'Bu senin tercihin!'

Ken Loach, pandemiyle birlikte kuryelerin ağır çalışma koşullarına bir kat daha ağırlık bineceğini, gücü yetenler virüsten korunsun diye en altta kalanların adeta bölük bölük 'kuryeleşeceğini' öngöremezdi elbette. Ama günümüz işçi sınıfının durumunu bir taşımacılık emekçisi üzerinden resmetmesi bir tesadüf sayılmamalı.

Ekin Sönmez

“Üzgünüz, Size Ulaşamadık” (Sorry, We Missed You), emekçilerin hayatta kalma mücadelelerini anlattığı filmleriyle bilinen yönetmen Ken Loach’un 2019 yapımı filminin adı. Loach son filminde kamerasını bir kez daha İngiliz emekçilerine yöneltmiş.

Filmin merkezinde, daha önce çeşitli işlerde çalıştıktan sonra kendi arabasıyla kuryelik yapmaya başlayan bir emekçi, iki çocuklu bir baba duruyor. Daha doğrusu onun ve ailesinin tükenmişliği. Tüm gerçekliğiyle. Öyle ki, yorgunluktan direksiyon başında uyukladığı sahnelerde yüreğimiz ağzımıza geliyor. Ve erkenden olgunlaşan akıllı küçük kızının, yaşadıkları huzursuzluklardan sonra ilk kez yalana başvurduğu an, bir yıldız daha kaymış gibi oluyor. Kırklı yaşlarında kuryeliğe başlarken patron aracısı ile yaptığı görüşmede işittiği “Bu senin tercihin” sözleri ise, sanki film boyunca peş peşe gelecek felaketlerin habercisi.

Loach, pandemi ile birlikte kuryelerin ağır çalışma koşullarına bir kat daha ağırlık bineceğini, gücü yetenler virüsten korunsun diye en altta kalanların adeta bölük bölük “kuryeleşeceğini” öngöremezdi elbette. Ama günümüz işçi sınıfının durumunu bir taşımacılık emekçisi üzerinden resmetmesi bir tesadüf sayılmamalı.

Biraz daha iyi bir hayat için, daha iyi bir eve taşınmak için risk almak zorunda kalan bir baba. Ve dışarıdan baksanız, hatalı bir risk hesabı var ortada. Sonuçta o tercih etti, kuryeliğin zorluklarını bile bile bu işe o girdi, sonuçlarına da o katlanacak… Ayrıca nereye kadar üzülebilir ki insan, bir başkasının aile dramına?

Bu onun tercihi miydi? 

Tükenmek, uykusuz kalmak, tahammülsüz olmak kimsenin tercihi olabilir mi? İzin kullanamamak, emekli olamamak, güvence edinememek bir tercih sayılabilir mi? İş aramayı bırakmak örneğin, o da birilerinin tercihi sayılıyor olmalı ki istatistiklerden düşürülüyorlar. 

Türkiye’de asgari ücret yıllardır açlık sınırının altında. Yani aç kalmanın da bir tercih olduğu bir ironiyi yaşıyoruz aslında. Kapitalizm, emeğini belli bir ücrete satmak tercihi itibariyle özgür sayılan emekçiler ironisi üzerine kurulu. Yaşadığı kenti, ülkeyi, okulunu, işini tercih edebildiğini varsayma yanılsaması üzerine. 

İngiliz kuryeninki de bundan çok farklı değildi. Teslimatını zamanında yapmak için gaza basıp sağlı sollu geçtiği araçlar, geride kaldığı bir yarışta öne geçme, rövanş alma duygusu uyandırıyor, ufak bir tatmin yaratıyordu belki de. Ve en nihayetinde o da herkes gibi bu yarışı mağlup bitirmemek istiyordu. 

Kendi direksiyonunun patronu oydu, ya da en azından yaptığı tercihte biraz da böyle çalışmak istemesinin etkisi vardı. Oysa o direksiyon da, yaptığı hız da, “bu ölürse sen de ölüsün” diye kendisine zimmetlenen barkod okuyucunun bipleri de, asla ona ait olmayacak bir kârın artmasına yarıyordu. Bir emekçiye, kendisine ait olamayacak bir tercihi, kendisininmiş gibi hissettirebilmek, bir mecburiyeti bir tercih gibi sunabilmek başarısı, o kârın gerçek sahiplerinindi. Bu yalnızca bir kurye için geçerli değil. Kuryelikten görece daha iyi kazanmanın mümkün olduğu, uzaktan, esnek, kendi hesabına çalışma biçimlerinin her birinde az çok benzer bir aldatmaca geçerli. Düzen, insanları bir girişim yaptığına, kendi gemisinin kaptanı olduğuna inandırabildiği ölçüde avantajı elinde bulunduruyor.

Başroldeki baba tüm bunların ne kadar farkındaydı, bilemiyoruz. Tükenmişliği o kadar ön planda ki, hangi düşüncelerle hareket etti, kendiyle aynı durumda olanlarla neleri konuştu, bunlara dair bir ipucu edinmek mümkün değil. Loach’un emek sömürüsünden sunduğu kesitlerdeki çaresizlik duygusunu önceki filmlerinden bu yana giderek keskinleştirdiği, neredeyse tüm filmi bu duygu üzerine kurduğu görünüyor. Yine de önümüzde birçok ayrıntısı ile iyi işlenmiş bir gerçek duruyor.

Bir gerçeğin farkında olup susmak ve susmamak, inanmasa da kabullenmek ve reddetmek arasındaki çizgi aslında çok ince. Çünkü ikisi de “daha iyi yaşamak”la açıklanabilir. Hatta ilki daha masum bile gelebilir kulağa. Bir koruma refleksi olarak görünebilir. Empati gösterilebilir. İyi yaşama arzusundan daha temel ne olabilir ki? Fakat sorun da tam burada. Yaşamda tek başına alınan büyük risklerin en sonunda bir ferahlama ile sonuçlanması pek mümkün olmadığı gibi; her şeyden kaçarak hiç risk almamanın da herhangi bir sorunu çözdüğünü söylemek çok güç.

Tersinden, bilmek ve örgütlenmek arasındaki çizgi de o kadar ince. Keramet o çizgiyi özgür iradesiyle geçmekte. Çünkü o zaman, bizim ve başkalarının başına gelenler yaşadığımız ya da izlediğimiz birer dram olmaktan çıkıp, el birliğiyle değiştirilmesi gereken gerçekler olarak görünüyor. Daha iyi yaşamak mücadelesi o zaman başlıyor.

Bu bizim tercihimiz.