AKP bir süredir kurtulmayı denediği İstanbul Sözleşmesi’nden Cuma gece yarısı bir kararla Erdoğan usulü kurtuldu. Buna en çok sevinenlerse, başını Millet İttifakı’nın ortağı Saadet Partisi’nin ve Yeni Akit çevresinin çektiği dinci çevreler oldu. Aynı çevreler ‘aileyi koruma’ adı altında şimdi daha fazlasını talep ediyor.
Sözleşmeyi iptal eden kararnamenin ardından baştaki suskunluk yerini bahaneler üretmeye bıraktı. Bir yandan kadına şiddeti önemsizleştiren açıklamalar yapılırken, bir yandan da mevcut yasaların kadına şiddeti engellemek için yeterli olduğu savunuldu. Her ikisinin de doğru olmadığı ortada.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın sözleşmeyi onaylamayan veya imzalamayan diğer ülkeleri referans vererek “Sadece biz değiliz” çıkışı ise ayrıca üzerinde durulmaya değer. (Aynı açıklamada LGBT düşmanlığının devlet eliyle yapılması ise gerici referansların önümüzdeki dönem daha fazla kullanılacağına işaret ediyor.)
Doğru, sadece AKP değil, kapitalist dünyanın her yerinde gericiler, muhafazakarlar ve sağcılar sözleşme karşıtlığında birleşmiş vaziyette. Yani gericinin referansı yine gerici ya da bir başka ifadeyle gericilik kadın düşmanlığında “sınır” tanımıyor.
İstanbul Sözleşmesi ya da diğer adıyla Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığından bu yana, Avrupa Konseyindeki 34 ülke sözleşmeyi imzalayarak kendi iç hukuklarının da bir parçası haline getirdi. Bu ülkelerin içinde, sözleşmeyi imzaladığı andan itibaren imzasıyla övünmek dışında hiçbir adım atmayan AKP de vardı. Avrupa Konseyi haricinde de sözleşmeyi imzalayan Kanada, Vatikan, Japonya, Kazakistan, Meksika, Tunus ve ABD gibi ülkeler var. Öte yandan Avrupa Konseyi üyesi 11 ülke ise (Ermenistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Moldova, Slovakya, Ukrayna, İngiltere) sözleşmeyi imzalasa da, kendi ülkelerinde yürürlüğe sokmadı. Bu ülkelerin tutumunun ardında yine kendi ülkemizden aşina olduğumuz gerekçeler saklı: ‘LGBT ideolojisi' ve bu kez ‘Hristiyan ahlak’. Avrupa Konseyi üyesi olup da benzer çekincelerle sözleşmeyi imzalamamakta direnense iki ülke var: Rusya ve Azerbaycan.
Polonya'nın sözleşmeden çekilmesi gündemde
Türkiye’de vahşice işlenmiş Pınar Ertekin cinayetinin gündemde olduğu sıralarda, Polonya’daki sağcı hükümet İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıklamıştı. Gerekçe yine tanıdıktı: ‘Geleneksel değerler’ ve ‘LGBT ideolojisi.’ Üstelik çekilme duyurusunu yapan Polonya Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro, sözleşme hakkında ilk kez de konuşmuyordu; 2012’de sözleşme imzalandığı yıl, o zaman muhalefet kürsülerinden, bunun bir tür ‘gay ideolojisini meşrulaştırmayı hedefleyen feminist icadı’ olduğunu söylemişti. Bugünse Polonya’nın iç hukukunun kadınları şiddetten korumada halihazırda sözleşmeden daha ileride olduğunu iddia ediyor. Hükümetin hamlesine karşı sokaklara dökülen binlerce Polonyalı kadınsa Bakan Zbigniew ile aynı fikirde değil. Bu gösterilerde Kadın Hakları Merkezi’nin yaptığı açıklamaya göre, her yıl 400 ila 500 kadın şiddet yüzünden yaşamını yitiriyor. Üstelik tıpkı bizim ülkemizde olduğu Polonya’da da kadın cinayetleri verileri resmi olarak kayda alınmıyor, kadın hareketlerinin kendi tuttukları verilere dayanıyor.
İç hukukun sözleşmeden daha üstün olduğu iddiasını AKP’liler de sıkça kullanıyor. Bu yaklaşımın arkasında, kadın cinayetlerindeki artış reddedilirken de AKP kurmaylarından sık sık duyduğumuz, “devletin itibarsızlaştırılmasını önleme” gayesi var. Bu zihniyete göre, nasıl ki kadın cinayetlerinin arttığını söylemek ülke itibarını zedeliyorsa; İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak da ülkenin kanunlarının yetersiz olduğunu ima ediyor.
Sözleşmeyi imzalayan ama onaylamayan ülkeler
Polonya ile beraber, sözleşmeden çekilmek isteyen bir başka ülke de Macaristan. Sözleşmeyi 2014 yılında imzalayan Macaristan’da, sözleşmenin onaylanmaması için koalisyon ortağı Hristiyan Demokratik Halk Partisi (KDNP) tarafından parlamentoya sunulan deklarasyon geçtiğimiz Mayıs ayında 35’e karşı 115 lehte oyla kabul edildi. Deklarasyonda ilk argüman, sözleşmenin göçmenlere cinsiyet hakkı üzerinden iltica hakkı sağladığı ve bunun da ‘yasadışı göç’e yol açabileceği iddiasıydı. Bir diğer argümansa yine bizlere aşina: Sözleşmenin her tür cinsiyet ayrımcılığını yasaklayan hükmü nedeniyle işaret edilen ‘yıkıcı cinsiyet ideolojileri’ tehlikesi. Orban’ın Fidesz Partisi liderliğindeki Macaristan Hükümeti’nin cinsel yönelim alerjisi geçmiş yıllara uzanıyor. 2010 yılında anayasada bir değişiklikle evliliğin, ‘bir kadın ile bir erkek arasındaki birliktelik’ olduğunun altı çizilmişti. İki yıl önce ise, aynı parti üniversitelerde yapılan cinsiyet çalışmalarını yasaklayan bir kararname çıkarmıştı.
Apolistik Kilisesi’nin başını çektiği muhafazakarların sözleşmeye karşı çıktığı ülkelerden bir diğeri ise, Ermenistan. Macaristan’dakine benzer bir süreç orada da işliyor; 2018 yılında sözleşmeyi imzalayan Ermenistan, 2019 yılında sözleşmenin onaylanmak üzere parlamentoya getirilmesiyle benzer tartışmalara şahit olmuştu. Muhafazakarların sözleşmeye karşı çıktığı nokta yine, ‘ailesiz toplumun’ önünün açılması ve ‘eşcinsellik propagandası’nın alt yapısının hazırlanması, ve tabii bunların Hristiyan ahlakına aykırı oluşuydu.
Yine sözleşmeyi imzaladığı halde, gericilerden gelen tepkiler üzerine parlamentodaki onay aşamasından geri dönen pek çok ülke var. Bunlardan bir kaçı, Slovakya, Bulgaristan ve Ukrayna.
Bulgaristan’da Ortodoks Kilisesi’nin, Ukrayna’da Yunan Katolik Kilisesi’nin başını çektiği sağcıların tepkileri üzerine sözleşme meclisten döndü. Slovakya’da da yine Katoliklerin, sağcı partilerin ve muhafazakarların tepkileri üzerine sözleşmenin onaylanması reddedildi. Bu ülkelerin bu geri adıma uydurdukları hukuki kılıf ise hep aynı: Anayasada evliliğin bir kadın ve bir erkekten oluşan bir birliktelik olarak tanımlanması ve hemen ardısıra ’eşcinsel evliliklerin önünü açacak olan sözleşme’nin ise bu anayasal hükme aykırı olacağı.
Hırvatistan’daysa sağcılar ve kilise yalnızca sözleşmeye karşı çıkmakla kalmadı; 2018 yılında sözleşmeyi bir ‘sapkınlık’ olarak tanımlayan Katolik Kilisesi, sözleşmeye karşı binlerce kişilik sokak gösterileri örgütledi. Ancak yine de sözleşme, yasal evlilik tanımının değişmeyeceğine dair bir hüküm de eklenerek, 30’a karşı 110 oyla parlamentoda onaylandı.
Son olarak sözleşmeyi 2012’de imzaladığı halde halen onaylamayan ülkelerden epey dikkat çekici olanı ise İngiltere. Ülkede sözleşmenin yürürlüğe girmesi için başlatılan imza kampanyalarında, kadına şiddetin ev içi istismar, tecavüz, cinsel taciz, kadın sünneti gibi çok çeşitli versiyonlarının olduğu, bunlara karşı alınan önlemlerin ve ayrılan kaynağın yetersiz olduğu, özellikle siyahi kadınlar gibi farklı azınlıkların şiddetten daha çok etkilendiği vurgulanıyor.
İtirazların kaynağı gericilik
Bu örnekler kapitalist dünyanın neresinde olursa olsun sözleşmeye karşı çıkışların daima muhafazakarlardan, kiliselerden, sağcılardan ve gericilerden geldiğini gösteriyor. Tepkilerin bizdekinden tek farkı, İslam yerine bu kez Hristiyan ahlakına atıf yapılması. Yoksa sözleşmeye ‘geleneksel aile yapısının korunması’ ve ‘eşcinselliğin toplumda meşruiyet kazanması’ üzerinden yapılan karşı çıkışlar neredeyse birbirinin kopyası gibi. Gericilik hangi kutsal kitabı referans aldığına bakmaksızın, dünyanın her yerinde kadınların yaşam hakkını karşısına alıyor.
Son olarak parlamentolardaki oylamaların olumsuz sonuçlanmasında veya sözleşme metninin parlamentoya dahi gelememesinde, bu çağlar ötesinden gelen karanlık sesin etkisi olduğu açık. Ama en az bunun etkili kadar bir başka faktör de, sözleşmenin öngördüğü kimi tedbirlerin hükümetlerce bütçeye bindirilmiş bir yük olarak görülmesi. Özellikle sözleşmenin 20. Maddesinde sayılan, “yasal ve psikolojik danışmanlık hizmetleri, finansal yardım, konut sağlama, eğitim, öğretim ve iş bulma yardımı” gibi görevlerin, hükümetlerin tercihlerini kadınları şiddetten ‘korumak’tansa bütçeyi kendilerine saklamak yönünde etkilediğini söyleyebiliriz.
Kadına şiddet gibi toplumda derin yaralar açan bir toplumsal soruna fon ayırmayı daha onay aşamasında bu kadar dert eden hükümetlerden, sözleşmenin uygulanması için gerekli kaynakları ayıracaklarını beklemek hayalcilik olur. Yani sözleşme metni parlamentoda kabul edilse, yürürlüğe girse bile; hükümetler daima tedbirleri bütçeyi en az sarsacak yoldan çözmeye ve devletin kadına şiddetteki sorumluluğundan kurtulmaya çalışacaklar. Bunu sözleşmeyi yürürlükten kaldıran AKP iktidarından da görüldü. Bu gerçeğin bir sonucu da sözleşmenin zaten işe yaramadığı argümanlarını kullanmaya olanak sağlaması. Elbette herhangi bir yasal düzenleme, uygulama iradesi gösterilmediği müddetçe kendi başına bir şey ifade etmez.
Sözleşmenin iptali sonrasında kadınların yükselttiği ses ise Erdoğan ve onu destekleyen çevrelerin asıl korkularının ne olduğunu gösteriyor. Türkiye’de kadınların mücadelesi, bir sözleşmeye sığmayacak kadar köklü ve güçlü. Önümüzdeki süreçte mücadelenin daha da keskinleşeceği anlaşılıyor.