlike" midir?

Böyle bir “tehlike”den hiç korkmadım. İnsanlık tarihi için epey kısa, bir insan yaşamı için henüz pek de uzun sayılmayacak bir zaman dilimini örgütlü mücadelenin içinde geçirdik, geçiriyoruz. Bu deneyim yaşamımıza eşlik ediyor, onu biçimlendiriyor. Yeni insanın nüvesini barındıran, yeni bir hayatın kurucu öznesi olmaya aday örgütlü insan neden edebiyatın da öznesi olmasın! Edebiyatın dışına itilmiş özneleri edebiyatın içine yeniden davet etmeye çalıştım. Kahraman ya da anti-kahraman olarak değil, sadece militan özneler olarak da değil, az önce bahsettiğimiz sıradanlıkları içinde, çelişkileri, arayışları, aşkları, yanılgıları, korkuları, cesaretleri, üzüntüleri, umut ve coşkuları ile. Ve tüm bunların yarını kurmak için taşıdığı potansiyele vurgu yaparak...

Peki son olarak, kitapta birçok sanat eseri ya da sanatçıya yer vermişsin. Birçoğu biz hikayeleri okurken aradan el sallıyor, ben de buradayım diyor. Bazı besteler, kimi tablolar ya da heykeller. Bunlar seçerken neyi gözettin?

Sanat tarihi ve biraz daraltırsak plastik sanatlar, özel olarak ilgilendiğim alanların başında geliyor. Emekçilerin cephesinden üretilmiş büyük bir külliyatımız var ve tamamı tarihin ileriye doğru sıçradığı dönemlerin yansıması, hatta onu daha ileriye taşıma arzusu, iradesi ve mücadelesinin bir parçası. Dolayısıyla örneğin Korzhev'e ve daha nicelerine bir saygı duruşu isteği elbette var. Ama tabii ki bir edebi metin kendi başına bunu amaçlamaz. Ya da sadece bunu amaçlayan bir metin edebi metin olamaz. Öykülerde bize kendilerini hatırlatan tüm sanat eserleri yer aldıkları öykülerin ruhu ile ilişki halindeler. Hem içeriği hem de biçimi ile. Bu müzik için de geçerli. Bazı öyküleri kaleme alırken öykünün ritmini kurmak için neredeyse takıntılı biçimde o öykünün taşıması gereken ruh ve ritim ile uyumlu besteyi dinledim söz gelimi. Son öyküdeki Danzon bunlardan biri. Ayrıca okura keşfetmesi için satır aralarında bıraktığım notlar gibi de bu eserler. Yeri gelmişken şunu da eklemek isterim: Öykülerimde sadece geçmişe değil, birer kurgulaştırılmış karaktere dönüştürmekle birlikte, sosyalist mücadelemizin güncel estetik arayışına, bu zorlu yola koyulmuş arkadaşlarımı, yoldaşlarımı da selamlamak istedim. Üretimlerini heyecanla takip ettiğim, sevgili Ömer Koçağ'ı burada anmazsam eksik bırakmış olurum. İçinde bulunduğumuz tarihsel eşikte estetik ve derinlikli üretimleri ile bir adım öne çıkıp bizlere de en azından deneme cüretini verenlere bu vesileyle teşekkürü borç biliyorum.