1923 Cumhuriyeti’nin ekonomisi ve geleceği

'Köhne imparatorlukların cenaze töreni de sayılabilecek I. Dünya Savaşı. 1912 – 1922 yılları, iki yüzyılın kırılma dönemi. Bu yıllar, en derin izlerini Türkiye’de bırakmıştır...'

Serdar Şahinkaya

Voltaire’in bir sözü vardır; “Tarih, kralların ve generallerin çiftliği değil, ulusların tarlasıdır. Her ulus bu tarlaya geçmişte ne ektiyse onu biçer”. Gerçekten de öyledir. Acaba tarihte neler ekildiğini kaçımız hatırlıyor? Hatırlayanların ne kadarı anlıyor? Ya da hatırlayanlar bu “ekilenler” den esinlenip, yıl 2021 olmasına rağmen hâlâ 21. Yüzyılın kapısında bekleyen bu ülke için “yeni şeyler” söyleyebiliyor mu? O nedenle, bugünün gözlüğünden bakarak 1920’leri, 1930’ları değerlendirirken dönemin kendine özgü koşullarının da hatırlanması büyük önem taşır.

Yoksulların zaferi olarak da adlandırabileceğimiz Kurtuluş Savaşımız sonrası 1923’te Cumhuriyetin kuruluşu, 20. yüzyıla girme adımıdır. Bir anlamda 20. yüzyılın dünyasına, bilimine ve geç kalınmış aydınlanmasına giriştir.

1923 Cumhuriyeti, on üç milyon nüfuslu yoksun ve bitkin bir köylüler ülkesinde geri kalmışlığı aşabilme, onun kalın kabuğunu kırabilme davası, iddiasıdır. Osmanlıyı yıkan iktisadi ve mali hastalıkların tümünü geride bırakarak, 17 Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde Gazi Mustafa Kemal’in dediği gibi bu vatanı yeniden yurt yapma özleminin çelikleşmiş ifadesi olan “çalışkanlar diyarı” yapma kararlılığıdır 1923 Cumhuriyeti.

Köhne imparatorlukların cenaze töreni de sayılabilecek I. Dünya Savaşı. 1912 – 1922 yılları, iki yüzyılın kırılma dönemi. Bu yıllar, en derin izlerini Türkiye’de bırakmıştır. 18 milyonu barındıran Anadolu, on yıl içinde sivil ve asker 5 milyon nüfus yitirmiştir.

Kurtuluş Savaşı, yurdun dinden de ırktan da daha önemli olduğunu öğretmiş ve Kurtuluş Kuruluşla tamamlanmıştır. Bu süreç yeniden değerlendirilmeli ve dersler çıkarılmalıdır: “Büyük devletlerin kurtlar sofrasında yutulmak üzere olan, yenik, batık ve yıkık bir halkın başkaldırıp direnerek yenen, kurtulan ve yeniden devlet kuran bir ulusa dönüşmesi.” Ve bu devlet, Lozan’da, dünyanın bütün efendilerini eşitlik dansına kaldırmanın onurunu yaşamış, yaşatmıştır.

Genç Cumhuriyet, kendi köyünden öteyi vatan bilmeyen köylüler ülkesinde, emperyalist çıkarların kesiştiği bir coğrafyada ve iki savaş arası dönemin olağanüstü çalkantılı ortamında yola çıkmıştır. Toplum yaşamından kültürel hayata, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere bir dizi alanda yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlet oluşturma yönünde çok köklü /devrimci adımlar atılmıştır. Bunların hayati bir ayağını oluşturan iktisadi bağımsızlık ve sanayileşme konusunda, 1929’da patlak veren Büyük Bunalım’ın etkisi ve Lozan Antlaşması’nın öngördüğü kısıtlamaların ortadan kalkması sonucunda esas olarak kökleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Reis Paşa sıfatı ile 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin ilgili yasama yılının açılışında yaptığı ayrıntılı konuşmasından bu yana gündemde olan fırsat buldukça uygulanan devletçilik politikaları kapsamında son derece değerli bir birikim ortaya çıkmıştır.

Unutulmamalıdır ki bu süreçte Türkiye’nin Sovyetlerle olan dostane ilişkileri; Sovyetlerin mali-iktisadi ve teknik destekleri oldukça kritik önemdedir. Özellikle 1930’lu yıllar boyunca imalat sanayindeki kamu fabrikalarının sürükleyiciliğinde yaratılan sınai kapasite, II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye ekonomisinin yaşadığı sarsıntıları azaltıcı etkide bulunmuştur.

1923 – 1938 döneminde, Türkiye’nin kendi yaratıcı ve üretici güçleri sahnededir. Ve bu dönemde Cumhuriyetin yarattığı sanayi temelli ulusal bir ekonominin stratejik tercihinin oturduğu zeminin bir ideolojik paketi vardır. Akıl ve bilimi miras olarak bırakmak başlı başına ideolojik bir pakettir. Paket, akıl ve bilimle uygarlığın en ileri aşamalarına varan bir ülke idealini sarıp sarmalar. Bunun yanı sıra, özünde mali bağımsızlığın yattığı tam bağımsızlığın bir ülke için varlık ve yokluk demek olduğu düşüncesi ve buna uygun bir inşa politikası da vardır. Ve bu inşa politikası, halkın bütününün çıkarını gözetir.

Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur.

Unutulmamalıdır ki; tarihin hükmünü değiştirme fikri, düşünce ve belki de efendi değiştirmek kadar kolay değildir. Ve unutulmamalıdır ki; tarihle oynayan, hükmüne katlanacaktır!

1920’li ve 1930’lu yıllar. Bir yanda kendi zeminini inşa etmiş ve köklerini sağlamlaştırmış kapitalizm, diğer yanda yeni şekillenmeye başlamış sosyalizm… Bir yanda patronluğu devretmekte direnen İngiltere, patronun yerini gözüne kestirmiş temiz aile çocuğu ABD, mızmız çocuk Fransa ve mahallenin kabadayısı Almanya. Ve iki köylü ülkesinde iki isyancı çocuk; Lenin’in Sovyetler Birliği ve Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti.

Böyle bir uluslararası konjonktürde, ilk hedef Akdeniz’di, ikinci hedef iktisat şiarıyla yola koyulan Cumhuriyet kadroları, zaman zaman karşılaştıkları sorunlarla ilgili pratiğe ilişkin noktalarda deneme – sınama yöntemiyle de olsa korumacılıktan ⭢ planlamaya bir kestirim olarak değil de halkçılık – devletçilik bağlamında yukarıda da belirtildiği gibi bir stratejik tercihte bulunmuşlardır.

Bu stratejik tercihin bir sihirli denklemi vardır ve o denklem;

Sanayileşme + Demiryolları = Devletçilik

biçiminde not edilebilir.

Bir sürü iç ve dış dirence karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu stratejik tercihin yol gösterici önderidir.

Bu tercih sayesindedir ki, Cumhuriyet Türkiye’si;
    • Sanayi temelli üretim alanına,
    • Dış ticaret, borçlanma ve finansal akımlardan oluşan dolaşım alanına,
    • Bölüşüm alanına,
    • Fikir alanına,
sahip, yeni ‘özgür ve bağımsız’ bir ülke olarak yaratılmıştır.

Yaratılmıştır yaratılmasına ama Cumhuriyetin kadroları hem yeni bir sanayi hareketini, hem de yeni bir toprak rejimi tasarımını kurgularken iki ciddi yoklukla yüz yüze gelmişlerdir. Biri, ileri atılacak ve tarihi rol üstlenecek bir burjuvazinin yokluğu.

Diğeri de topraksız, az topraklı, maraba, yarıcı, ortakçı, mevsimlik işçi olan ve yine tarihin akışı içinde toprağı ve toprak – tarım rejimini talep etmesi, bunu eylemlerle gösterecek bir köylülüğün kitlesel suskunluğu ve yokluğu.

1930’dan itibaren Cumhuriyetçi kadrolar iki ciddi yokluğu görerek, fakat herhangi bir sınıfsal destek almadan bu iki taşıyıcı kolonu inşa etme ve böylece geri kalmışlığın kalın kabuğunu kırma davasını omuzladılar ve başardılar.

Yalova’da bir grup üretici,1930

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde özellikle 1950’li yıllarla birlikte emperyalizme teslimiyet politikaları uyarınca sanayi ve kalkınma perspektifi uzunca bir süre rafa kaldırılmış, ülke ekonomisi batılı ülkelerin tarımsal ihtiyaçlarını karşılama hedefiyle şekillendirilmiştir.  1960-1980 arası dönemde planlamanın yeniden gündeme gelmesi ve işçi sınıfının siyaset sahnesine çıkmasıyla birlikte kalkınma ve bölüşüm göstergelerinde yine küçümsenemeyecek gelişmeler kaydedilmiştir.

Ülkemizde yaklaşık olarak 40 yıldır sürdürülen neoliberal politikalar Türkiye’yi düşük büyüme batağına saplamış ve bütünüyle dışa bağımlı hale getirmiştir. Bugün Türkiye ekonomisi, ithalata bağımlı hale gelmiş tarımıyla, uluslararası işbölümünde düşük ücret yüksek sömürü oranlarıyla taşeronluk işlevi gören sanayisiyle, güvencesiz ve örgütsüz istihdamın damgasını vurduğu hizmetler sektörüyle, doğal ve kültürel varlıkların talanı üzerinde büyüyen çarpık yapısıyla tükenmiş bir görünüm arz etmektedir.

Neoliberal tutuculuğun finansal serbestleşme programları, reel sektör tasarruflarını uzun vadeli sabit sermaye oluşumu yerine kısa vadeli spekülatif yatırımlara kanalize olmasının bir aracına dönüştürerek başta imalat sanayi ve tarım olmak üzere reel sektördeki
birikimi tahrip edici etkide bulunmuştur. Kalkınma kavramı yok edilmiş yerine yurttaşların refahını dışlayan “arttı – azaldı – aynı kaldı” temelinde anlatılan masalsı bir büyüme kavramı getirilmiştir.

 “Sürdürülebilirlik” söylemi altında, yerli ve yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda uygulanan özelleştirme ve serbestleştirme politikalarıyla enerji arzı, kamu hizmeti niteliğinden uzaklaştırılmış ve bütünüyle piyasalaşmıştır. Bu politikalar sonucunda dışa bağımlılık artmış, kamusal denetim ortadan kalkmış, üretim anarşisi oluşmuş ve çevre tahribatı meydana gelmiştir.

AKP’li yıllarda ekonomideki ağırlığını “inşaat ya resulullah” diyerek belirgin bir şekilde arttıran inşaat sektörü, rant odaklı yapısıyla kamusal varlıkların belirli sermaye gruplarına aktarılmasının aracı haline gelmiştir. Kentsel rant güdüsüyle şekillenen konut üretimi ve kentsel dönüşüm programı barınma sorunlarını çözmediği gibi, kentlerimizi nefes alınamaz beton yığınlarına çevirmiştir. Kalkınma öncelikleri doğrultusunda kullanılabilecek kaynaklar kâr ve gösteriş odaklı mega projelerde çarçur edilmiş, kullanım garantisi uygulamalarıyla hazinenin üzerinde kayda değer bir finansal yük oluşturulmuştur.  

Bugün, Türkiye içinde kalkınmayı ve adaletli bölüşümü amaçlayan bir perspektif çok daha kritik bir önem taşımaktadır. Sanayileşme bu amaçlara hizmet edecek en önemli ayaklardan birisi olmaya devam etmektedir. Bu minvalde, nihai çözümün kâr odaklı mevcut sistemin ötesinde, daha adaletli bir başka dünyanın da olabileceğini unutmadan (sosyalizm), kamucu ve halkçı politikalara ağırlık verilmelidir.   

Planlama bir toplumsal hedef haline dönüştürülmeli, dış dünya ile ilişkiler ve bu alandaki kontrol mekanizmaları «yeniden» ve «akıllıca» tasarlanmalıdır.

Özelleştirmeler derhal durdurulmalı, altyapı yatırımları, madenler ve stratejik sektörler başta olmak üzere kapsamlı bir kamulaştırma programı gündeme getirilmelidir.

Kamu yatırımcılığı etkili bir biçimde devreye alınmalı, yerel inisiyatiflerin, kooperatiflerin, yerel yönetimlerin de özellikle imalat sanayiini geliştirmeleri için etkinleştirilmiş ve demokratikleştirilmiş planlama ile koordineli çabaları da desteklenmelidir.

Yeni iktisadî kalkınma perspektifinde ‘caydırıcılık’ aracı da devreye alınmalı, İstanbul başta olmak üzere kimi bölgelere bazı yatırımların, özellikle inşaat yatırımlarının yönelmesinin önüne engeller konulmalıdır.

Bu tasarımın başlangıcı, Gümrük Birliği Anlaşması’nın askıya alınmasına dayanmalıdır. Ayrıca sermaye hareketlerinin sınırsız serbestisi ile planlama çelişeceğinden, sınırlamalar da getirilmesinin kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Bugün çok yüksek düzeylerde seyreden ithalata bağımlılık hızla ortadan kaldırılmalıdır.

İktisadi kalkınma ve kamu yatırımcılığı planlaması, tüm sektörleri kesen bilim ve teknoloji gelişmeleri olanakları değerlendirilerek gerçekleştirilmelidir. Bu gelişmelerin sanayi üretimine yansıtılırken yeni teknik ve teknolojilerin niceliksel olarak işgücü azaltılmasına dönük değil, niteliksel anlamda emek üretkenliğinin artırılmasına dönük politikalar uygulanmalıdır. Öte yandan bilişim ve iletişim teknolojilerinin, iş güvencesini ortadan kaldıran, çalışma koşullarını olumsuzlaştıran ve baskıcı yönetim mekanizmalarını devreye sokan bir içerikle uygulanmasının önüne geçilmelidir.

Türkiye Devleti, Kamucu - Kalkınmacı – Halkçı Devlet niteliğini yeniden kazanmalı, reel sektörün yapısını çağa uygun iyileştirmelerle geliştirmek, tüm sektörler çapında emek üretkenliğini artırmak ve buna paralel bölüşümü adaletli hale getirmek için planlamayı yeni bir anlayışla merkeze koymalıdır. 1923 Cumhuriyeti kurulurken ilki laiklik olan bir takım ‘mecburiyetlerden’ hareket etmişti. Şimdi de bir yeni özgürlük ve eşitlik hareketi yaratmak mecburiyetindeyiz.  Bu yeni bir Cumhuriyet için mücadele demektir.  Evet, şimdi yeni ve devrimci bir Cumhuriyete her zamankinden çok ihtiyacımız var.

Öyleyse YAŞASIN CUMHURİYET…

Kaynakça:

Bilsay Kuruç, (2011), Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi. Büyük Devletler ve Türkiye. Bilgi Üniversitesi Yayını. İstanbul.
Dayanışma Meclisi (2020), “Yeni Bir Cumhuriyete Doğru” Raporları. www.sol.org.tr Erişim Tarihi: 25 Ekim 2020.
Serdar Şahinkaya (2019), Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi: Sömürge Ekonomisinden Halkçı Ekonomiye. Telgrafhane Yayını. Aralık. Ankara.
Serdar Şahinkaya (2009), Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası. ODTÜ Yayıncılık. 2. Basım. Kasım. Ankara.
Erol Toy (2007), O’na Katılmak…Dünden Yarına Türkiye Cumhuriyeti. Gürer Yayınları. Şubat. İstanbul.

Dr. Serdar Şahinkaya 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu Koordinatörlüğü yapmaktadır